Nâzım Hikmet’e Göre Dil Kavgası, Aydınlık Kavgasıdır.
“Türküler söylendikçe Türk diliyle
Seni seviyorum gülüm, dendikçe Türk diliyle
Türk diliyle gülünüp
Türk diliyle ağıtlar yakıldıkça Adnan bey
ben anılacağım
anılacak Türk diliyle size sövüşüm…
Bir adınız var, Adnan bey, adımıza benzeyen
Dilimiz kuruyor dilimizi konuştuğunuz için.”
“… Dilimin sözleri değerli taşlara benzer…
Ben bir kuyumcu yamağıyım. Bu aydınlık taşları birbirine çarparak işitilmemiş sesler çıkarmak istiyorum. Onları öyle bir dizeyim istiyorum ki, gözlerimiz en güzel bir türküyü dinler gibi olsunlar…”
(1934, Nâzım Hikmet)[1]
İnsan, kendi isteği dışında kendini yaratan, varlığının bilincine vararak, toplumsallaşarak kendini aşan, kendinin dışına taşan bir varlıktır.
İnsan bu toplumsallaşma serüveninde dili var etmiş ve dil, insanla var olmuş doğada; insanın toplumsallaşması dille gerçekleşmiş; insanın varoluşunun zorunluluğu, ana koşulu olmuş dil.
Düşüncenin temelidir dil, hem annesi hem babasıdır; bereketi, besleyeni, büyütenidir.
“… Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum.[2]” diyen Nâzım Hikmet’in dil sevgisi ve dile yaklaşımı, yazarların örnek alması gereken bir yaklaşımdır.
Bu yaklaşımıyladır ki Nâzım Hikmet, kendi dilinin en büyük ustası olmayı başarmıştır.
Nâzım Hikmet’in dille ilgili düşüncelerine ve bu düşüncelerini yaşama geçirdiği yazdıklarına baktığımız zaman gördüğümüz; bir dilin zenginliğinin toplumun da zenginliği, bir dilin aydınlığının toplumun da aydınlığı, bir dilin temizliğinin toplumun da temizliği olduğudur.
Nâzım Hikmet’e göre (1934), “… Dil, durmadan doğuran bir anadır… Yürüyüşün buyruğu budur… Böyle böyle akar gider…”[3]
Türkçemiz mi?
Osmanlı düzeninde Arap ve Fars hayranlığının, din devleti olmanın bir sonucu olarak “dinin dili”nin egemenliğine giren Türkçe, yüzyıllar süren bu boyundurukla yok oluşa giderken direnişini her şeye karşın halk ozanları aracılığıyla, halkın sözüyle sürdürüyordu.
Osmanlı’nın Batı etkisine girmesinden sonra, başka Batı dilleri de bu boyunduruğun dilimizi daha da sıkmasını getirmişti.
Kurtuluş Savaşı´yla birlikte, “ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen” halkımız, dilini de sahiplenmiş, “yabancı diller boyunduruğundan” kurtarma kavgasına girişmiş ve kısa sürede olumlu kazanımlar edinerek aydınlık bir dili kurmayı başarmıştı.
Nâzım Hikmet, Türkçemizin bir devrime gereksinmesi olduğunu şöyle açıklar:
“… Her sosyal devir kendi sanatını ve kendi bünyesinde yaşayan hâkim sınıflarla mahkûm sınıfların sanatını vermiştir. Dil meselesi de öyle, bütün bir millete ortak dil, sanat dil ancak tek iç pazarın kurulmasıyla başlar. İngiliz dilinin bugünkü halinin başlangıcı bilhassa Elizabeth devriyle kendini gösterir. Bu devir ise İngiltere’de dediğimiz meselenin en önemli başlangıçlarından biridir. Biz ise, sen de farkındasındır, dilimizi yeni yeni işlemeye başladık. Osmanlı denen nesne Osmanlı İmparatorluğu ile beraber yıkıldı ve şimdi Türkçeyi işlemekle meşgulüz…”[4]
Ulusal uyanışın getirdiği ulusal kurtuluş, ulusal kimliğin temeli olan dilde de köklü değişimi zorunlu kılmış ve bu zorunluluk dil Devriminin adımlarıyla gerçekleştirilmeye başlanmıştır.
Nâzım Hikmet, tavrını koyar:
“… Halifeliğin cehennemin yedi kat dibine yuvarlanmasından şapkanın giyilişine dek, bir devrim bakımından, atılan her adımda yürekleri parçalananlar oldu. Bir devrim gözüyle emperyalizmin denize dökülüşünden, temiz Türkçenin işlenmesine kadar yapılan sıçramaların ağrısını, gırtlaklarına sarılmış bir pençe gibi duyanlar vardır…”[5]
Bu büyük değişimin savunucuları, yaygınlaştırıcıları ve öncüleri de yazın emekçileri olmuştur.
“Dünyanın en iyi insanlarından olan Türk halkının ve dünyanın en güzel dillerinden biri ve belki de en başta gelenlerinden olan Türk dilinin yabancı diyarlarda tanınmasına vesile olabilmek, ömrümün en büyük sevinci ve şerefi olur,”[6]diyen Nâzım Hikmet, Türkçenin bugününe gelirken geçirdiği en önemli aşama olan dil devriminin ateşli, inanmış, sevdalı bir savunucusu olarak sürdürmüştür şairliğini, yazarlığını…
Dil devrimiyle; Mustafa Kemal Atatürk’ün kararlılığı, aydınlıktan yana olan kadroların desteği ve yazın emekçilerinin çabası ile Türkçemiz, Osmanlıcanın yüzlerce yıl süren egemenliğine karşı Yunus Emrelerin, Pir Sultan Abdalların, Karacaoğlanların, Köroğluların, Dadaloğluların şiirleriyle, halkın gönlünde sakladığı ışıltısıyla dünyaya yeniden gelmiştir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla doğan yeni Cumhuriyet, bunun için yapay bir dil olan Osmanlıcanın yerine duru bir Türkçenin doğumunun da habercisi olmuş ve dil devrimini bir zorunluluk olarak benimsemiştir.
Dil devriminin ilk yıllarıdır ve “aydınlıkçı şair aydınlıkçı yazar” Nâzım Hikmet, konuyla ilgili düşüncelerini şöyle açıklar (1934):
“… Türkçe bir dönüm yerindedir. Er geç bu dönümü dönecektir. Dilimizin temizliğe, güneşli su gibi ışıklığa doğru akışının önüne geçilemez. Dönüm yerleri köpüklü olur, bulanık olur… Dönüm yerinde su dalgalıdır… Dilimiz de dönümünü dönerken köpüklenecek, bulanacak, dalgalanacak… Bu köpüklenmeden, bu bulanmadan tiksinenler, korkanlar olacaktır.(…) Onlar ağır kokulu, durgun, ışıksız sularda yüzmeye alışmışlardır. (…) Dilimiz dibinin derinliklerini karıştırarak suyun yüzüne birçok sözler çıkardı. (…) Dilimizin bugün içine girdiği dönüm yeri, konuşma diliyle yazı dili arasındaki derin ayrılığı kaldıracak; yalnız, ikisini de temizleyerek, ışıklandırarak bu işi yapacaktır… Ben, kendi payıma, ne yeni sözlerden korkuyorum, ne de birçoklarını yadırgıyorum. Becerikli bir yapıcı, kurulan yeni yapıda, onların birçoğunu yadırgatmadan kullanabilir. İş becerikli olmakta. Dil yürüyor… Yürüyenin önünde durulmaz…”[7]
Gerçekten de Nâzım Hikmet´in dediği gibi olmuş, Türkçe “dönüm noktası”nı aşmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu gibi, Osmanlı dili de tarihe karışırken, kalıntıları üzerinde yeni bir Cumhuriyet’le birlikte yeni bir dil de ışıl ışıl parlayarak doğmuştur.
Duru, temiz, ışıldayan bir dil olmaya başlayan Türkçe ile yaratılan yazın ürünleri, dilimizin yüzakı yazıncılarını yaratmış, bunlarla birlikte büyümesini, gelişmesini sürdürmüştür.
Dildeki bu temizlenmeden korkanlar, ürkenlerse dünün karanlığında yok olmak zorunda kalmışlardır.
Türkçenin zenginleştirilmesi savaşımına; “… Geniş konuşma dilimizden yazı dilimize sokacağımız her yeni söz, aşıntıya, silikliğe, alışkanlığın boyasızlığına, ölülüğüne karşı dikilmiş bir yapıdır…”[8]düşünceleriyle omuz veren bu aydınlık yolun bir büyük ustası Nâzım Hikmet, hem döneminin hem de kendisinden sonra gelen dönemlerin yazıncılarının yollarını aydınlatmıştır.
Bu aydınlanan yol, dilin, Türkçenin aydınlığı, duruluğu, temizliğidir ve ancak aydınlık ve duru bir Türkçeyle kültürün taşları yerli yerine oturtulabilir, insana, gerçeğe, sanata ulaşılabilir düşüncesinin temelidir bu.
Bu düşünce, hemen hemen tüm gerçek yazın insanlarımızca benimsenmiş, bu düşüncenin yol göstericiliğinde usta yazarlar yetişmiş; kalıcı, gerçek sanat yapıtları ülkemizin kültür toprağında ışıldamaya ve ülkemizi ışıtmaya devam etmiştir.
Nâzım Hikmet, dilimizin gelişimine ilişkin olarak da yine 1934’te şunları söyler:
“Kabukla çekirdek, içle dış, kalıpla öz arasındaki bağın en iyi örneğini, dilimizin son yıllarda geçirdiği değişikliklerde görebiliriz. Bir bakıma, söz bir çekirdekse, bir özse, yazı onun kabuğu, onun kalıbıdır. Yeni alfabe kullanılmaya başladığından beri, dilimizdeki birçok Arap, Acem sözleri, eski yazıya,- eski kalıba tıpatıp uyan sözler, yeni yazıya, yeni kalıba uyamaz, yeni kalıba sığamaz oldular… Dilimizin yeni özü yıllardan beri sürüp gelen bir akışla ortaya çıkmış, yeni yazının kullanılmaya başlanmasıyla hızını artırmış, artık eski yazı dili kuruluşunun kalıbına uymaz, bu kabuk içinde sıkışamaz olmuştur. Yeni çekirdek eski kabuğu parçalayacak, kendine uyan bir kabuk yaratacaktır…”[9]
Bugün yaşadığımız gerçeklik, insanın her bakımdan tüketildiği, kirletildiği bir gerçekliktir.
Bu tüketim düzeninde “yükselen değerler”in yok ettiği şeylerden biri de dilimizdir.
Bu savaşım, karşı devrimin 1940’ların sonundan beri attığı adımlarla zaman zaman hızı kesilse de hep sürmüş, siyasal iktidarların, devletin çeşitli organlarının baskılarıyla karşı karşıya gelmiştir.
Markalarla, etiketlerle, mağaza adlarıyla, ürün adlarıyla, hatta sanat yapıtı adlarıyla ve insanlığın bulduğu en etkin teknolojik araç olan medya aracılığıyla tutsak altına alınıp kirletilen, tüketilen dilimiz, bir yandan da “Türk-İslam Sentezi” ideolojisinin egemenliğindeki bir siyasal iktidarlar düzeninin kuşatması altındadır.
Geleceğimiz olan çocuklarımızın yetiştirilmesinden başlayarak günlük yaşamda Türkçenin tutsak edilmesi, üvey evlat olarak görülmesi gibi gerçeklerle bugün dil kavgamız, siyasal alanda olduğu gibi karanlığın kuşatmasına girmiştir.
Dil kavgamızı, bu kuşatma altında neler yapmalıyız, kime ne görevler düşüyor sorularının yanıtlarını bularak sürdürmek zorundayız.
Ustamızın da dediği gibi yazın emekçilerine çok görev düşüyor:
“… Her yazıcı elinden geleni yapsa taşlı tarla ayıklanırdı. O ayıklandı mı, ondan sonra dil toprağımızın verimliliği artardı… İyice ayıklanmış, sürülmüş, nadas edilmiş tarlaya dilediğimizi daha kolaylıkla ekebilirdik.”[10]
* www.anafilya.org sitesinden alınmıştır.
[1] Nâzım Hikmet, Yazılar I: Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil, Adam Yayıncılık, 1991, s. 54
[2] Nâzım Hikmet Türk Basınında, hazırlayan Hilmi Yücebaş, Tekin Yayınevi, 1967, s. 341 Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil, s. 57
[3] Nâzım Hikmet, İt Ürür Kervan Yürür, Ortam Yayınları, 1979, s. 80-81
[4] Nâzım Hikmet, Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar, Adam Yayıncılık, 1988, s. 20
[5] Nâzım Hikmet Türk Basınında, hazırlayan Hilmi Yücebaş, Tekin Yayınevi, 1967, s. 341
[6] Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil, s. 51
[7] Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil, s. 57
[8] Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil, s. 53
[9] Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil, s. 52
[10] Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil, s. 52