Ayın Konuğu: Hulusi Akkanat

6 Kasım 2016

Hulusi Akkanat, İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü ve Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümlerinde Lisans Eğitimini tamamladı. Ressam, Yazar ve Şair Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun özel öğrencisi oldu ve atölye çalışmalarına katıldı. Yüksek Lisans Tezini Marmara Üniversitesi Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bilim Dalı’nda “Üstün Yetenekli Olan ve Olmayan Ergenlerin Algıladıkları Anne-Baba Tutumları ile Uyum Düzeyleri Arasındaki İlişkilerin İncelenmesi” başlıklı tezi ile tamamladı.

Resim çalışmalarını 1985-1990 yılları arasında İstanbul’da üç kişisel, bir karma sergi çalışmasında sergiledi.

1995-2007 yılları arasında Üstün veya Özel Yetenekli Çocukların Eğitimi alanında katıldığı pek çok üniversite, kurs ve sertifika programının yanı sıra, aynı konu başlığı altındaki farklı sunumları ile pek çok seminer, kongre ve konferansa katıldı.

T.C. Milli Eğitim Bakanlığı’nın yürüttüğü “İlk ve Ortaöğretim Çağındaki Özel veya Üstün Yetenekli Öğrencilerin Eğitim Projesi” kapsamında kurulan Bilim ve Sanat Merkezlerinin (BİLSEM) tespiti ve düzenlenmesi çalışmaları kapsamında, Proje Koordinatörlüğü ve Raportörlük görevleri gibi çeşitli görevler aldı. Aynı proje kapsamında İstanbul, Bayburt, Trabzon, Isparta, Tekirdağ, İzmir, Sinop, Kastamonu, Uşak ve Bursa’daki Bilim ve Sanat Merkezleri’nin kuruculuğunu üstlendi. T.C. M.E.B. Talim Terbiye Başkanlığı Kurumu’nda “Bireyselleştirilmiş-Zenginleştirilmiş Eğitim Programı Geliştirme” projesinin hazırlanmasında ve uygulamaya geçirilmesinde yer aldı.

 

Resim eğitimi ile başlayan ve bir ressam olarak devam eden yolculuğunuzun hangi noktasında bir eğitimci olarak hizmet vermeye karar verdiğinizi sorarak başlamak istiyorum röportajımıza.

Jorge Luis Borges, ‘Yolları Çatallanan Bahçe’ adlı hikâyesinde, hayatımız boyunca karşımıza çıkan yol ayrımlarından söz eder. Saptığımız yolun bizi nereye getirdiğini biliriz. Eğitimci ve resim sanatçısı olarak yolculuğumu sürdürürken, eşim Gülizar Akkanat’ın opera sanatçısı olması, fakat onun da içinde bulunduğu ortamdan lezzet alamaması, yeni arayışlar içine girmesi evimizin ortak konusu haline gelmişti. Eşim, “Ben müzik öğretmenliği kariyeri edindim, şimdi de operadayım fakat bu beni fazla heyecanlandırmıyor, Türk Müziği hakkında araştırma yapmak istiyorum, kendi sesimi bulmak, ona göre yol almak istiyorum,” dedi.

1980’li yıllarda Dr. Rahmi Oruç Güvenç’in önderliğindeki TÜMATA grubuyla ‘Etnoğrafik Türk Müziği ile Dünya Müziği’ araştırma ve uygulama çalışmalarına katılmaya karar verdi. Bu karara ister istemez ben de dinleyici olarak katıldım. Buradaki atölye çalışmaları ve entelektüel düzeydeki tartışma ortamları beni etkiledi. Burada tanıdığım aydınların farklı anlayışları, derinlik psikolojisine uygun tavırları, anlayışımı zorlayan irdelemeleri, algılarımı değiştirmem için perspektif oluşturdu. Tabii ki tam bu arada ‘spiritualist’ bir yolculuk da var, istemeden karıştığım… ki 68 kuşağı olarak, devrimci bir yoldan gelen bir kişi olarak çok saçmaydı… herhalde samimi oluşum, beni bu uçurumdan Metin Bobaroğlu’nun çekip çıkarması olmasaydı, düşünüyorum da ‘geri dönüş’ olmayacak, ‘unutkanlık iskemlesi’nde sonsuza kadar oturup kalacaktım.

Soruna dönecek olursak, 1982 yılında Metin ağabeyle başlayan muhabbet süreci yeni bir ‘yol haritası’ yapmamı öngördü. Metin ağabeyin bir sohbetinde: ‘Ne bilebiliriz?’, ‘Ne yapmamız gerekir?’, ‘Ne ümit edebiliriz?’ soruları gönlümü yakarak öyle işledi ki resim serüvenim sanki bireysellik içeriyormuş gibi bir izlenim yarattı benliğimde. Selçuklu ve Osmanlı uygarlıklarının birçok anıtsal kültür öğesi yurdumuzu gönençlendirmekte, fakat Cumhuriyet Türkiyesi’nin bu görkemde anıtsal kültür öğelerinin hâlâ sağlanamamış olması beni gerçekten düşündürdü. Neydi Cumhuriyet Türkiyesi’nin anıtsal yapıtları? Bu soruya kendimce şöyle bir yanıt verebildim: Yeni İnsan Anlayışı.

İşte bu ‘Yeni İnsan’ anlayışının yapılanmasına nasıl katılabilirim? Ve de ‘Hangi Proje’ ile karşılık vermeliyim ki Metin ağabeyin işaret ettiği ‘Ne yapmamız gerekir?’e yanıt olsun.

 

Eğitimci olarak kariyerinizin, yaşamınızın büyük bölümünü adadığınız Üstün veya Özel Yetenekli Çocukların Eğitimi alanında uzmanlaşma kararını almanızdaki niyet ve nedenleri bizimle paylaşır mısınız?

‘Ne yapmamız gerekir?’ sorusuna verdiğim yanıt, ‘Yeni İnsan’ anlayışının nasıl oluşturulacağına dair iddialı bir proje olmalıydı. 16 yaşımdan beri ilkokul, ortaokul, lise öğretmenliği ve idareciliği yapmaktaydım, hem de sanat eğiticisi olarak. Evde eşimin de öğretmen olarak yetiştirilmesi, sonradan opera sanatçısı olması duyarlılığım için yeterliydi, tek yapmam gereken milli eğitim sistemimizi incelemekti. Bu incelemem sırasında Selçuklu ve Osmanlı uygarlıklarının insan değerliklerinden nasıl üst düzeyde yararlandığını bulguladım. Enderun adıyla oluşturulan eğitim kurumlarından devşirme yöntemiyle küçük yaşta seçilen çocukların ‘özel eğitim’le sistemin önderleri haline getirilmesi, topluma ‘yol açabilmesi’ yaşantısal öğrenmenin sonuçlarıydı.

Cumhuriyet Türkiyesi’nde hemen herkes çeşitli sorunlarla karşılaştığında, ilgili ilgisiz herkes hep faturayı ‘eğitim sistemi’ne kesiyordu. Eğer çoğu sorunumuz çözülemiyorsa, bunun çeşitli nedenleri olabilir. Ama bunlardan birisinin, sorunlara yaklaşma biçimimizdeki yetersizlik olduğu da bilinmelidir. Bu yetersizlik, sorunların hem tanılama hem de giderilme aşamaları için geçerlidir. Tanılama evresindeki en önemli yetmezlik, sorunun ortaya çıkış neden(ler)i yani kaynakları ile, sorunun yarattığı sıkıntıları (görüntüler) birbirine karıştırmaktır.

Parçalanmış bir imparatorluğun enkazı üzerinde, bin türlü yokluk ve uzlaşmazlık ortamında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim alanındaki bir numaralı hedefi kuşkusuz “her türlü koşul altında Cumhuriyeti korumaya muktedir ve de kararlı bireyler yetiştirmek” olmuştur. “Cumhuriyet, yüksek seciyeli (karakterli) muhafızlar ister” sözü bizzât Gazi Mustafa Kemal’in bu yoldaki açık direktifini göstermektedir. O günün yerel ve genel koşulları ile yerleşik değer ölçüleri karşısında, bu anlaşılabilir bir amaçtır. Cumhuriyetle birlikte tasarımlanan eğitim sisteminin ikinci ereği, dinî ve akademik eğitim yapan kurumların ‘eğitim birliği’ ilkesi uyarınca birleştirilmesiydi. Üçüncü tasarım amacını ise, “İlmi hür, irfanı hür, vicdanı hür” ilkesi özetlemektedir. Bilimi, anlayışı ve vicdanı özgür bireyler, bugün de eğitim sisteminin vazgeçilmez tasarım ilkesi olmalıdır. Her şeyde olduğu gibi bu amaçlar da tartışılabilir artı ve eksileri içermektedir.

Ama ne olursa olsun, bu üç amacı birleştiren hedef ister istemez, “belirli bir tipte insan yetiştirmek üzere eğitim” biçiminde olmak zorundadır. Bu, kendisine öğretilenler konusunda kuşkusu bulunmayan, bilgilerinin dayanağı yalnızca onları öğretene duydukları güvenden ibaret olan bir kişiliktir. Bu tür kişilikleri, güven yaratmak şartıyla herhangi bir “doğru”ya, “iyi”ye ve de “güzel”e yönlendirmek kolayca mümkün olabilmektedir. Eğitim sisteminin başlangıçtaki tasarım amaçları içinde bulunmamakla birlikte yine bir “yan ürün” olarak ortaya çıkan ikinci bir kişilik özelliği de, ihtiyacı olan bilgi, beceri, tutum ve davranışları öğrenmeye olan eğilimin donması, ancak başkalarının kendisi için uygun gördüklerinin kendisine öğretilmesini beklemesidir.

Yalnız toplumumuzda değil, ama tüm dünyada derin olumsuzlukları görülmekte bulunan bir düşünme biçimi, olayları, yalnızca siyah ve beyazlar yoluyla açıklamaya çalışmaktır. Bu düşünme biçiminde yalnızca “evet” ve “hayır”lara yer var, “gri tonlar”a yani, “belki”,“olabilir” gibi kavramlara yer yoktur.

Anlatmaya çalıştığım arkatasara ait yaklaşımlar beni “Etkin Öğrenim İçin Yeni Bir Ortam” anlayışına götürdü. Başlangıç için yapabileceklerimize hazır bir kitle olarak gördüğüm “Özel veya Üstün Yetenekli” öğrencileri hedef kitle seçtim. Oluşturacağım projedeki temel söylemim:

* İnsanın içinde yaşadığı çevresi ve toplumu ile birlikte uyum içinde varlığını sürdürmesi ve gelişmesi esastır.

* Her insan farklı yeteneklerle donatılmıştır. Benzersizdir, değerlidir ve sistem halinde çalışan bir bütünün parçasıdır.

* İnsanlığın sürekli gelişimi için bireylerin benzersiz, baskın ve Özel ve Üstün Yetenekleriyle katkılarına gereksinim vardır.

* Bu yeteneklerin ortaya çıkarılması, kuvvetlendirilmesi ve insanlığa katkısı için olanak sağlanmalıdır.

Bu söylem üzerine Milli Eğitim Bakanlığı’nın eğitim kurultayına 1993 yılında katılıp tebliğ sundum. Bakanlık bunun üzerine konu üzerine çalışma teklif etti. Özel Eğitim Rehberlik ve Araştırma Genel Müdürlüğü bünyesinde “Özel veya Üstün Yetenekliler” bölümü oluşturuldu.

Oluşturacağımız kuruma öyle bir ad vermeliydik ki niyetimizle örtüşsün. Nedenleri sorgulayan BİLİM’i, estetik duyarlılığımızı geliştiren SANAT’ı ve kapsamlı düşünmeyi sağlayan FELSEFE’yi bireştiren sembol olmaydı bu kurumun adı: BİLİM VE SANAT MERKEZİ, kısaca özlemimizi ifade eden BİLSEM böylece doğdu.

 

Gerek yazılarınız gerekse sunumlarınızla aktif bir üyesi olduğunuz Anadolu Aydınlanma Vakfı’nın amacı ve faaliyetleri sizin için neler ifade ediyor diye sorarak bitirmek istiyorum röportajımızı.

Başta da belirttiğim gibi, Metin ağabeyle tanıştığım 1982 yılından beri bu süreci yaşamaktayım. Kuruluşundan ve üyesi olmaktan onur duyduğum Vakfımızın amacı bu durumu çok güzel ifade etmektedir.

Vakfın amacını ifade eden söylem, hep dirimli olarak eylemde bulunmayı gerektirmektedir. Etkinliklere gelince; her yıl bir konu başlığında ele alınan, haftalık düzenli yapılan toplantıların herkese açık olması, irfanımızın oluşmasına ve zenginleşmesine önemli katkı sağlamaktadır.

Yayınlarımıza gelince: Gerek daha önce yayımlanan US dergisi, gerekse yeni yayınlanmaya başlayan DÜŞÜNÜYORUM gazetemiz önemli işlev görmektedir. İnternet yayıncılığımız daha da geliştirilebilir. Farklı disiplinler arası ilişkiler de etkinlik kapsamına alınabilir diye düşünüyorum, meselâ drama etkinliği, dans etkinliği.. Ama bence vakıf çalışmalarında gözlemlediğim göreceli olmayan en önemli olgu, insanların birbirine içtenlikle sevgi ve saygı duyması, kendiliğinden bir çaba içinde bulunması. Bu durum kan akrabalığının yerine gönül akrabalığının oluşmaya çalıştığının gönencini göstermektedir.