Şehir ve ben
Zihnimde yaşayan bir kalıbın, henüz yeni bitirdiğim bir resimde beni ele vermesi, yüzünün çirkinliğinden utanan bir kızın sokakta, başı önünde yürümesi gibi değildir. Işığın kendini ışığı ile perdelemesinin sırrına varabilirsem – ki kendi kendimi ele verişlerim dolaylı yolların kurbanı olmadan “deli dengeler”in sınavından başarıyla geçer ve olumlanmış bir yöntemin ürünü olarak insanlar için en yararlı çabalarda bulunur. Kuşkuyu “var” kılan, aklı en dar çemberlerde güreşmeye zorlayan düşünceler; bir Ortodoks Papazı gibi kendi kilisesinin morgundan çıkarılıp toprağa, o yüce tahtına geri verilecektir. Kuşkudur ki filozofların kışkırtmasına gelen ve en sevimli anları kemiren beyaz fare…
Hangi dengeyi sabitleyebilirim? Hangi sabah bu kadar çıkılmaz olur? Açlığa, soğuğa ve titretilmeye alışık olduğum yalan! Asıl olan bunları aşma zorunluluğu… Beni meşgul eden, her defasında “göze almanın olabilirlikleri”ni yaşatan sınırları zorluyorum. Zamanın anlamlı kılındığı hallerden kaçışıma fırsat tanıyorlar. Zaman duruyor; kaçıyorum, kovalıyorlar. Yakalandığımda yeni baştan başlıyoruz. Bu ne güzel bir oyun.
Aklım bana ihanet edebilir; yok olmayı da göze alabilirim. Ama tanrısallığı orada tanımlayabileceğimden kuşkuluyum. (Bu da filozofların kışkırtması…) Özdeğin en gizil saklantısı, kütle ve enerjinin birbirlerine dönüşümlerinin olabilirlikleri tartışıldığında seziliyor. E=mc2 evrenin muskası gibi; kapalı büyü adeta… Bir de aklın şu seğirten alışkanlıkları olmasa; aklın insanı bir düşün içine bırakan yaramazlığı… Ama ne var ki yine de kendi içine itilirsin. Ürkek bir meraklılık içinde bütün vücudum ürperir. Şehirden gelen sesler içimdeki homurtuların sadece birer yankısı olur. Bu tür anları uzatmamalıyım. O aklın malum tehlikeli biçimleri belirip bir daha normale dönemeyecek oluşumun sarsıcı haberini verebilirler.
- günlük koşullarda biçimler çarpışıp dururlar –
Nedense en çok görülenler, şehrin labirentinde köşeleri tutan şeytansılardır. Sokaklar artıklarını kaldırımlara bırakmış, toplayıcıları bekler. Kepenklerin inerken çıkardığı sesler şeytansıların çağrısı olur. Kimi kıraathanelerde kâğıtların oyununa gelir, kimi çığrından çıkmış, kulakları tırmalayan bir melodinin eşliğinde başını göğe erdirmeğe çalışır. Ben? Ben evime yollanırım sadece…
Şeytan için dolandırmaktan geçer saadetin yolu… Saadet ise en büyük dolandırıcıdır. Gözlerin en puslu anlarında öter onun borusu… Sesin göstergesi ise ölüm korkusu…
- fırçaların iniltisini dinleyin –
Şehir acınmışlıktan başka bir şey vermez. Bu yüzden saldırmalıyım üzerine; istediklerimi almalıyım. Ses (söz) çıkmalı. Homurtular fırçaların iniltisine dönüşmeli. Böylece resimlerim de kokuşmuşluktan sıyrılır; derin bir “oh” çekerim ve kıyı bahçesinde çayımızı yudurmayabiliriz artık.
Resme bakış, farklı uzaklıkları denemelidir, iki metre, yirmi metre, yedi santim… Ters bakış, yamuk bakış… Yüzeyin dedikodusuna kulak verilmelidir. Ben bu şehrin her an bozulan kaygısız formlarına şaşkınlık ve heyecanla bakıyorum. Bocalayabilirim; öyle de oluyor. Kimse beni tanımadan, anlaşılır olmadan yürüyorum. Anlaşılır olmak (bir –izm’le tanımlanmak) üzerimde mutlak bir hakimiyetin kurulması demektir. Bu hoş değil. Ama bazıları beni seziyor; onlarla da dost oluyoruz.
- onların beşikteyken duyulan kokuları geri gelir mi? –
Şehir ve onun tüm devinimi bende saklı.
Bir filmi yarısından itibaren izlemiş gibi olmak istemiyorsanız, sabah erken kalkmalısınız, ilk an bir bebek uykusu kadar naiftir. Göz kapakları çapaklı insanlar, daha sonraları binbir türlü ifadeyi üzerinden atmaya çalışarak, kargaşanın içinde hem sizi hem de anlamaya çalıştığınızı gizlerler. Elinizde ilk anın sadece imgesi kalır ve bu sizin acı sonunuzdur.
Benim durumum daha bir felâket! Ben hep filmin arkasını merak ettim. Bu yüzden uzun olur geceler ve sabah uykusunu iyi bilirim.
- “Gül-Haçlar, var olmadıkları olgusundan yararlanarak, dört bir yanda var oluyorlar.” (1)
Şehir, her gün üzerinde gidip geldiğim yolun her gün bir başka olmasının somutluluğunu ya da tüm bu maceraperest sürecin bütünündeki bir parçası olarak hep aynı şeyi söylemesinin soyutluğunu barındırır. İşte bu ikircikli olgu çaresiz aşığın nesnesi – aslında nesnesizliği – dir. Doyurulamayan tutkudur.
- nedensizlik / aşk / nesnesizlik –
Nesnesizlik ilkesi aşkın önünde durur. Doyurulabilir olan tüm tutkular “sahip olma” şansını verirler ve insan kendinden ayrı bir şeyle buluşarak doyar. Aşık bu zannedişe kapılmaz. Bir çocuk gibi peşinden koştuğu oyuncaklar sıkıcı olur artık ve fırlatılıp atılır. Aşkın nesnesi bir başka yerde aranır. Her bulduğunda yanılgının ve kendisiyle özdeş olmayanın yabancılığı ile yakarır.
Aşkın arkasında ise nedensizlik ilkesi durur. Eğer yakarışın nedeni biyolojik bilgilerle, toplumun değer yargılarıyla ve sözleşmeleriyle ya da neden olan herhangi bir nedenle açıklanabilir ve tanımlanabilirse, aşkın nesnesizlik ilkesi ortadan kalkar. Nedensizlik ilkesi de bir nesnenin varlığı ile ortadan kalkacaktır.
Nesne sizinle özdeş değilse – eğer aşıksanız – buluşma tatminkâr olmaz; bundan emin olun. Ancak nesne sizinle özdeşse, hattâ düpedüz o iseniz; şehir size tanıdık, bildik, hep sizin olan şehir oluverir. Bu yüzden görünen her neyse, görüntüsünde içkin yokluğunu bildirir.
- “cesaret, umutsuzluğa rağmen yürüyebilme yetisidir” (2)
Hayır! Cesaretim umut taşıyor. O sadece bir makine yağıdır. Kavramlardan çıkan metalik seslere uygun adım marş!… Yürü ya! Kulum diyen tutku… Şehirden gelen sesler birer homurtu değil artık, taşıdığım umudun belirtileridir.
Yöntemin biricik baltası üzerimde yaralar açmıştı. Ama şimdi yaşanılır oldu şehir. Bu yüzden şehirli sayılırım artık.
Şehrin resmini yapabilir misin Abidin?…
NOTLAR:
- Eco, Umberto, Foucault Sarkacı, Çev. Şadan Karadeniz, Can Yayınları, S.193.
- May, Rollo, Yaratma Cesareti, Çev. Alper Oysal, Metis yayınları, S.41.