Okuma süresi: 8.19 mintues
David Hume

David Hume

David Hume’un teorik ve felsefesinde Tanrı kavramına belki bir defa bile rastlamayız. Fakat aslında metinlerinin her tarafında ve her düşüncesinde Tanrı kavramıyla adı konmamış bir hesaplaşma içindedir filozof. Önce John Locke’a dönüp 17. ve 18. yüzyılda yaygın olan Tanrı kavrayışına açıklık getirelim. Locke, bugüne kadar materyalist olmakla suçlanır ve bu konuda Thomas Hobbes’u takip etmiş olduğu için eleştirilir. Oysa, Hume, daha sonra Soruşturmalar’ı lehine reddedeceği İnceleme’sinde Locke’u “ide” kavramını doğru kullanmamakla yani idealizm-materyalizm tartışmasında tutarlı olmamakla suçlar. Zira Locke, Hume’a göre, ideyi tüm algılarımız için kullanmıştır, böylece idelerin algılanan dış nesnelere de mi ait olduğu yoksa yalnızca insanın zihninde dış nesnelere dair oluşturduğu örneğin tasavvurlar/tasarımlar mı olduğu konusunda kararsızdır. Hume, Locke’dan farklı olarak, ide kavramını yalnızca düşünme ve akıl yürütme ile sınırlar. Dış nesnelerden kaynaklanan algılar içinse “izlenim” kavramını kullanır. Böylece Hume, algı teorisi çerçevesinde epistemolojik gerçekçi bir yaklaşım sergiler. Eş deyişle Fransız filozoflarının, Locke’un epistemolojisinde gördükleri tutarsızlıklardan kurtarma işini hâlihazırda Hume yapmaya başlamıştır. Fakat epistemolojik kuram çerçevesinde tutarsızlıkla suçlanan Locke, insan zihninde “doğuştan gelen ideler” olmadığı konusunda sergilediği tutumda son derece tutarlıdır. İnsan zihninde doğuştan gelen ne kurgusal ne de kılgısal ideler vardır. Locke’un bu yaklaşımına göre, Tanrı kavramı da dâhil olmak üzere tüm kavramlarımızın kökeni dış dünyadaki nesneler olsa da yani kavramlar dış dünyadan nesnelerden kazanılsa da onların zihinde yaratıcısı insanın bizzat kendisinin entelektüel üretken etkinliğidir. Buna uygun olarak Locke, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme adlı eserinde şöyle diyor:

“Tanrı bize kendisine ilişkin doğuştan ideler vermemiş ve zihinlerimize kendi varlığını okuyabileceğimiz harfler kazımamışsa da, zihinlerimizi donatan yetiler bağışladığına göre, kendini tanıksız bırakmış değildir; çünkü duyularımız, algılarımız ve aklımız varken, kendimizle baş başayken de onun açık bir kanıtından yoksun kalmış olmayız.”

Locke’un bu belirlemelerine göre insana bahşedilen yetiler yani insanı insan yapan kapasiteler Tanrı’nın varlığının kanıtıdır. Bu kapasiteler insana dünyayı algılamasını, dünya ve hakkında bilinç, dolayısıyla kendi hakkında özbilinç edinme olanağı sunuyor; yetiler ki insana zihin yetilerini kullanarak akıl ve akla dayanarak ide veya konsept/kavram sahibi olmasını sağlıyor. İnsana, kendisini özgür ve ahlaklı bir varlık olarak kavramasına yardımcı olan, akıl ve kavram kapasitesidir. Locke’un Tanrı’nın kanıtı olarak sunduğu deliller bunlardır.

Locke, Tanrı kavramı bize hiçbir şekilde doğuştan gelmemektedir, biz kendi kapasitelerimizle varlığa ve varlıkta kendimize yani insana dair bir kavram geliştirdikçe onun kavramına ulaşıyoruz, demek istemektedir. Bu bakımdan Locke büyük bir Renaissance’çıdır. Onun Tanrı kavramı insanı ve doğayı keşfetmeye çağırmaktadır. İnsanı ve doğayı keşfetmek, insanı Tanrı kavramına yaklaştıracaktır. Bu bakımdan Locke’un Tanrı kavramı, insanın sahip olduğu bilgiye göre tarihseldir. İnsanın kendisine ve dünyaya dair bilgisi arttıkça ve geliştikçe Tanrı kavramı da gelişecek ve değişecektir. İnsan, Tanrı’nın varlığını ancak akıl yetisini kullanarak bilebilir. Tanrı’nın varlığını, bir bilebilen varlık olarak kendisine bakarak yani varlık kendisi gibi bilen bir varlığı var ettiğine göre, bundan ezelden beri bilen bir varlığın var olduğu sonucuna ulaşmak mümkündür. Zira Locke’a göre, Tanrı, kavramı gereği, ezeli-ebedi, her şeyi bilen ve her şeye muktedir olandır.  Locke, insan gibi bilen bir varlığın var olmasını, her şeyi bilen (omniscient) bir varlığın var olduğunun kanıtı olarak alıyor. Fakat bu bağlamda varlığın insan gibi bilen bir varlığı var etme potansiyellerini mi kastediyor yoksa gerçekten düşünen, planlayan ve yaratan bir Tanrı’dan mı bahsediyor tam anlaşılmıyor. Locke’da Tanrı kavramının her iki anlamı da vardır. Locke’un Tanrı’nın ezelden beri varlığına dair argümanları bazen varlığın ezelden beri var olduğuna dair argümanlara dönüşüyor.

Tanrı’nın ezelden beri var olduğunu akıl yürütme yoluyla argümantatif olarak kanıtladıktan sonra Locke kendisi bu ezeli-ebedi yaratıcının maddi olmadığını ileri sürmeyi tercih etse de onun için pekâlâ maddi olduğu da ileri sürülebilmektedir. Locke açısından burada önemli olan Tanrı’nın varlığının kanıtlanmış olmasıdır. Ama Tanrı’yı maddi varlık olarak kabul edenler, insanda düşünme yetisini reddettiklerini de bilmelidirler. Locke’un Tanrı’nın varlığına ve niteliklerine dair tüm argümanlarının üst uğrağını Tanrı’dan korkma ve ona itaat etme düşüncesi oluşturmaktadır. Zira ona dair duyulan korku ve itaat, örneğin anayasa gibi sözleşmelerin ve ahlaki normların genel geçerliliğini garanti etmektedir. Bu sorun Locke’un Hobbes’tan devraldığı sorundur. Hobbes, Leviathan adlı eserinde sivil toplumun kurulmasına öngelen veya savaş dolayısıyla merkezi otoritenin zayıfladığı dönemde anlaşmaların geçerliliğinin ancak Tanrı tarafından garanti edilebileceğini söylüyor. Şöyle diyor Hobbes:

“Böylece, uygar toplumdan önce veya uygar toplumun savaşla kesintiye uğramasında, üstünde mutabık kalınmış bir barış anlaşmasını, tamah, hırs, şehvet veya diğer güçlü arzulara karşı güçlendirecek, herkesin Tanrı olarak taptığı ve vefasızlıklarının öcünü alacağından korktuğu o görünmez gücün korkusundan başka hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla, devlet gücüne bağlı olmayan iki kişi arasında yapılabilecek tek şey, korktukları Tanrı üstüne birbirlerine yemin etmeleridir…”

Thomas Hobbes

Thomas Hobbes

Hobbes, bu pasajda Tanrı kavramına işlevsel bir anlam yüklemektedir ve bununla insanlar arası ahlaki ilişkileri düzenlemeyi amaçlamaktadır. Tanrı’nın bugün de din çerçevesinde sahip olduğu işlev budur. Avrupa Birliği anayasası bağlamında olduğu gibi güncel anayasa tartışmalarında da bu görüş bir tartışma konusu olmuştur. Hobbes’ta Tanrı kavramının bir nedensellik anlamı vardır bir de doğa anlamı. Hobbes’a göre, doğanın güçlerinin nedeninin açıklanamadığı yerde insanlar Tanrı adını vermiştir. Hobbes ayrıca emek harcayarak doğadan çaba ile ürün elde etme eylemini, “Tanrı’dan satın alma” olarak tanımlıyor.

Hume, teorik felsefesi çerçevesinde tözler üzerine düşünürken, Ortaçağ geleneğine ve kilisenin hâkimiyetine karşı Aristotelesçi mirasın yanında her şeyden önce bu modern gelenek üzerine düşünmektedir. Onun teorik felsefesinde özellikle ontolojik konularda sergilediği şüpheci tutumun açıklaması, dinî bağnazlık karşısında sergilediği duruş ve inanç konusundaki hoşgörü arayışında yatmaktadır. Sonunda tek tanrıcılık, Hobbes ve Locke örneğinde de görüldüğü gibi, ahlakı korku üzerine kurmak zorundadır. Fakat büyük bir ahlak filozofu olan Immanuel Kant, ahlakın ilkesel olarak gönüllülük ilkesine dayalı olmak zorunda olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle, 20. yüzyılın büyük bir filozofu olan Ludwig Wittgenstein’ın belirttiği gibi, ahlak kurumu cezai yaptırımı dışlar. Ahlakta gönüllülük esastır. Hume, tek tanrıcılığı eleştirirken ve teorik felsefesi çerçevesinde buna uygun bir sistem ortaya koyarken, ahlakın özgürlük ve gönüllülük üzerine nasıl inşa edilebileceğini kurgulamaktadır.

+ Son Yazılar