Okuma süresi: 7.9 mintues

Kimi sert teorik ve pratik eleştirilere karşın, insan hakları hâlâ günümüzün öne çıkan söylemlerinden biridir. Daha çok “temel kişi hak ve özgürlükleri” şeklinde dillendirilen bu söylem, her kişinin bazı temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu düşüncesidir. Kişilerin, tüm diğer rastlantısal özellikleri bir yana, yalnızca insan oldukları için bazı temel hakları oldukları varsayılmakta, bu haklara da insan hakları denilmektedir. Özgürlükten genellikle anlaşılan da her kişinin başkalarına zarar vermeden istediğini yapmada serbest olması, yapıp ettiklerinde engellenmemesidir. İnsanın isteyen, değerlendirmeler yapan, farklı eylemler arasında seçimler yapabilen bir canlı olduğu ve bu yapıp etmeleriyle kendi yapısını oluşturduğu; bu yapının baştan belirlenmediği, tam aksine kişinin kendi yapıp etmeleriyle kendi karakterini oluşturduğu düşüncesidir özgürlük. Kişiyi ya da toplum teki olarak bireyi merkeze alan bir düşüncedir bu. Bu anlamda liberal bir düşünce olduğu da söylenebilir, söylenmektedir de.

Öte yandan felsefe tarihi boyunca ortaya konan insan görüşlerine veya filozofların insan ve etik kavramlarına bakıldığında, bu özerk insan anlayışının çok yaygın olduğunu görürüz. Bu görüşlerde genellikle karşımıza çıkan insan tasarımı, insanın logos, ratio, mind, akıl vb. sözcüklerle ifade edilen bir yetiye sahip olmasıyla diğer varlıklardan ayrıldığı, istem ve eylemlerinde seçimler yapabilen özgür bir varlık olduğudur. Buradan hareketle de bu özerk ve özgür insan anlayışının liberalizmden çok daha eskilere uzandığı söylenebilir. Seçim yapabilen, etik eylemde bulunabilen, özgür bir varlık olarak “insan” kavramının, insan haklarının antropolojik temelini oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Öte yandan çağımızın etkili kimi düşünce akımlarının da etkisiyle bugün antropolojiden, insan doğasından ya da insandan söz etmek neredeyse ayıp karşılanan bir şey olarak görülmektedir. Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümünü ilân etmesinden sonra, Foucault’nun da bunun zorunlu sonucu olarak gördüğü, insanın ölümünü ilan etmesi, insan haklarının varsayılan antropolojik temelini sarsmıştır. İnsan hakları düşüncesi temelsiz kaldığı gibi, her türlü bilgisel temel arama çabası da boş bir çaba olarak görülmeye başlanmıştır. Bu ise daha önce evrensellik, kültürel görecelilik tartışmalarıyla sarsılmış olan insan hakları düşüncesini ikinci bir sarsıntıyla karşı karşıya bırakmakta; bunun sonucu olarak insan hakları düşüncesi ya “insan hakları iyidir” denilerek övülen, ya da “insan hakları kötüdür” denilerek ezbere karşı çıkılan bir düşünce haline gelmektedir. Kısaca insan hakları sempati ya da antipati duygularının yan yana var olduğu bir konudur bugün. (…)

Kavramsal sorunlar daha çok insan haklarıyla ilgili temel kavramların belirsizliğinden kaynaklanan sorunlardır. Başta “hak” kavramı olmak üzere, “insan hakları”, “insan”, “özgürlük”, “evrensellik”, “doğal hukuk”, “onur” gibi kavramların genellikle belirsiz bırakıldığı görülmektedir. Hak kavramı ile insan hakları kavramı arasındaki ayrım bile birçok tartışmada belirsiz kalmaktadır. İnsan haklarının ne olduğu, hangi hakları kapsadığı, pozitif hukukla ilişkisi açık bir biçimde ortaya konulmuş da değildir. Bir ide veya gereklilik düşüncesi midir insan hakları, yoksa uluslararası insan hakları hukuku mudur? Daha kısa söyleyişle, insan hakları pozitif hukuk mudur, yoksa bir düşünce midir?

İnsan haklarıyla ilgili etik sorunlar, insan haklarının etik temelleriyle ilgili sorunlardır. İnsan haklarının temelinde ne tür bir insan ve değer anlayışının bulunduğu, insan hakları normlarının hangi etik ilkelere dayandığı, insanın neden değerli görüldüğü, insana neden kimi şeylerin yapılamayacağı soruları etik sorulardır. Günümüzde kimilerinin metafizik görerek bir yana bıraktığı bu sorular yanıtlamaksızın insan hakları tartışmalarının sonuçsuz kalması kaçınılmaz görünmektedir. İnsanın değeri, insan onuru, insanın kırılganlığı gibi, insan haklarını temellendirmede çokça kullanılan kavramlar açıklığa kavuşturulmadan, bu temeller üzerine oturan insan haklarının bilgisel bir temellendirmesinin yapılması da olanaksızdır.

İnsan hakları sorunları, aynı zamanda, hukuksal sorunlar da bunun içinde olmak üzere, politik sorunlar veya siyaset felsefesi sorunlarıdır. Genel olarak haklar, özel olarak da insan hakları bugün ulusal ve uluslararası hukukun temel dayanaklarından biridir. İnsan hakları veya daha çok kullanılan biçimiyle “temel haklar ve özgürlükler” ulusal ve uluslararası hukukun temel taşlarıdır. Bunlara dayanmayan bir anayasadan, ulusal veya uluslararası bir hukuktan söz etmek nerdeyse olanaksızdır. Hak söylemi bugün hukukun ve siyasetin ana kavramlarından biridir.

Öte yandan insan haklarının hukuka ve “gerçekliğe” dönüşmesi, hayata geçmesi de bir siyaset sorunudur. Onu gerçek kılacak olan, hakları koruyacak veya çiğnenmesine göz yumacak olan yönetimlerdir. Ulusal ve uluslararası kuruluşlardır. Devletin en başta gelen varlık nedeninin, başta yaşam hakkı olmak üzere “temel hak ve özgürlükleri korumak” olduğu düşünüldüğünde, bunu nasıl gerçekleştireceğini bulmak, ilkelerini ve yöntemini ortaya koymak devletlerin işidir. Ama öte yandan devletler insan haklarını en çok ihlâl eden veya ihlâl edilmelerine göz yuman kurumlardır. Bu çelişkili durumun içinden nasıl çıkılabilir? Ulus devletler insan haklarını korumada yeterli midirler, yoksa bunun için uluslararası kuruluşların veya bir dünya devletinin (kozmopolitanizm[1]) oluşturulması zorunlu mudur?

Yazılarda farklı insan hakları kavramları ve görüşleri üzerinde durulsa da genel olarak Kuçuradi’nin insan hakları görüşünün öne çıktığı görülmektedir. Bunun nedeni, Kuçuradi’nin insan hakları görüşünün yukarıda sayılan eleştirilerden –“metafizik olma” eleştirisi dışında – sıyrılan bir görüş olmasından kaynaklanmaktadır. Kuçuradi, uluslararası insan hakları belgelerinden, bu belgelerde yer alan insan hakları kavramlarından yola çıkarak, bazı kavramsal ayrımlar yapmakta –insan haklarının ne olduğunu, diğer haklarla ortak ve farklı yanlarını ortaya koymaktadır– insan hakları görüşünün hangi insan ve değer anlayışına dayandığını, insanın neden değerli bir varlık olduğunu ve neden insanların temel haklarına zarar verilmemesi gerektiğini, insan hakları normlarının veya ilkelerinin nasıl temellendirilebileceğini bilgiye dayalı bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu nedenle, Kuçuradi’nin insan hakları görüşü yukarıda ileri sürülen eleştirilerin çoğundan kurtulan bir insan hakları görüşüdür. Kurtulamayacağı tek eleştiri ise “metafizik” olduğu eleştirisidir. İnsanın, değerin, insan haklarının ne olduğunu sormak metafizikse, değerlerle ilgilenmek, insanın değerinden veya onurundan söz etmek metafizikse, kimilerinin dediği gibi, Kuçuradi’nin görüşü de metafiziktir. Zira Kuçuradi’ye göre insan hakları felsefesi yapmak veya insan haklarının felsefî temelleriyle uğraşmak bunlardan söz etmektir. İnsanın ve insan haklarının ne olduğu belirlenmeden, “insan neden değerlidir?” veya “insan neden bazı temel haklara sahiptir?” soruları yanıtlanmadan, kısaca insan haklarının antropolojik, bilgisel ve etik temelleri ortaya konulmadan insan haklarından söz etmek, ona ilişkin ezbere değer yargıları vermekten öteye gidemez. Bugün de açık bir biçimde gördüğümüz gibi, insan haklarının hangi hakları kapsadığı, hangilerini dışarıda bıraktığı, bir ide mi, bir hukuk mu olduğu dahi açıklığa kavuşturulmadan, insan hakları tartışmaları havanda su döğen verimsiz bir tartışma olmaktan öteye gidemez.


Dipnot:

[1] Kozmopolitanizm, bireyin insanlık adı verilen büyük komüniteye aitliğini savunan, yerel nitelikteki bağlılığın yerini evrensel bağlılığın aldığı, evrensel düşüncelerin benimsendiği, tüm dünyanın ülke ya da vatan olarak görüldüğü; genellikle bu görüşlerle ilgili etiksel, sosyolojik ve siyasi felsefelerin tanımlanmasında kullanılan bir kavramdır. (Kaynak: wikipedia.org)

+ Son Yazılar