Eros, Modernlik, Ruhçözümleme – 04

Sayı 6 - Değerler Sorunu

Ruhçözümlemenin Tehlikesi: Özgürlük Bilinci Acı Vericidir

Ruhçözümlemenin içtenliği modern kitle ekini için, pazar kurallarını ekinsel değerler yapan, açıkça eğri olanı doğrulamak ve yanlış olanı gerçeklemek zorunda kalan bilinç biçimleri için rahatsız edicidir. Biraz daya yakından bakıldığında, modern toplumun politik sağlığı için sakıncalı, aslında tehlikelidir. Kesinlikle. Ruhçözümleme yalnızca bireyi onu hasta eden toplumuna geri göndermekten, onu kimyasallarla duyarsızlaştırarak ve davranışçı yöntemlerle koşullandırarak uyarlanmış kılmaktan daha çoğunu öğretir. Modern toplumsal yapıyı geçmişin geleneğinden kurtarılmış bir tabu olarak görmez ama insan usunun ve ruhunun geleceğe özgürlüğe bakan gerçek gizillikleri karşısısında değersiz ve anlamsız olarak yargılar. Bireyin içinde yaşamak zorunda olduğu bilinçsiz olgusallığın ona dışardan dayatılmadığını, ama onun iç dünyasının kendisi olduğunu, ve beynindeki moleküllerde değil ama tam olarak ruhsal doğasında, bencilliğinde, uyuşumculuğunda, bireyciliğinin kendisinde sürekli olarak yeniden üretilmekte olduğunu tanıtlar. Bireye bilincinin altında ondan çok daha büyük bir bilinçaltı canavarının yattığını, özgürlüğünün bir yanılsama olduğunu, gerçekte yalnızca belirlendiğini ve belirleniminin ona bütünüyle dışsal, yapay ve baskıcı olduğunu, görgül benliğini onaylamasında yalnızca kendini aldatmayı sürdürdüğünü öğretir. Onu ben dediği şeyin kendisinde nihilize eder. Tüm bunlarla o denli de bireysel bilinci alıştığı bilinçsiz olgusallıktan koparma gözdağını verir.

Kitlesel ölçekte bir bilinçaltı yıkımının nasıl bir tabloda sonuçlanabileceği olumlu ve yapıcı terimlerde kavranamaz çünkü ruhçözümleme kuramı şimdiki kavramsal belirsizliği ve felsefeden uzaklığı ile sağlıklı ruhu ve bilinci çözümleyebilecek yetkinlikte değildir: Sorunu yalnızca patolojik bilinçaltının çözündürülüp yokedilmesidir, yerine olumlu olarak neyin kurulacağı değil. Aslında işin bu son parçası insan doğasının kendisine düşer, ve tam bu noktada başarısızlık ruhçözümlemenin kendisinden çok iyileşmede patolojik belirtinin kalkışından daha çoğunu göze alamayan modern kişiliğin sorumluluğundadır.

Ruhçözümleme bilinçsiz nefreti yenmeyi, sevgiyi etkinleştirmeyi hedeflese de, sevgi modern bireyi tüm yaşamında ölesiye korkutmuş, onu ruhunda hasta yapacak denli tüketmiş olan duygudur. Başka bir deyişle, modern bireysellik, modern olduğu düzeye dek, henüz “ben”inden vazgeçme anlamında sevmeye ve sevilmeye yetenekli değildir. Tersine, sevgi olarak yaşanan duygunun kendisi bencilliğin doruğu olarak işlediği ölçüde nefret ile birlikte gider. Modernleştiği düzeye dek, yaşadığı toplumsal ilişkiler bireye ruhunu koruyan ve küçülten bir duygusuzluk sınırının nasıl önemli, nasıl gerekli olduğunu öğretmiş, bir güvenlik önlemi olarak sevgi yeteneğinin önüne bir baskı perdesi çekmiş ve insanı bu perdenin çarpıttığı duyguların terimlerinde tanır olmuştur. Kendinde bir özgürlük ve sevgi olanağı anlamına gelen bir bilinçaltı çözülüşü böyle karaktere bir tür yeniden doğum yaralanması olarak, kuşku götürmez bir endişe kaynağı olarak, “normal” benliğin yitişi olarak görünür, ki gerçekten de öyledir. Böyle bir toplumsal dinamikte, sonuçlarında ruhu daha da zorlu bir çatışmaya itiyor görünen bir sağaltım olanağı karşısında, modernizmin denetlediği ve yararlandığı normal histeri ve paranoyanın kendileri pekâlâ yeğlenebilir hastalıklar olarak görünebilirler. Ve anormallik düzeyine yükseldikleri ve önlemlerin zorunlu görünmeye başladığı yerde, yararlı kitlesel kemoterapi pragmatik ekinin göreli sağlık istemlerine çok daha iyi yanıt verir. (11).

Prozac da tıpkı nihilist yazın gibi modern ekinin ruha kendi yolunda yapmayı başaramadığını yapar, ondaki doğallığı bütünüyle silmeye, bireyi usdışı, ruh-dışı bir toplumda ayakta kalmaya, anlamsızlığa ve değersizliğe dayanmaya uyarlar. İkisi de bunu onu duyarsızlaştırarak yaparlar. Modern toplumsal yaşam yaratıcılıkla, idealizm ve romantizm ile, Tanrı inancı ile, doğallık ve erotizm ile birlikte gitmez. Ruhçözümleme bir insan özü kavramını varsayarak sağaltım yoluyla bu özün yeniden kazanılmasını amaçlar. Buna karşı hem yazınsal hem de kimyasal nihilist uyarlanım durumunda elde edilen çözüm insanı kendi doğasından kurtarmaya dayanır. Modern toplum bu yolla iyileştirilen parçasında doğallığını yitirir, insan-olmayan birşeye doğru, yabancı, anlaşılmaz, tanınmaz bir ruhsal belirlenime doğru ilerler.

Uyarlanmanın çok daha yaygın, uygun ve eski yöntemleri bugün bile böyle kimyasal sağaltım girişimleri ile yarışırlar. Sartre ve Camus, Kierkegaard ve Nietzsche gibi varoluşçu yazarlar ruhu yatıştırmada tam olarak Prozac gibi etkilidirler, ve duyarlığı daha ucuz, daha ince, üstelik daha az utanılabilir, giderek onurlu bile denebilecek yöntemlerle zayıflatırlar. Böyle hastalanmaların kendilerinin sağaltım olarak doğrulanması modern toplumun gizlerinden biridir. Ama bu ultra-modernist kesimde eğilim ussal iletişime tam kapanma yönündedir, ve deliliğin kendisini bir “bilgi” kipi olarak doğrulanmasında (Foucault) postmodernist us-yarılması kavramsal-duygusal iyileştirmeye karşı direncin en kararlı biçimine yükselir.

Her durumda, nihilizmin kitlesel doğrulanışı insan ruhunda yaşanan küçülmenin yaygınlığının doğru bir ölçüsünü verir, ve sanki iyileşmenin kötüleşme olacağı endişesini yansıtır. Sağduyuya ve gerçeklik bilincini kazanmaya karşı direnç, tıpkı ruhçözümleme altındaki bireyin durumunda olduğu gibi, doğrulanmaları yeniden yaşanmaları olacak, dolaysızca acı verecek olan idealleri baskılama eğiliminin gücüne tanıklık eder. Bir zamanlar modern toplumsal ekine yenik düşmemiş diri bir ruha varoluşun sonsuz değer ve anlamı için söz vermiş olan, insanın en gerçek doğasına özgü olan idealizme karşı direnci temsil eder. İyileşmeyi ve kurtuluşu elde etmenin bedeli olan ruhsal zahmet ve acı bundan böyle gerçeklik, sevgi ve güzellik kavramlarına erişemeyen bir çökmüşlüğün göze alamayacağı kadar masraflı görünür. Uyuşum çok daha istenebilirdir. Modern ekinin sindirdiği çöküntülü ruhun düşlemselden öte bir anlam veremediği insanlık değerleri için beklentisi, bu dünyanın ötesi gibi görünen bir gelecek için özlemi modern hastalığın ve değersizliğin yeğlenmesini aklayacak denli umutsuz görünür. Kendi başına bırakıldığında, başka türlü görmesi olanaksızdır.

Modern Toplum (“Sivil Toplum” ya da “Yurttaş Toplumu”) Usu ve Duyguyu Reddetmek Zorundadır

Eros’u sindirerek ve bir yabanıl saldırganlık içgüdüsüne indirgeyerek varolabilen “Açık Toplum” için Freud en gerçek, en ciddî, en kalıcı gözdağlarından biridir. Aslında saltık Düşmanlardan biridir. Tıpkı Hegel gibi. Ve tıpkı Platon gibi. Çünkü onun eleştirisi – ve genel olarak idealist-felsefi eleştiri – dışardan değil ama içerden, sapık ideolojilerden değil ama insanın en sağlıklı doğasından, onun usundan ve duygusundan kaynaklanır. Modern kuşkuculuk başından bu yana her ussal eleştiriye usun kendisini karalayarak, insanın ussal ve duygusal özü kavramını reddederek karşılık verir. İnsan haklarının ve değerlerinin pozitifolmadıklarını, bilinçaltının bilinmesi “uygunsuz” bir nesne olduğunu, aslında pozitif olmayan herşeyin anlamsız olduğunu ileri sürer. Ve her durumda bunu insana yönelik özsel bir güvensizlik ve kuşkuculuk adına, bir kötümserlik adına yapar. Bilgiyi ve değeri, gerçekliği ve özgürlüğü görelileştirerek, insan varoluşuna erekselliği yadsıyarak, o varoluşu bütününde anlamsızlaştırarak yapar. Bir yarışmacılık, saldırganlık ve yokedicilik yapısı olan modern toplumda doğallık, sevgi, güven, güzellik, içtenlik, barış ve dostluk demode değerler olmalıdırlar çünkü insana daha iyisinin olabileceğini anımsatırlar, çünkü bir değersizlik toplumunda dolaysızca yalın doğalarında eleştireldirler. Bu toplumda moda olan şey İdealizm ve Romantizm değil ama tam karşıtlarıdır, Pozitivizm, Nihilizm, ve Materyalizmdir – ve bu pop felsefeler uyarlanmanın, uyuşumculuğun bedelini insanın usundan ve ruhundan ödediğini dolaysızca kavramlarında anlatırlar. Modern kitle ekinine katlanabilmenin yolu duyarsızlık ve duyunçsuzluğu, anlamsızlık ve değersizliği, güvensizlik ve nefreti öğrenmekten ve doğrulamaktan geçer.

Ruhçözümleme, Modernizm, Demokrasi

Böylesine riskli destekler üzerine dayanan modern toplumsal yapı için hiçbirşey insanın ussal ve ruhsal doğasının bilincinden daha büyük bir gözdağı olamaz. Bu değişmez, ilksiz-sonsuz, saltık olarak değerli ve anlamlı gizillik karşısında, insan duyarlığının, duygusunun ve düşüncesinin tam gerçekleşmesi olanağı karşısında modern ekinin tüm savunma düzeneği insanın içgüdüsel doğasını bastırmadaki değil ama tam tersine etkinleştirmedeki başarısına bağlıdır: Erotizmden soyutlanmış eşeysellik, denetimsiz küresel pazar ekonomisi ve bir savurganlık olarak tüketim, sadistik bir nükleer silahlanma yarışı – tümü de tutkuların us üzerindeki utkusuna tanıklık ederler, modern toplumu bir hırs ilkesinin cisimselleşmesi olarak gösterirler, ve insanlığın uyum ve birlik, barış ve güvenlik gibi en ilk ve en son, en doğal ve en uygar, en gerçekçi ve en haklı özlemlerinin kendilerini ütopyaya sürerler.

Böyle usdışı yapılaşmayı güvence altına alma ve meşrulaştırma aracı olarak hizmet eden modern demokrasi usun tutkulara boyuneğişinin kutlanışı olur: Totaliter geçmişe karşı bir önlem olma görünüşü altında, uygarlaşmanın kendisini önlemenin aracı olur. Hiç kuşkusuz modern devlette politik eşitlik ilkesi uygulanır, yasalar gerçekten de “evrensel istenç” tarafından belirlenir, ve hak ve ödevler dizgesi iyi kötü işler. Ama gene de bu “demokrasi” Klasik dönem demokrasisi ile karşılaştırıldığında bir soysuzluk kurumu olarak, yalanın egemenliği olarak görünür çünkü göğün ilksiz-sonsuz değerlerine ayarlanmış  Klasik yasama ile tam karşıtlık içinde, modern yasama yararcılık göz önüne alınarak işlev görür, insan hakları ile bağdaşmaya değil ama onları içerde ve dışarda, ulusal ve küresel ölçekte çiğnemeye ayarlanır: En “uygar” ülkelerde işkence yöntemli, meşru, ve süreklidir; sağlık ve eğitim yoksullara kısıtlı olarak sunulur; en bayağı itkiler özgürlük istenci olarak yüceltilir; ve bu İleri Dünya karşısında dünyanın geri kalan %85’i Üçüncü Dünyadır – bugün bile Batılı demokrasilerin, sözcüğün gerçek anlamında halk egemenliklerinin acımasız talan alanları.

Daha da kötüsü, bu “uygarlığın” kendi içinde onu yatıştırmak için hiçbir eğilim yok gibi görünmektedir. Modern kişilikler bebeklik aşamasında belirlenen tutkuların, baskıların, ve fobilerin daha ötesine büyümeyi reddetmektedirler. Son zamanların kart taşıyan postmodernist sosyalistlerinden biri olan Richard Rorty başka herşey arasında bütün bir tıbbı, giderek aspirini de keşfeden modern Batı uygarlığı adına konuşarak Batının Üçüncü Dünyaya bu ilacı zorla içirmeyeceğini yazar. Eğer Üçüncü Dünyanın ilaca bir gereksinimi varsa, bunun yüzyıllar boyunca moral ve fiziksel hijyenden hiçbir haberi olmayan aynı Batı “uygarlığı” tarafından yaratılan yalancı bir gereksinim olduğunu hiç olmazsa Batıbilincinin terimlerinin ötesinde düşünebilme yeteneğinde olduğuna inanan biri başarabilmeliydi. Ve eğer dünyanın geri kalanı Batının modern iyiliklerini “ekinsel nedenlerle” geri çevirecekse, bunun gerçekte Batının yüzyıllardır süren iyiliklerinden artık bıkılmış olması nedeniyle olacağını hiç olmazsa düşüncelerine biraz çeki düzen vermeye çalışan bir akademik anlayabilmeliydi. Ama Rorty’nin gençlere Star Wars gibi Amerikan klasiklerini “Batı idealizminin” örnekleri olarak salık verdiğini okuduğumuz zaman, bir şaşkınlık değil ama tutarlık karşısında olduğumuzu kabul etmek zorunda kalırız. (12).

Batı “uygarlığını” çözümlemesi ya da eleştirisi ya da yadsıması nedeniyle Freud’un gördüğü şeyden ötürü karamsarlıkla suçlamak geçersizdir çünkü Ölüm İçgüdüsü dediği şey bugün de aynı Batı uygarlığında neredeyse özerk bir güç gibi işlemeyi sürdürmektedir. Böyle demokrasileri ruhsal zeminlerinde anlamak için hiçbir terim bilinçsiz saldırganlık eğiliminden daha uygun değildir. Ve böyle demokrasilerin değerlerini saptamak için hiçbirşey onları sözde kökenleri olan Klasik demokrasi ile karşılaştırmaktan daha uygun değildir. Klasik demokrasi bilinçli olarak erdem üzerine kuruludur. Modern demokrasi bilinçli olarak erdemsizlik. Klasik tinin saltık değerler olarak saydığı duyunç yasaları modern dönemde utanmaz bir pragmatizmin önünde geriler. Ama bu devletin egemeni modern kitle toplumunun kendisinden başkası değildir. Modern dönemde meşru hükûmetler devrildiği, ya da savunmasız kentler bombalandığı ve siviller kitleler olarak yokedildiği zaman bile, bunlar modern demokratik “üst-ben”in anlatımları olarak yer alırlar.

İnsan Haklarının Çiğnenmesi = Bilinçsiz Nefret Duygusu

Modern demokrasi insan hakları kavramını Freud’un bir saldırganlık eğilimleri pıhtısı olarak tanımladığı “duyuncun” perspektifinden algılar. Başka bir deyişle, böyle bir kavramın yalnızca adını algılar. Dinamik bir bilinçaltı tortusu, bir saldırganlık ya da nefret kaynağı demokratik duyuncu küçültür, onun varoluşu kendinde olduğu gibi, bir haksızlık ve türesizlik düzeni olarak yargılamasını engeller. Hak kavramını bilincin özgür çağrışım süreçlerinden uzaklaştıran bu dinamik baskıcı öğe bütün toplumsal arenayı Güç İstencinin denetimine bırakır, ve modern paranoya geleneğin direncini Güç = Hak denklemine göre kolayca kırar. Böyle ruh hiç kuşkusuz içgüdülerin denetimindedir, ve böyle us hiç kuşkusuz tutkuların kölesidir. Asıl kavramında bir us ve ruh yıkımı olan nihilizm duyuncun hak kavramını tanımasına izin vermez. Ve hiçbirşey hak kavramına kapalı bir bilincin özsel olarak yalnızca tarihin erekselliğine anlatım veren özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramlarının karşıtlarını doğrulamasından daha tutarlı olamaz.

Ruhçözümlemenin dilinde bilinçsiz suçluluk duygusunun eyleme çevrilişi olan şey bir başka bakış açısından insan haklarının çiğnenmesi dediğimiz modern olgu ile çakışır ve elde edilen pozitif bilimsel gelişme düzeyinde, uygarlığın kendisi için saltık gözdağını oluşturur. Modern Batıyı insanlık bütününden ayıran ve ona düşmanlaştıran bu ruhbilimsel ayrım aynı zamanda modern tarihi ussal, ereksel bir özgürleşme süreci olarak işleyen bütün bir Dünya Tarihinden de ayıran başlıca etmen olarak görünür.

Bütün bir insan hakları sorunu ile bilinçsiz saldırganlık dürtüsü denilen şey arasındaki ilgi açık olmalıdır. Ussal insan da hiç kuşkusuz haksızlık olarak gördüğü şey karşısında nefret duyar ve eyleme itilir. Ama bu nefretin usunu karartmasına, bilincini yitirmesine izin vermez. Delirmez. Kendini denetler, düşünür, bilerek, özgür istenciyle karar verir. Ancak tutkusunu denetleyemeyen insan hak kavramının bilincine ulaşmasına izin vermeyi başaramaz. Davranışı ne yaptığını bilmeyen birinin eylemi olarak, yoketme uğruna yoketme olarak, insanlık-dışı bir güdünün, bir iç-güdünün boşalması gibi görünür. Ve gerçekten de öyledir.

Duyunç Üst-Ben Değildir

Duyunç hiç kuşkusuz bir suçluluk duygusundan, cezalandırıcı, saldırgan, sadistik vb. bir üst-ben imgesinden daha başka birşeydir. Ne de içgüdüden türer. Dünyanın tüm sofizmi biraraya toplansa böyle bir çıkarsamayı yapamaz. Ne de “ego” “id”den, us içgüdüden türetilebilir. Freud böyle dilbilgisi terimlerini, kişi adıllarını vb. us, duyunç, değer, sevgi gibi modern tabuları örten simgeler olarak, açıkça alegorik olarak, çağının pozitivist modasına uygun düşen örtmeceli sözcükler olarak kullanır. Yine aynı dilbilgisi ve mitoloji terimleri klinik ruhçözümlemeyi bir uzmanlık alanı olarak çevreye karşı soyutlamada, politik olarak yüksüzleştirmede, önyargılara karşı daha az rahatsız edici yapmada, ve bireysel uygulamalara kaçınılmaz olarak eşlik eden bir yanılgılar okyanusunu örtmede yararlıdır. Duyunç bilinçaltının iç zorunluğu ile karşıtlık içinde bilinçli iç özgürlüğün sesidir: Onu dinleyebilir, iyiyi ve doğruyu, kötüyü ve eğriyi bilme tehlikesini göze alabilirim. Ama modern kitle toplumu pürüzsüzce işleyen bir yalanlar düzeneğine gereksindiği için, değer yargıları ondan uzak tutulmalı, duyuncun nesnel özgürlüğü dış dünyayı terkederek yalnız yüreğin içselliğine, suskun bir öznelliğin karanlığına gömülmelidir. Orada dış dünyayı yabancılayabilir, ondan korkabilir ve onu düşman olarak algılayabilir, ve bu korku-nefret eytişimi yüreğinde güçlü bir suçluluk duygusu olarak belirebilir. Bu duygu da içgüdünün anonim düzleminde insanın ilk suçu ile aynı etkiyi yaratır. Protestan patentli modern duyuncun bu dünya ile bir işi, orada bir söz hakkı yoktur. Duyuncunu nesnel dünyanın, törellik alanının kaygılarından özgürleştiren modern yurttaş orada “özgür”dür, e.d. dürtüseldir, iyinin ve kötünün ötesindedir. Modern özgürlük bilinçsizin özgürlüğüdür: İçe doğru bir saldırganlık ve dışa doğru bir başka saldırganlık olarak . Böylece ruhçözümlemenin duyunç dediği cezalandırıcı “üst-ben” ve modern ekinin insan ruhunda duyunca indirgediği şey, Eros’tan soyutlanan ruhun içgüdüsel eğilimleri çakışırlar ve modern Batı “duyuncu” kendini bilinçsiz bir saldırganlık eğiliminin çok-şekilli belirişi olarak gösterir.

Ruhçözümleme Geç mi Kalmıştır?

Ruhun hastalığı insanın uygarlaşmış doğasının bir sorunudur. Bir uygarlık sorunu ancak uygarca yöntemler yoluyla çözülebilir. Türkler ruh hastalarını Güzel Sanat yoluyla sağaltırlardı. Batı böyle sevgiye yabancıydı. Bu ekinin kendinde her zaman gereksindiği ruhçözümlemenin bilimsel ve yöntemli bir kuram ve bir sağaltım yolu olarak geç bir dönemde, modern dönemde ortaya çıkması baskı olgusunun Batıda geç bir dönemde kitleselleşmiş olduğunu göstermez. Avrupa’da yüzyıllarca hapsedilerek, cezalandırılarak, işkence edilerek, yokedilerek “sağaltılan” histeriklerin sorunlarına insanca bir çözüm için gerekli olan ekinsel ve bilimsel koşulların ortaya çıkışındaki gecikmeyi gösterir. (13). Ama bir başka yandaki, iç tutarlılık yanındaki gecikme bütünüyle ruhçözümlemenin kendi sorumluluğunda olan bir gecikmedir, ve düşünce yönteminde kuşkucu, görgücü, pozitivist, e.d. asıl Batı ölçünleri içinde büyümeye çalıştığı sürece ruhçözümleme kavramsal ve kuramsal yapısını tamamlama olanağından vazgeçmek zorundadır.

Ruhçözümlemede Pozitif Öğe

Henüz bulanık kavramlarla işleyen her görgül bilim durumunda olduğu gibi, ruhçözümleme de bir çelişkiler, tutarsızlıklar, mantıksız bağıntılar yumağı gibi görünür ve bu aşamada ondan insanın ruhsal belirlenimi üzerine duru bir kavrayış edinmek henüz olanaksızdır. Bugünkü durumuyla, her ülkede ruhçözümleme topluluğu aşağı yukarı her biri kendi “paradigmaları” ile tanımlanan sayısız bölüngülerin bir türlülüğünü sergiler. Kişisel ve öznel dağınıklık kurumsal sertleşmeye karşı bütünüyle istenebilir birşey olsa da, bu kaçınılmaz iç kavga ruhçözümlemeyi anlamlı kılan, onu heyecanlı, tılsımlı, iyileştirici bir konuşma yapan erotik öğeden birşeyler çalar, onun genel kuramsal çabasına sızan ve bir ölçüde orada yerleşen bilinçsiz pozitivist öğeyi güçlendirir. Metapsikoloji ruhçözümlemenin kendisini ortadan kaldıracak “Eros’un ölümü” gibi bir çıkarsamayı yasaklasa da, pozitif yan Eros’u arı eşeysel içgüdüye indirgeme eğilimine yenik düşer, kuram Duyguyu anlamsız ve değersiz bulan, bilim-dışı sayan kendi iç pozitivizmi ile etkerliğini zayıflatır. Bu uyarlanmanın görgül ruhçözümleme uygulayımında başat eğilimi temsil ettiği düzeye dek, sonuç bir zamanlar dinsel duygunun denetleme savında olduğu ruhsallık alanının en ileri ülkelerde akademik-kurumsal ruhçözümleme ve kitlesel Prozac arasındaki kısır çarpışmaya terkedilmesi olarak görünür. Bunun her bir toplum için ne ölçüde geçerli olduğu bir görgül olgu sorunudur. Ama modernizmin mantığı felsefesiz her bilimi hizaya çekmede oldukça etkilidir, ve yerleşik olgusallık ilkesinin en sonunda güvenlik verici olanı yeğlemesi ölçüsünde ruhçözümleme uygulayımının kendisi Eros’u terketmeye, kendini koşullara uyarlamaya zorlanır. Salt eşeyselliğe erotizmden daha fazla önem ve anlam veren küçük bir kesimin ayrıcalığı olma, modernizmin bir bileşenine bozulma gözdağı altına düşer.

Ruhçözümlemeyi Eleştirmek?

Ruhçözümleme kuramını onun eleştirel özünü sağlamlaştırmak için değil ama etkisizleştirmek için eleştirmek içtenliği ve değeri su götürmez bir eleştiri karşısında geçersiz bir olgusallığı savunmaktır. Açıkca işbirliği etmektir. Freud’a saldırısında mantıksal-kuramsal bir çürütme sunamayan ama yalnızca kişisel eğilimlere anlatım veren davranışçılık ruhçözümleme kuramının eleştirisini türesiz, duyunçsuz, sevgisiz bir toplumsal yapının ayakta kalması uğruna savuşturmaya hizmet eder. Duyunç yitiminin evrenselliği karşısında, “patoloji” terimi modern ekinde genel olarak ruhsallığın “normal” durumu ile eşanlamlı olur. Bu düzeye dek, iyileşme olanağı bu ekin alanının kendi eğilimlerinden ancak direnç görebilir: Sağaltım zorunlu olarak dışardan gelmelidir. Ve ruhçözümleme Freud’un ona yaptığı bütünüyle ilgisiz, tutarsız ve gereksiz bir dizi dışsal pozitivist-nihilist eklentiden bağışlandığında, kendini özsel olarak Klasik felsefenin Eros ve Ruh öğretilerinden yola çıkan, Romantik yazın tarafından desteklenen, ve kurgul düşüncede kökleşmeye çabalayan bir değer-bilim bileşimi olarak gösterir. Böylece, ruhçözümlemenin hem ilkesinde hem de açınımında insanlığın evrensel deneyim birikimine ait olması olgusu onun sağaltımının aynı zamanda evrensel insan doğasına bir yeniden yöneliş olanağı olduğunu gösterir. Ruhçözümlemenin henüz belli belirsiz göstermeye çalıştığı ideal ruhsal ölçünler karşısında kendi baskıcı gerçekliğinin bir ölçüsünü çıkaran modern bilinç hiç kuşkusuz kendini bilme sürecinde önemli bir ilerleme yapmış olur. Bu bilinçaltı pıhtısının gerçek “kendisi” olmadığını gördüğü ve böyle dış güdümlü benliği kabul edemeyeceğini anladığı zaman, insan hiç kuşkusuz edimsel olarak kendi doğasına daha da yaklaşmış, daha da ilerlemiş, gelişmiş, büyümüş olur. Ruhçözümleme uygarlaştırıcıdır.

Kuram ve Kişisellik

Sigmund Freud Avrupa’da 18 ve 19’uncu yüzyıllardaki cılız idealist, romantik ve neo-klasik atılımlarının sona ermekte olduğu, nihilizmin, pozitivizmin ve materyalizmin aşağı yukarı bütün bir Hıristiyan dünyanın başat eğilimleri olarak karşıtlığı etkisizleştirdikleri bir dönemde yaşadı. Tarihsel Materyalizmin on milyonlarca insanı yokettiğini algılama şansı olmasa da, kitapları yakıldı, bir Gestapo deneyimini kişisel olarak yaşadı, Auschwitz, Dresden, Hiroşima, My Lai, Bosna ve Çeçenistan gibi ardı arkası gelmeyen modern soykırımların bir ön ürpertisini duydu. Onun kötümserliğini bile iyimserlik olarak gösteren bir gelecek olaylar dizisi dikkate alındığında, onu kendi geliştirdiği kuramın bütünü ile tutarsızlığa düşüren vargılara yönelmesini kınamamız olanaksızdır.

Ama başından sonuna dek her on yılı, her yılı, her günü türesizlik, acımasızlık ve yokedicilik terimlerinde yaşanan bir modern tarihsel dönemin bütün bir tarihi temsil ettiği görüşü yine Freud’un kendisine ait olan usun birincilliği savı ile bağdaşmaz.

Hıristiyan ulusların bilinçlerinde ve bilinçaltlarında cisimselleşen soygelişimsel nefretin bütün bir insanlığın doğasındaki düzeltilmesi olanaksız bir bozukluktan kaynaklandığı savı bütün bir modern tarihin tüm insanlık dışı olgularının bile aklamayı başaramayacakları nihilistik bir varsayımdır.

Salt modern Batı ekinine özünlü yabanıllık nedeniyle Uygarlığın kendisinden umudu kesmek inandırıcı değildir. İnsanın doğası sevgiye katılmaktır, nefrete değil.

Freud hiç kuşkusuz dört dörtlük bir kuram sunduğunu ileri sürmedi. Hiçbir zaman böylesine kibirli olmadı. Kendi açıkça baskıcı kişilik yapısının kavrayış gücünü çok çok aşan bir erotik-ussal karmaşa karşısında yetersizliklerini, eksikliklerini, yanlışlıklarını örtmeye çalışmadı. Onları gidermek için, düzeltmek için, kuramını daha güçlü ve etkili bir yapıya kavuşturmak için neredeyse ölçüsüz bir tutkuyla bıkmadan, usanmadan yaşamı boyunca didinip durdu. Durdurulması, duraksaması, düşkırıklığına uğraması olanaklı değildi. Bencildi, zaman zaman çocuksuydu, ele aldığı konuya daha büyük bir çözümleme gücüyle yaklaşmasını sağlayacak felsefî deneyimden yoksundu. Uslamlamalarında açıkça el yordamıyla düşe kalka ilerledi, ve zaman zaman geriledi. Ama kendi bilinçsiz güdülerinin etkisi altında da olsa, bunların üstüne ve ötesine yükselen bir Freud imgesi yarattı ve sözcüğün en idealist anlamında insanlığa adanmış bir ruhun yaşamı anlamla doldurduğuna inandı. Freud ne bilimde sürekliliği yadsıyan mızmız bir pozitivistti, ne de varoluşun anlamsız, insanın değersiz, ve bilimin masal olduğunu düşünen, çatlak bir nihilist. Ruhçözümleme kuramını evrensel insan bilgeliğinin bir bölümü olarak gördü. Bu yüzden ona bir felsefe dizgesinin sağın bütünlüğünü vermeyi başaramamış olmasına karşın, gene de onu bireysel klinik sağaltımın ötesinde evrensel insanlığın ruhsal dünyasını, duygu dünyasını iyileştirmenin bir yöntemi olarak biçimlendirmeye çalıştı. Onu olguların ruhsuz bir gözlemi olmanın ötesine, doğrudan doğruya değer konutlayan bir varoluş çözümlemesine yükseltmeye çabaladı.

(11) Prozac Diary: Ağır bir kronik çöküntüden sonra saplantı sinircesi belirtileri de göstermeye başlayan Lauren Slater sonunda Prozac sağaltımı görmeye başlar. İlacın ilk kullanıcılarından olur ve on yıl süren Prozac yaşantısını Prozac Diary’de (1998) anlatır. “Hastalığa verdiğimiz anlamlar konusunda çok şey söylendi,” diye yazar, “ama sağaltımdan çıkardığımız anlamlar konusunda? Sağaltım benliğin karmaşık, yön bozucu bir düzeltilmesidir ve ince ya da kaba saba olabilir.” Prozac ilkin onu kullananların pek çoğuna yaptığı gibi ondan eşeysellik itkisini alır. Ve belli bir noktada daha az etkili olmaya başlar. Beyin görünürde kendini ayarlayarak eski yollarına dönmeye çalışmaktadır. Slater’in durumunda Prozac iyi kötü yaratıcı benliğini de bastırır. Çocukluğundan bu yana kalemi ne zaman eline alsa düşüncelerini yakalayan, onu çılgınlar gibi yazmaya götüren sesler Prozac tarafından susturulur. Son olarak Prozac elinden Tanrıya inancını alır. Pozitivist eleştiri bunlardan şöyle bir ders çıkarır: “Eğer 80 miligram fluoxetine hydrochloride siz olan şeyi değiştirmek için yeterliyse, o zaman hepimiz açıktır ki kimyasal bileşiklerden başka birşey değiliz”.

(12) Rorty’ninyazısı şu anahtar sözcüklerle internette bulunabilir: “TheCommunitarian Impulse,” Colorado College’s 125th Anniversary Symposium, Cultures in the 21st Century; Conflicts and Convergences.

(13) Histeri ve Cadılık. Histeriyi bedenin değil ama ruhun bir hastalığı olarak gören ve 9’uncu yüzyıl gibi erken bir tarihte özelleşmiş hastahanelerde ilk ruhsal sağaltım yöntemlerini geliştirmeye ve uygulamaya başlayan İslâmik tıp ile karşıtlık içinde, Hıristiyan Avrupa yüzyıllarca ruhsal bozuklukları demonoloji ile açıkladı. Bir histeri olayı keşişler için kadının şeytanla ilişki içinde olduğu anlamına geliyor ve bu öncülden kadınların ahlâksal ilkelerine bir gözdağı olduğu sonucunu çıkarıyorlardı. İncil’deki buyrukları (Çıkış/Exodus 22:18 (Afsuncu kadını yaşatmıyacaksın), Levililer/Leviticus 2:27 [(Ve cinci ya da bakıcı olan erkek veya kadın mutlaka öldürülecektir; onları taşla taşlayacaklardır); Paul’den Galatyalılara / Galatians 5:20-21 (Ve bedenin işleri bellidir:… sihirbazlık…)] izleyen Kilise cadılık olarak gördüğü ruhsal rahatsızlıklara karşı bir kampanya başlattı. Cadıların saptanması ve cezalandırılması için bir elkitabı olan Malleus Maleficarum (1487-1489) ile cadı avcılığına resmî Katolik onay verildi. Yalnızca duygusal rahatsızlık geçiren kadınlar yüzyıllarca dinsel buyruklara uygun olarak yakıldılar. Kendisi bir histeriden başka birşey olmayan bu çılgınlık kampanyası Fransa’da 1682’de XIV’üncü Louis’in histerik kadınlar için ölüm cezasını kaldırmasıyla yavaşlamaya başladı. Gene de ruh hastalıklarına ayrılan hastahaneler birer yabanıllık ve ilgisizlik kurumları olarak kalmayı sürdürdüler. Charcot’nun müdürlüğünü yaptığı Salpètrière’de 1800’lerin ortalarında 5000 kadar kadın hastaya bakılıyordu