Şu Türkçe ve İngilizce sözcükleri kendilerinden türetildikleri kökler açısından karşılaştıralım:
understanding |
sense (meaning) |
mental |
intelligible |
anlak |
anlam |
ansal |
anlaşılır |
Ayrıca: anlık = mind, anlatmak = express, anımsamak = remember ve başkaları.
İngilizce sözcüklerin kökenlerine dikkat edersek, ortak kavramsal kökü göstermezler. Tanrı, tanrılık, tanrısal, ya da bilgi, bilinç, bilişsel vb. sözcükleri de İngilizcede sırasıyla God, deity, divine, ve knowledge, consciousness, cognitive olarak yine kavramsal köken ortaklığını göstermez ve Türkçe gibi kendi doğal kökenlerinden açınan ve sözcükleri tanımlanma gerektirmeyen dillerin tersine, bu tür sözcükler sık sık yalnızca sözlükleri şişirmeye hizmet eder (Lunar ve Moon, Jovial ve Jupiter vb. gibi sözcükler durumunda Türkçe sözlükler birincilere karşılık düşen sözcükleri kapsamlarına bile kabul etmez).
Anadili İngilizce olan eğitimli biri bile sık sık consciousness–bilinç ve knowledge-bilgi sözcüklerinin kavramsal ve kökenbilimsel ilişkilerini dolaysızca göremez, giderek bağıntıyı yadsımaya ve çürütmeye bile yönelebilir. Bu düzeye dek, burada yatan yalın bir semantik problemin çözümü felsefi bir çözümün değerine yükseltilir. Bu olgu Anglo-Saxon yazarların niçin felsefeyi temelde bir dil çözümlemesi olarak gördüklerini anlamamızı kolaylaştırır. İngiliz dilinin kökensel olarak bu büyük ölçüde kuralsız durumunu dilin bir üstünlüğü ve varsıllığı sayan bakış açısı bu yanılgısını kendini Kavramdan uzak tutmasına, felsefenin kendisinin kavramına yabancı olmasına borçludur. Felsefesiz kafa yapısı dil sorununun üzerine de tam olarak başka bilimler durumunda olduğu gibi aynı boş kafayla gider, olguyu onu belirleyen kavramlar olmaksızın belirlemeye çalışır. Sonuç bölümsel başarısızlık değil ama bütünsel yanılgıdır. Osmanlıca kozmopolitan köken konusunda İngilizceden karşılaştırılamayacak denli daha güçlüdür. Aslında Türkçe, Farsça ve Arapçanın en güzel yanlarının bir karışımı olarak, biçimsel varsıllığı açısından bütün bir insanlık tarihinde Osmanlıca ile yarışacak bir ikinci dil daha yoktur. Yüzeyde sonsuz bir türlülük gösterisine açıktır. Ama günümüze bu dil ile yazılı ya da çevrili tek bir felsefe metni ulaşmamıştır.
Bu kuralsızlık dolaysızca ussallık yoksunluğudur, ve böyle kaotik sözcük kavramın işini zorlaştırır ve dilin kendisini usdışına yatkın kılar. İngiliz dili ve İngiliz görgücülüğü birbirleri ile salt dışsal olarak değil, ama ‘dil felsefeciliği’ denilen felsefeye yabancı bir akımda görüldüğü gibi içerikte de bağıntılıdır.
Us bütündür. Başka bir deyişle, evrensel usun anlatımı olan tikel bir dil, hangi dil olursa olsun, tüm kavramları kapsar –hangi sözcükler ile anlatıldıklarına bakılmaksızın–. Tek bir kavramın eksikliği (örneğin görgücü bakış açısının tanımadığı ‘neden’ ya da ‘özdek’ ya da ‘kendi’ vb. gibi kavramlardan birinin ‘yokluğu’) bütünün kendisini, eş deyişle dilin bütününü olanaksızlaştırır. Bu düzeye dek, bir dilin ‘kavramsal yetersizliği’ bildirimi gerçekte yalnızca birinin kendi kavramsal yetersizliğini bildirir.
ANLAM VERME
Anlam düşüncenin nesneye yüklediği kavramlar tarafından belirlenir. Anlam problemi gerçekte anlamın ne olduğunu anlama problemi değil (çünkü anlam daha şimdiden bilinir) ama anlamın kendisini usun kavramsal bütününün bağıntıları içine getirme problemidir. Us bunu kendiliğinden yapar ya da insan ansal işlemlerinin bilincinde değildir. Düşüncenin biliminin, mantık biliminin işi bu bilinçsizliği bilinçli kılmaktır.
Kavramanın a priori olduğu düzeye dek, Kavramları tanımlama girişimi olanaksız ve gereksizdir.
‘‘Kavram (uzay, zaman, us, Tanrı, bilim, kendinde-şey, kendinin-nedeni vb.) nedir?’’ sorusu geçersizdir. |
Böyle sorularda bilinç Kavramın daha şimdiden bildiğini düşündüğü terimlere indirgenmesini ister. Bu terimler için de aynı soru geçerlidir. Her kavram durumunda doğal/ tasarımsal bilincin istediği, çok istediği şey kavramın duyusal, sonlu, tanıdık tasarımlara çevrilmesidir.
Anlamın anlamı nedir?
Anlam sözcüğünün kendisi de anadildeki her sözcük gibi anlak tarafından anlaşılır, ve anlam nedir sorusu anlamdan başka bir belirlenime göndermede bulunduğu ölçüde yanıtlanmayı hiçbir zaman kabul etmez. Soru kendinde daha şimdiden bilineni ilgilendirdiği için, tanıdık olanın bilinmediği anlaşıldığı zamandır ki “Anlam nedir?” sorusu doğar.
Anlam Analitiktir.
Anlak bu soruyu bir kavramı soyutlama içinde ya da kendi başına (‘analitik’ olarak) aldığı zaman sorar. Soyutlama bilinçli olarak onu tüm örtük kavramsal bağıntılarından, çözümlenebilir olmaktan uzaklaştırmış, ve usun kendiliğinden/bilinçsiz işleyişi yoluyla anlaşılır olan bu kez bilinçli olarak anlaşılmaz olmuştur.
Bu soyutlama içinde hiçbir belirlenim kabul edilmediği için hiçbir bilgi de söz konusu değildir. Burada tek bir belirlenim yalıtılmış, başka her göndermeden soyutlanmış ve gene de geriye anlam kalmıştır. Ve bu tam ayrımsızlık içinde, bu bilinçli olarak oluşturulan yalın kendine özdeşlik içinde gene de bir anlama olgusu varsa, soru bu durumun yarattığı hayretin anlatımıdır: Hiçbir belirlenim olmaksızın (çünkü belirlenimin kendisi bir karşı belirlenimi gerektirir ve tekillik bu anlamda saltık soyutlamadır) nasıl olur da bilme ya da anlama olabilir?
Bu tekil sorularda gerçekte anlak anlamadığını değil ama anladığını sorar; ve bildiğini bilmemek analitik anlağa özgü olduğu için anlak bu tür soruları hiçbir zaman yanıtlayamaz. Her tanımlayıcı belirlenimin kendisi kendi payına soruyu bir kez daha yaratacaktır.