Kendini (sınır[lar/ın]da) Tanı!

25 Ocak 2017

Sınır” sözcüğünü, şu dönemin, ancak kısa yazı “okuyucuları” için sınırlanmış olması gerektiğinin bilinci ve kabulüyle başlatayım fakat değinilmesi gereken başlıkların paylaşımı için “çerçeve”(lendirme) sözcüğünü kullanmayı yeğleyerek başlayalım, sınırlara olan yolculuğumuza.

Varolan(lar)ın dikkate alınmasıyla başlamak durumundayız, herhangi bir sınırdan ve/veya “sınır” kavramından bahsedeceksek.

Evrendekileri ve kendimizi, duyularımızla, daha çok da dokunabildiklerimiz, görebildiklerimiz üzerinden algılamaya başladığımızı ve düşünebilmeyi becerebildiğimizi göz önünde bulundurursak, bir şeyin varoluşunun dibinde ve/veya öteki ucunda, “yokluk” ile de en belirleyici olan ve olması gereken sınır(lar)ımızı da anımsamak zorundayızdır. Varoluşumuzun, kısa sürede yok olmaması, yani sürekliliği için de bir hareket alanını, bir aralığı belirlemek ve kabul etmek durumundayızdır.

Dünyanın dörtte üçünün sudan oluştuğunu göz önünde bulundurarak, sudan/denizden arta kalan dörtte birlik kara/katı arasındaki fark(lar), aralık ve eşik(ler), bize, ilk ve en öncelikli ayrımlardan birini göz önünde bulundurmamız gerektiğini sürekli olarak anımsatır. Denizden sonraki noktada da yolların tükendiği uclar ve uçurumlar, tekrar gösterir ve anımsatır, sınır(lar)ın var olduğunu.

Buradan da gövdemize geçerek devam edelim ilk sınırlarımızı keşfetmeye ve/veya anımsa(t)maya. Varoluşumuzun ilk fiziksel/“kaba” göstergesi olan gövdemizin bütünselliğinde de kendiyle birlikte çeşitli sınırlar bulunmaktadır. Öncelikle, için, dıştan ayrılması, korunması, bütünlüğü ve varoluşunun sürekliliği için gerekli geçiş aralıkları, (yarı/az/çok) (“)denetimli/denetimsiz(”) giriş ve çıkış sınırları/eşikleri/kapıları/delikleri kullanılmaktadır. Göz kapaklarımız ve dudaklarımız da için dışla olan sınırında, ilk ve en işlevsel olanlarıdır. Bunların ve öteki doku, kas, sinir ve sınır olanaklarımızın yönetimi, bazı/belirli dönem, yaş, bilinç ve koşulların gerçekleşmesinde saklıdır ve bir o kadar da zorunludur. Bir çocuğun tuvalet eğitimi, 30 aylık [2,5 yaş] dönemindeki doğal/fizyolojik gelişimindeki sınırından sonra geçerlidir ancak. Bu eşikten önceki beklenti ve zorlamalar ise ilkokul öğrencisini, birkaç zekâ belirtisinden dolayı üniversiteye göndermek gerektiğini düşünmek kadar güdük/olanaksız bir yaklaşım ve beklentidir.

Bunun gibi binlerce örnek, fiziksel alanda verilebileceği gibi milyonlarcası da zihinsel alanda verilebilir. Felsefe ve bilim alanındaki sorgulamalar, araştırmalar ve çalışmalar, ileri seviyelere de ulaşmıştır ve devam da edecektir. Bugüne kadar, tüm alanlardaki çalışmaların süreç ve sonuçlarında/n elde ettiğimiz veri ve bilgilerin, bireysel olarak her birimizde aranması ve bulunması gereken karşılıkları ise bu bilgileri, uygulama alanlarına, kendimize ve bilgelik seviyesine çekmemizi gerektirmesidir.

Sınırlarını bilemeyeceğimiz kadar geniş/derin ve “duyu/algı/fizik/gövde sınırlı” yaşamımızdaki en önemli aracımız olan aklın, dış sınırlarının, mekânda olduğunu gördüğümüz gibi, eşikte, “kendimiz”le birlikte ve/veya [hem, hem de | ne, ne de] kendimizden ayrı olan, ”bilinç” olmak üzere bir de iç sınır(lar)ı bulunmaktadır. O sınır da zamandır ve ancak AN’(lar/da)dır. Yaşamı, yaşam; bizi, biz yapan tek gerçeklik ise, AN’da, [-AN’ı algılamaya/paylaşmaya en yakın ve geliştirilmiş tanım olarak da şunu kullanabiliriz- “AN’ın, AN’a geçtiği AN’daki AN”], AN’daki yaşanılanların farkında olabildiklerimizde, içini/dışını, tüm çevresini ve sınırlarının farkındalığıyla deneyimlene(bile)n her bir AN’ımızda(kilerle) yaşanabilmesidir.

Zaman ve zeminle birlikte kendimizi gerçekleştirmenin, uygulama alanına geçmemizi sağlayacak öncelikli koşulların başında da, ortak alanlarda, çeşitli koşul ve olanaklarda, özgürlük ve adâlet[< rızâ < bilgi/haber] temelli bir etkileşim ve ilişki yapısını gerçekleştirebilmemiz, davranış ve tutumlarımızdaki özen aracılığıyla birbirimize göstereceğimiz saygı ve sınırlardan geçmektedir.

Bugüne kadarki tüm filozof, biliminsanı ve sanatçıların ayrı ayrı görüş ve katkılarının yanı sıra, üzerinde uzlaştıkları/uzlaşabilecekleri tek nokta, Kendimizi Tanımak’tır. Kendimizi tanımanın en öncelikli koşullarından biri de kendimizi, ancak ve ancak sınır(landırma)larımızda tanım(lam)ayla olanaklı kılınabileceğidir.

 

Bir şey ki, yapmasan da olur… YAPMA!

Bir şey ki, söylemesen de olur… SÖYLEME!

[Bir şey ki, yemesen de olur… YEME!

Bir şey ki, içmesen de olur… İÇME! ]

Bunların da çeşitli örneklerini verebilecek olmamızın yanı sıra ve ötesinde, tüm çözümlerin ve sürekliliğin, ”Evet”lerimizden önce, Hayır!larımızda olduğunu, irâde’mizden [yapma bilgisi/isteğinden] önce ihtiyâr’ımızda[< Hayır!][yapmama bilgisi/isteği] yattığını anımsamamız yeterlidir. Bunu sağlamak üzere de yapacağımız herhangi bir işte, söyleyeceğimiz herhangi bir sözde, hız yapmadan ve yapılacak işe, söylenilecek söze özen göstermenin önemi, yani önceliği ve sınırı yatmaktadır.

Bir başkasının sınırının başladığı yerde, bizim sınırımızın bittiğini/başladığını anlayarak ve anımsayarak, ötekinin haklarının söz konusu olduğu yerde, kendi haklarımızın korunması için kendimizi, kendi bilinç, vicdan ve sorumluluklarımızla sınırlamamız gerektiğinin bilgi ve bilinciyle, uygulamasıyla başlamaktadır her şey.

“Yasak” olarak tanımlanan uygulamaların, öncelikle, ortak alanda birer yaşama kuralı ve sınırlandırması olduğunu, bu sınırlandırmalar olmadan hiçbir yolun oluşamayacağını ve herhangi bir paylaşımın gerçekleşemeyeceğini anlayarak, sınırlandırmaları, “küçük/geçersiz/gereksiz” gö(ste)rmenin, “kişisel haz ve çıkarlar”ın “önde tutulması” yönünde gösterilecek “tepkilerin”, tamamen karşılıksız ve çocukça olduğunu da anlamak ve anımsamak gerekmektedir.

Kişinin, “istediği” “her” zaman, zemin ve koşulda, çevresin(dekiler)i dikkate almaksızın “küfür etmeyi/edebilmeyi istemesi ve bunu bir hak görmesi”; bir başkasının okuması için hangi ortamda/ “hızda” olursa olsun tüm yazdıklarında, dilin en temel kurallarını bile yerine getirmeye özenmemesi, hatta bozmaya çalışması; “istediği reklâmı/görseli, istediği yönde, kişileri ve toplumu sömür(t)ecek aracı[çocuğu/ünlüyü] ve yöntemi kullanması”; “sigara/puro/pipo/nargile vs.” yakarak çevresini rahatsız etme hakkı olduğunu zannetmesi; evsizlerin, engellilerin, yayaların, yaşlıların, kadınların, çocukların ve tüm âcizlerin haklarının teslim edilmemesi; hayvanların, mal, kaynak ve köle olarak kullanılmalarının ve tüketilmelerinin, yaşam haklarının, “beslenme ya da çeşitli boş/karşılıksız bahanelerle” “insan”ın ve kişilerin kendi kararıyla sağlandığı/sağlanabileceği yönündeki gericiliğinin ve daha nice temel hak ve özgürlüklerin, kendini sınırlandırmama keyfiyetinden ve çıkarcılığından geldiğini kabul etmeyişinin bedellerini de her birimiz, doğrudan ve/veya dolaylı olarak, ayrı ayrı ve tekrar tekrar ödemek zorunda bırakılıyoruz maalesef. Ve bunun en büyük nedeni de, kendi haklarımıza, ne devlet olarak, ne de bireysel olarak sahip çıkmamamızdan kaynaklanıyor. Boş bulunan arazide de densizlikler ve densizler cirit atıyor. Bireyler, bilinçlendirilmediği ve zorlanmadığı, kişilerin kendi sınırlarını kendileri koymaları gerektiğini anlamak zorunda bırakılmadıkları sürece ve kendilerine sınır koyamayanlara, sınır koymadığımız, hadlerini bildirmediğimiz sürece de başımıza gelecekler ve düzensizlik (“düzeni”) değişmeyecektir maalesef.

Bir haksızlık gördüğünüzde, önce elinizle; 

gücünüz yetmiyorsa, dilinizle engel olmaya çalışın.
O da olmuyorsa, kalbinizle buğz edin.

Birinin, birine, kişilerin ve/veya toplumun, çevrenin yararına olan, hız, gürültü, kirlilik vb. yapmayabileceği bir şeyi söylemesi/uyarması/istemesi durumunda, “karışmak” sözcüğünün kullanılamayacağını, “karışma”nın, ancak, bir başkasına, ne yapmasını istediğini söyleme durumunda geçerli olduğunu da bilememesi, -çok çeşitli ikincil nedenleri olabileceği gibi- birincil olarak, bunu “anlayamayacak” kadar çıkarcı ve dayatmacı olmasından kaynaklanmaktadır.

Aynı durumların geçerliliği, ilişki ve paylaşımlarımızdaki en öncelikli alanımız ve aracımız olan dilimiz için geçerli olduğudur. Öncelikle, kendi zihnimiz ve dilimiz arasında kurmamız gereken bütünselliğin ve göstereceğimiz özenin, ilişkilerimizde, yaşamımızın tüm parçaları ve bütünselliğinde, çevremizle, kişilerle olan etkileşim ve kurduğumuz iletişimlerde de oluşturmamız gerektiğini anımsamak durumundayız. Bunun için de, anlık ve keyfî karar ve tutumların, bağlayıcı, zorlayıcı ve dayatmacı sonuçların oluşturulmaması gerekmektedir. Bu noktada, ayağımızın en kolay kaydığı alan, dilimiz ve yanlış/yetersiz “kullandığımız” fakat kullanmayabileceğimiz, devam ettirmeyebileceğimiz ve sınırlandırabileceğimiz söz(cük)lerimizdir.

 

Her şey, her şeyle, dolaylı olarak

“bağlantılandırılabileceğinden”;

hiçbir şeyin, hiçbir şeyle,

doğrudan bağlantılandırılamayacağıyla

başlar her şey!

———-

Ne ki var, zihninde… Aynı var dilinde!

Ne ki var, dilinde… Aynı var zihninde!

 

Fiziksel sınırlarımızla birlikte, zihinsel ve zihnin uzantısı/yansıması olan dilsel sınırlamalarımızın gereğini de kavramlar ve sözcükler üzerinden işlemek ve sürekli uygulamada tutmak gerekiyor. Sözlerimizin ve (“)kullandığımız(“) sözcüklerimizin olumlu/olumsuz etkilerini ve sınırlarını da iyi takip etmenin önemi(önceliği), tüm ilişkilerimizin süreç ve sonuçları açısından, en belirleyici/üst noktada ve sınırlarda bulunuyor. Sözcükler ve kavramlar arasındaki incelikleri, çeşitli sözlüklerden ve karıştırılmaması gereken noktalarını, özellikle de FaRkLaR Kılavuzu‘ndan [ www.FaRkLaR.net ] inceleyebilirsiniz…

 

Söz(cük)leri/ni değiştir… 

Dünya/n değişsin!…