Varolma kaygısı içimizdeki en güçlü dürtülerden birisi. Bu dürtü bizi sürekli olarak uyarır ve bu uyarının itkisiyle belirli etkinlikler, giderek eylemler yaparız. İnsanın kendini var etmesi fıtratında olan yetilerini açığa çıkarması, bu yetileri birer yetkinliğe dönüştürmesidir.
Kendimizi var etme sürecimiz diğer insanlarla ilişki yoluyla olmak zorundadır; çünkü sadece bir içgüdü varlığı değil, aynı zamanda bir tinsel varlık olmamız bunu zorunlu kılar. Tinsel varlık ile içgüdüsel varlık olma arasında bir ayrım vardır. İnsan dışındaki tüm canlılar içgüdüleri ve örgensel yapılarının doğal gücüyle sınırlıdırlar. Dolayısıyla verili koşullara mahkûmdurlar ve doğal dürtülerini doyurma sınırının ötesine geçemezler.
İnsana gelince durum farklıdır; insan hiçbir zaman var olanla yetinmeyip hep daha ötesine geçmek, verili koşulları kendi isteği doğrultusunda değiştirmek ister. En basitinden giyim kuşam, süslenme çabalarımız bile bize bunu gösterir. Kendi bedenimiz ve görünüşümüz üzerinde değişiklik yaparız.
Birkaç adım daha ötesinde bu değişiklik isteği yakın çevremize, topluma ve tarihe kadar uzanır. Var olmak aynı zamanda kendini sürekli olarak yeniden yapılandırmaktır; varoluş bir eylemlilik süreci, dönüştürme isteğinin dış dünyaya müdahalesidir.
Hiç kimse bu sürecin dışında kalamaz, ancak bu süreci yaşarken izlediği yol, uyguladığı yöntem ve yöneldiği amaç farklı olabilir. İnsanın kendi olması ya da taklit düzeyinde kalması bu süreçte kendini gösterir. Kendi olmak demek ayrıksı olmak adına herkesten farklı davranmak demek değildir elbette; bu sadece çocukça bir oyundur. Aslında her insan ayrıksıdır, kimse kimsenin benzeri ve eşiti değildir, ama herkes eşsizdir. Ancak insanî potansiyel olarak, tüm özelliklerinden soyutlanmış olarak baktığımızda, bireyselliğinin en derin boşluğunda aynıdır. Bu boşluk aynı zamanda bir insan olarak tüm insani yetilerin tohum olarak bulunduğu sonsuz bir dünyadır. Bu dünyadan hangi tohumları hayat tarlasına ekip meyve vereceği işte o bireyin iradesine bağlıdır. Ve bu iradeyle ne yapıp ne yapmadığı onun sorumluluğundadır. İnsanın kendi olması yapıp etmelerinin hesabını vermesi demektir. Kendi kendine kendinin hesabını veremeyen insan özgün –orijinal– varlığını ortaya çıkaramaz. Kendine hesap vermek ise eylemleri ve söylemleri hakkında kendine değişik açılardan soru sorup bunlara bağımsızca yanıt verebilmesi demektir.
“Allah mukallitleri sevmez.” Bu değerli uyarıyı kendi yaşamımızda şu veya bu ölçüde her birimiz duyumsamışızdır. Bunu, bilgeler kısaca “Taklitle yaşayanlardan sevgi açığa çıkmaz,” biçiminde açıklıyorlar. Gerçekten kendimizden baksak bu durumu fark etmemiz son derece açıktır. Örneğin, doğal davranışlarla yapay –taklit– davranışların üzerimizdeki etkisi son derece farklıdır. Taklit olan ne denli sükseli, ışıltılı, abartılı da olsa, doğal ve samimi bir halin karşısında hiçbir gücünün olmadığını duyumsayabiliriz.
Eylemlerimizde ve söylemlerimizde başka insanların deneyimleri bizler için son derece önemli bir yer tutar. Ama burada temel bir ayrım noktasıyla karşı karşıya geliriz: Örnek aldığımız insan gibi olmak özlemi, ya da kendi özgün arayışımızda onun deneyimlerinden faydalanmak.
Bu nokta kaygan bir andır, insanda çok farklı duyguların yaşanmasına yol açacak olan iki halin bize egemen olma durumudur: Saygı duymak mı, Yüceltmek mi?
Öğrenme ve olma süreçleri özenmekle, taklitle başlar. Çocuk konuşmayı büyüklerini taklit ederek öğrenir. Bu bir olgunlaşma aşamasıdır. Aynı yoldan yürümüş, aynı aşamadan geçmiş insanların deneyimleri daha sonraki kuşaklar ve bireyler için hazır malzeme olarak kullanılır. Ancak hep taklitte kalınamaz, taklit –kopya– aşaması kendi özgün yolunu bulmak için insanın içinden geçmek zorunda olduğu bir tünel gibidir. Ancak bu tüneli geçip ondan çıkmak gerekir.
Saygı duymak ve yüceltmek; her ikisi de insanın kendini aşma çabasının bir sonucu olarak içimizde canlanan itici güçlerdir. Bunlar birer hal, daha doğrusu duygu biçimi olduğu için başımıza gelirler. Bunun anlamı şudur: İradî değildirler, ancak iradî etkinlik–eylemler sonucunda başımıza gelirler.
Kendi sıkıntılarımızı kendimiz yaşarız, kendi arayışlarımızın yükünü kendimiz çekeriz, kendi deneyimlerimizin zevkini kendimiz tadarız; çünkü her şey kendi emeğimizin ürünü olarak bize aittir. Hikmetin peygamberi Süleyman şu kelâmıyla bu hakikati dile getirir:
“Gördüm ki iyi ve güzel olan şu: Tanrı’nın insana verdiği birkaç günlük ömür boyunca yemek, içmek, güneşin altında harcadığı emekten zevk almak, çünkü insanın payına düşen budur.” (Vaiz 5/18)
Emek sorumluluk duygusunu geliştirir, buna bağlı olarak saygı ve vefayı da doğurur. Bunların birliği olarak vicdan uyanır. Aslında bunlar bütünlüklü bir sarmalın halkaları gibidir, birini diğerinden ayırmak, hatta sıralama yapmak bile doğru değildir; ancak dilin doğası gereği böyle ifade etmek zorunda kalıyoruz.
Saygı duygusunda özenti, kapris, taklit yoktur; tam tersine kendisinin dışında ve kendisinden önce insanların çabasıyla yaratılmış değerleri koruma duygusu vardır. Bunu başaranları kıskanmak, onlar gibi olma özentisi yoktur. Ama onların deneyimlerini rehber olarak alıp deneyimlerinden yararlanma vardır; ‘ben de çabalarsam yapabilirim’ kararlılığı vardır.
Yüceltme yakından bakıldığında yapay, yüzeysel, rekabet yüklü, kıskançlıkla örülü ve özentiyle dolu bir duygu halidir. Yüceltmede yüceltilenin taklit edilmesi, onun dokunulmaz kılınması vardır. Belirleyici olan yanı, yüceltilenin olanaklarına sahip olmak, onun yerinde ya da onun gibi olma hırsı vardır. Dolayısıyla içten içe kıskançlık, yarış duygusu, fırsat buldukça gözden düşürmeye hevesli gizli düşmanlıkla da yüklüdür. Bu durumda kişiyi harekete geçiren dürtü kendi arayışının tutkusuyla, sorumluluk üstlenerek, ter döküp emek vererek var olmak değil, onun yerine yücelttiği gücün beğenisini kazanmak, onun onayını almak ve onun aracılığı ile var olma telâşıdır.
İnsan bu halleri kendi üzerinden kendi kendine izleyebilir. Bence ölçü son derece basittir; çabalarında bir süreklilik, içten gelen bir tutku, başkası tarafından onaylanıp onaylanmadığına bakmaksızın bir kararlılık varsa kişi kendi olma yolundadır, taklitte veya özentide değildir. Övgülerle havalara uçup eleştirilerle yerlere yapışmıyorsa kendi emeğinin ürünü olarak kendi kendini var ediyor demektir. Böylesi bir insanda değerbilirlik, vefalılık, anlayış, uyanık bir vicdan ve saygı duyabilme erdemi var demektir.
Yüceltmede durum farklıdır: Kıskançlık, beğenilmeme korkusu, dışlanma telâşı, özenti ve hırs varsa, bu, benlikte yapay bir şeylerin baskın olduğuna işarettir.
Her iki duygunun ya da halin psikolojik getirileri de birbirinden oldukça farklıdır: Birincisinde kendinden eminlik, kendiyle barışıklık, saflık ve masumiyet egemendir. İkincisinde (yüceltmede) içten içe bir telâş, korku, kendine yetememe, önemli bulduğu güçler tarafından desteklenme-önemsenme talebi vardır.
Kadim bilgeliğin şu uyarısının her insanı derinden etkileyecek güçte olduğunu düşünüyorum, çünkü aslımıza dair bir özelliğimizi bize hatırlatıyor: “Taklitte tok olan hakikatte açtır.”
Yollar açık; yollar yolcuyu seçmezler, ama yolcular yolu seçerler. Seçtiğimiz yolun bir yönü vardır. Bu yönün ara durakları olduğu gibi bir de sonsuza açılan kapısı vardır. Cehennemde de cennette de sonsuza kadar kalma hakkı vardır. Bu hakkı kimse bize armağan veya ceza olarak vermez; kendi adımlarımızla, kendi yolculuğumuzla kendimiz bulup-yapılandırıp-içinde yaşarız. Her birimiz bir yoldayız, ama birbirine bağlı. Bazen birbirine karışır, bazen kesişir, bazen birbirinden uzaklaşır. Her ne olursa olsun asıl olan içimizdeki yolların uyumunu sağlamaktır; bunu da bireyin kendisinden başka kimse yapamaz. Kimse kimsenin yerine mutlu olamaz, hiç kimse bir başkası adına inanç besleyemez, hayal kuramaz… Yolları kendimiz açar kendimiz yürürüz. Daha doğrusu biz nasıl yürüyorsak yollar öyle açılır…
Yolcu yolunda gerek.