BİR SON ÇARE OLARAK UMARSIZLIK GÜZELLEMESİ
(YA DA YİNE BİR BAŞKA DEYİŞLE
AYMAZLIK, KIRILGANLIK VE ÖZELEŞTİRİYLE İLİŞKİLENDİRİLEBİLECEK
YOL, YORDAM, YÖNTEM KAVRAMLAŞTIRMASI ÜZERİNE)
Bayanlar ve Baylar,
Şu son birkaç on yılın içerisinde Türk dilinin, birinci anlamıyla kullanılan, yabancı kökenli sözcüklerinden birisi olan “cins” terimi, tematik bir değişim geçirerek bir alt kültür göstergesine dönüşmüş ve en edebe yakışır karşıtıyla “nev-i şahsına münhasır” ki, özüyle örülerek dokulanmış biçiminde algılanabilir neredeyse) anlamında kullanılır olmuştur. İşte salt bu nedenle bile, bu travmatik periyotlarla çıkan yayın örgenin buna ancak alışabilmiş kimi kalemşor tahifesi, “yazar sorumluluğu” adı verilen kavramı bi (zatihi) biçimde geyik denilen hayvana koşum takımı olarak kullanmayı alışkanlık haline getirmekte ve kendi arasında, konu seçimlerinde bir cinslik olduğunu hiç çekinmeden zikretmekte bir sakınca görmemektedir.
Sorumluluğun anlamı kalmamıştır. Bunun yanı sıra, söz konusu örgenin her seferinde en az bir ay daha geç çıkacağından en küçük bir kuşku bile duyulması umudu bırakılmadığından, tahifenin, güneş altında sırt kaşıyarak art arda (ama çok piano), “Tembelliğin Yöntembilimi”, “Tembelliğin Estetiği”, ve giderek “Tembellik Bir «izm» midir?”, “Miskinlik Kavramlarının Günümüz Tembelliğindeki Yansımaları”, “Şekspir ile Flober Bunu Para için mi Yaptılar”, “Eğer Reenkarnasyon Adı Verilen Olgu bir Gerçekse, Pavlov bir Önceki Yaşamında Aynı Adı Taşıyan bir Kuçu muydu”, “Epistema Kıpılarından Yıldız Yapma Sanatı”, “Oturduğun Yerden Yurdu Kurtarma Sanatı”, “Ta Oralardan Te Buralara dek At Koparmanın Anlambilimindeki Mazoşizm Kıpılarına Giriş”, “Berbatlik’e Bir Bakış”, “Kişinin Burnunu Bile Kaşımaktan Vazgeçtiği Gün Biten Cinsel Perhizin Ardından Doğan Aydınlanma Güneşi”, “Tüm Bunlar Doğruysa, Kahraman Bapçum Gizli Bir Yazın Kutbu muydu”, “Albert Camus Üst-Uzaylı Bir Proto-Şaman mıydı”, “Eğer Öyle İdiyse Alt-Uzayda Tezahür Eden Uçan Dairelerin İşi Ne?” ve tüm bunların şahikası olarak “Üç Derste, Olası bir Deniz Kazası Esnasında Bir Erkek Olarak Başınıza Herhangi Bir Bela Sarmadan Filikalarda Yer Bulmanın Doğu Dövüş Sanatlarındaki Tartışılmaz Yeri” (ki bu sonuncusunun salt ismini dizmek bile, beyinde oluşturduğu protein çöküntüsü nedeniyle, birden çok şehit verdirmiştir bizlere) gibi seminerlerin düzenlenmesi amacıyla, başına hindistancevizi ağacı meyvesi düşmediği sürece çaba göstermeyi itikat haline getirdiği bir zamanda, tepeden inme telefonlar alıp, güzelim endorfininin kimyasal değişim geçirerek neredeyse sitrik asite dönüştüğü (oof; of!) sinirce içinde gözlemlenmektedir.
Sağlıklı sinirlenmede hiçbir beis olmasa gerekir. Buna karşın, sinirlenme ihtiyat haline gelmişse ve sağlıksızlık getiriyorsa tekinsizlik başlamıştır. O vakit buna uyanabilmek bu zehrin biricik antidotudur. Tahifenin konumundaysa sitrik asit üretimi sınai bir boyut kazanmaktadır.
Yeter ki yeter…
Eski bir müzik gazisi olarak frekansların gadrine uğramamak mümkin değildir. Dilbilimsel anlamda bakıldığında, frekans ve çırpın terimleri arasında bir fark görmeye kalkışmak ise amiyane deyimiyle anlamsızlıktan başka bir şey olamayabilecekti. Bu açıdan bakıldığında, beşer dediğimiz yaratılış, “ben bilinen bir hazineydim, gizlenmeyi istedim” demeyi beceren inatçı bir keçidir sanki. “Nasıl yani?” sorusunun lüksünü teneffüs etmek isteyenler için açımlamak gerekirse: Hani US’un birinci sayısının kapağında bütün görkemiyle sunulan anın geçtiği sahnedeki kemerin üstünde yazan bir yazı vardır, işte beşere yönelik tüm dertler bu söylemin içeriğinden geliyor kanımca: “Kendini bil!”
Eğer tank paletlerinin üstünüzden geçmesine; şarapnellerin bedeninizi eleğe döndürmesine; kafanızdaki sesin beyninizi beğendili kebap etmesine karşın ayakta kalmayı becerebilmişseniz ve “çok acılar çektim” söyleminin anlamsızlığına hâlâ inanabiliyorsanız, artık kendinizi de bilebileceğinize inanmakta bir sakınca kalmış mıdır? Aslında gereken, bireşime yol açmaksa, ne yardan ne de serden geçmemekte bir sakınca göremiyorum: Hayat zordur ve zorluk o kadar önemli değildir.
Yaşantımdan hikâye çıkarmayı aklıma getirmeden, hikâye gibi yaşadığım günler çocukluğuma denk düşer… Neredeyse beş buçuk yaşımdayken, o yılın yazının başında, gürgenden yontulmuş kılıcımla kamamı belime kuşanıp sevdiğim kızı düşmanlarının elinden kurtarmak amacıyla bilinmeze (üst mahalleye) yürüyüşüm olmuştur. Zaten, akıncılığımın da son anı buydu belki. Daha sonra, esir erkin pençesine düştüm, herkesler gibi. O andan başlayarak kişilerin kafasında bir zerreydim ben (ta ki o zerrenin, bir çemberin merkezini de oluşturabileceğini kavrayana dek). Yine de, bunları an la ya ma dan önce, kanalizasyon çukurlarında yağmur sularıyla beslenip, krallık günlerinin mor sümbüllü bahçelerini düşleyen bir lağım faresi olmayı yeğlemek durumuna düşülebileceğini öğrendim.
Er kişi niyetine gitmenin bir anlamı olmadığına aydığım gün ise kalakaldım. Adası gün be gün suyla örtülen bir karikatür kazazedesi gibiydim. Hayatımda kesintisiz altmış dakikalık huzur sürelerini ya dört ya da beş kez yakalayabilmiştim. Endişe denilen terime kişilik kazandırabilseydik her halde daimî velim olurdu. Kendi varlığına katlanamayan bahtsızlardan biri durumuna düşmüştüm.
O kalakalış, elimin etrafındaki her bir nesneyle sapan lastiği yapmayacağıma çevremdekileri kani kılmamı ve taburcu edilmemi sağlamalıydı. Beynimi yakmaya gerçekten çeyrek kalmıştı. Bilincimin ayırdına vardığım ilk andan bu yana yüce ülküler yüklenmiş bir sefile dönüştüğümü apaçık görmüştüm. Eco, Foucault Sarkacı’nı yazmadan çok daha önceleri benimsemiş olduğum aynı dedektiflikten emekliye ayrılmam gerekiyordu. Artık sözcüğün tam anlamıyla dışarı çıkmak istiyordum. Bunun için neler yapılabilirdi?
Bir şey oluşturmalıydım. Oluşturacağım şeye, bakıldığında görülebiliyorsa bakmalı; duyulduğunda işitilebiliyorsa dinlemeli, koklanabiliyorsa ve nezle değilsem koklamalıydım. Peki bir kıpı sonra ne yapacaktım? Ben ve o işte… Salt ben değil, salt o değil; ben ve o… Atmayı bırakın, eskiciye de satamazsınız. Fakat gelin görün ki, hem onunla hem de onsuz olmak ikilemi gönlünüzü de bulandırmaya başlamıştır.
Adına “oluştururum” sözcüğü yakıştırılan bu garabet, dışa vurulmuş bir balonluk nefesten başka bir şey olmasa gerektir; anı heyecanla yaşarken üflenen bir karbon monoksit birikimi? Yok, belki de böyle değil. Dağlara taşlara sığmayan, yerinde durdu mu albızlara karşıcı çıkaran soyumun zekâsı, sokakta yürürken sürekli tüküren bir “it” misali üretir. Dayanamaz. Kafasındaki varoluşun tansığı olduğunu varsaydığı şeydir bunlar. Adınız herhangi bir dilin bilgisi bağlamında dizilmiş olabilir. Üretim süreci hemen herkeste aynı esaret içinde çalışmaktadır… Da, sonradan donarak ölen bu oluşturum cesetlerinin akıbeti ne yöne doğrudur? Kişi ya bu akıbetin hüznüyle yaşayacak, ya da bunu tepecek bir gayrete girecektir. Nerede? Yolda.
İnsan her şeye karşın örselenmeye gelemeyen bir yaratıktır. En yırtıcı deneyimleri geçirenler bile, geri döndüklerinde orta yolu önerirler. Yolu önerdiler, bir de “orta”yı öneriyorlar. Orta > ortam > yordam. Tabi ki şaka ve fakat “Orta Yol” kavramının ortası ise yordamın ta kendisi sanki.
Orta yolda yürürken ısınıp ısıyı da pöç kemiğinde hissettiğinizde, yaşadığınızı da hissedersiniz. Bu da yukarıda sözü geçen frekansı yayma gereksinimini açığa çıkarır. Kalorifer peteklerinin bile belirli bir frekans aralığını anıştırdığı dünyamızda bu yayını nasıl yapacaksınızdır? Yoluyla, yordamıyla; kısacası, belirli bir yöntemle.
Bir nefeste al nefsimi can çıkar
Nefse terazi kakmasan kan çıkar
Pür dikkat et şaytanıya av çıkar
Avın olsun kendi dolsun kudreti
Tin açılmaz şaytan değmez gün geçer
Gün geçerse şaytanlar kendin biçer
Berbati uğramasa canan kula
Tespihin tesbitiyle ömrün geçer
Siz değil, haddimi bilmeyi unutturanlar utansın efendim.