Yaşlılar hiç kuşkusuz gençlere umutla bakarlar çünkü onlar dünyayı ve bilimi ilerleteceklerdir. Ama bu umut onlarda ancak oldukları gibi kalmadıkları, tersine tinin emeğini üstlendikleri ölçüde yaşamaktadır.”
G.W.F. HEGEL
Toplumsal aydınlanma ve bunun tohumu olarak bireysel aydınlanma sürecinde, Üniversitelere verilen önemi paylaşıyor bu yazı. Üniversitelerimizin kendilerine yüklenen bu ödevi ne ölçüde yerine getirebildiği konusu üzerine `öğrencinin penceresinden’ bir bakış sağlamaya çalışacağız. Sorgulamamızda konunun çok yönlülüğü göz ardı edilmedi. Üniversitelerimizin aydınlanma sürecinde etkin bir rol oynaması için bazı `dış koşullar’ın ciddi engeller teşkil ettiği sıkça tekrarlanan bir görüş olarak sorunun çözümüne yeni sorunlar eklerken, bizleri içinden çıkılması zor bir paradoksla baş başa bırakmaktadır: Söz konusu engeller nasıl aşılacak? Bu yönde yapılan tüm tartışmalarda sıklıkla vurgulanan mevcut politik yapılanma ve hatta `Yeni dünya düzeni’ olarak adlandırılan sistem, tartışıla gelen küçük engellerimizin arkasında duran büyük engeller olarak, `çözüm arayışlarımıza’ gözdağı vermektedir. Biz bu `büyük engeller’i de küçük engellerimizin yansımaları olarak göstermeye çalışacağız ve `üniversite ve aydınlanma’ temeli üzerine yapılanan incelemelerimizin ilkinde, okuyucunun dikkatini dışarıdan çok `kendi içine’, kendi bilgilenme sürecine çekmek istiyoruz. Sorgulamamızı bu noktadan hareketle ilerletmek ve ilerleyen sürelerde `küçük ve büyük engeller’le ilişkilendirerek sürdürmeyi daha sağlıklı buluyoruz.
Kuşkusuz Üniversiteler `Evrensel bilginin üretim merkezi’ oldukları ölçüde Üniversite kimliğini kazanacaklardır. Bakış açımız eşzamanlı olarak üniversitelerimizin bu kimliği hangi ölçüde kazandığı üzerinedir. Üniversitelerimizin, `Üniversite’ kavramının yukarıda belirtilen içeriği nedeniyledir ki, aydınlanma sorunuyla çok sıkı ilişkileri vardır. Bilginin aktarım yoluyla pazarlanmasının aksine `üretilmesi’ ve üretilmiş bilginin evrensel boyuta taşınıp, yeniden üretilip evrensel kılınması ve bu yöndeki eğitim sürecinin, öğrencilerin kendi bilinçlerini oluşturmasına ve giderek özgür bireyler olarak yaşama katılmalarına olanak sağlaması bağlamında, üniversite eğitiminin kişileri topluma kazandırması ve aydınlar yetiştirerek toplumsal aydınlanmada kendisinden beklenen öncülüğü yerine getirmesi beklenebilir. `Bilgi üretimi’nin zorunlu kılındığı üretim süreci, eş deyişle derslerin işleniş yöntemine sorgulamamızın başında yer vermemizin ana nedeni budur. Ve `bilginin üretim süreci’nin üniversite ortamında oluşturulmasına, yukarıda anılan `küçük ve büyük engeller’in belirleyici bir ağırlıkta engel olamayacağı gerçeğini de vurgulamak istiyoruz.
Belirtilmesi gereken bir diğer nokta da, eğitim ve öğretim sürecinin salt üniversitelerle sınırlı olarak ele alınmasının yaratacağı sıkıntılardır. Üniversite öncesi öğretim sürecinin öğrencileri üniversiteye hazırlamadaki başarısı da yine burada yapılmaya çalışılan `bilgilenme süreci’nin eleştirisi içinde ele alınabilir. Sorun, özünde bir yöntem sorunu olduğu için sadece üniversitelerle sınırlanamayacaktır. Üniversitelerimizin bu konuda göstereceği duyarlılık ve çabalarının diğer öğretim alanlarına da değiştirici ve geliştirici katkıları olacağını düşünüyoruz.
Üniversitenin yapısal yönünün `öğretmen-öğrenci-idare’ üçlüsünün bütünlüğü olması nedeniyledir ki, eğer yolunda gitmeyen bir şeylerin varolduğu ileri sürülüyorsa, bunun sorumluluğu bu bütünün herhangi bir parçasına yüklenemez. Üniversitelerimizin, `üniversite’ kimliğini kazanmasına yönelik çaba da, bu üçlünün diyalektik birliğinde aranmalıdır.
Öğretmenlerimizin ve öğrenci arkadaşlarımızın ve hatta ülkemiz insanlarının birçoğunun, üniversitelerin ve giderek tüm eğitim sistemimizin yeterliliği konusunda, gerek `bilgi üretim süreci’ açısından, gerekse de bu sürecin destekleyicisi (yaratıcısı veya yaşatıcısı değil) olarak `maddi olanaklar’ açısından, benzer kaygıları paylaştığını sıklıkla gözlemledik. Bu kaygıların sorunsal haline gelmeden, `kendi-dışımızda’ bir suçlu tespit ederek – öğretmenler için öğrenciler, öğrenciler için öğretmenler ve herkes için ortak suçlu YÖK – çözüm için somut ve gerçekçi adımlar atılması hep ertelenmiş veya kısır girişimler olarak kalmıştır.
Biz bir suçlu aramıyoruz. Yapılmak istenen sorunun doğasını göstermeye çalışmak ve ana başlıkta belirtilen `üniversite ve aydınlanma’ bağlamında üniversitelerimizin evrensel kimliklerine yabancılaşmalarının nedenlerini sorgulamak. Bu yönde bir sorgulamayla konunun üniversitelerimizin gündemine gelmesine katkıda bulunmak ve konuyla ilgili `duygusal tasarımsal’ tepkilerin ötesinde eleştirel ve ussal bir bakış yakalamaya çalışmaktır.
Ve yine belirtmekte yarar var ki, eleştirilerimizin arkasında, düşüncelerimize `saltık doğru’lara sahip olmanın pekin duygusu eşlik etmemektedir. Ortaya konmak istenen, düşüncelerimizin, bilinçlerde eleştirel bir süzgeçten geçirilmesi ve sorunun yeniden üretilerek, bir dizge içerisinde çözüme kavuşturulmasıdır.
İNSAN ÜSTÜNE
“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmez isen
Ya nice okumaktır”
Yunus EMRE
Sorgulamamızın merkezinde duran `insan’ üzerine birkaç söz söyleyerek konuya giriş yapacağız. Doğanın en örgensel varlığı olan insan, çok boyutlu olmasıyla diğer doğa varlıklarından kendini ayırır. “Yaşam koşulları içinde doğal, ruhsal, düşünsel, eylemsel, kültürel ve tarihsel boyutlarıyla ele alınması gereken `insan’ tüm boyutları içinde çelişik, dinamik ve organik bir bütünlüktür.” Eylem varlığı olarak insan, eylemleriyle (bilinçliamaçlı-etkinlik) doğayı dönüştürüp yeniden üreterek, üretilmiş doğa olan `kültürü’ oluşturmuştur.
İnsan düşünebilmesiyledir ki, yaşam karşısında `nesne’ olmaktan kurtulup `özne’ olmayı başarabilmiş, içinde yaşadığı dünyanın edilgen bir parçası olmaktan sıyrılıp, dünyasını değiştirip dönüştürmüş ve bu süreçte kendisini de değiştirip dönüştürerek adeta kendisini yeniden üretmiştir. İnsanın bu bilinçlenme serüveni, geleneğin sıkça vurguladığı: ‘Kendini Bil’menin de serüvenidir. Bu serüvenin ereği olan `özgürlük’ kavramını, insanın `öz’ünün `gürleşme’si olarak ele aldığımız için, `gürleşme’sinin önündeki tüm engellere, her şeyden önce de kendi içimizdeki engellere karşı yürütülen savaşımdır `Aydınlanma’.
Çağımızda her ne kadar büyük bir kültürel yabancılaşma ve evcilleştirilme süreci yaşandığı tehlikesi sıklıkla vurgulansa da -ki buna kısmen katılıyoruz- bilinçlerin kendi dünyalarına eleştirel bir biçimde bakma yeteneğinde olduklarını düşünüyoruz. Yabancılaşma insanlar için bir ikiliğe yol açmakta olduğundan, özüne yabancılaşan insan yaşamı farkındasızca yaşamaktadır, ama bu `insan’ın ölümü değildir kuşkusuz, bilinmelidir ki `öz’ asla yok edilemez ve eğer insanlara onu tanıması için gerekli araçlar sağlanırsa, insanlar kişisel ve sosyal konumlarını ve gerçekliğin çelişkilerini de süreç içinde algılayabilecekler ve kendi bilinçlerini de sorgulayarak yaşamı eleştirel biçimde ele alabilen anlamlı bir yaşama kavuşacaklardır.
`Evrensel Bilginin Üretim Merkezi’ olarak tarihte ilk kez biçimlenen Üniversite olgusu, İnsanın anlamlı yaşama kavuşmasını erek edinmektedir. Tüm sorunlarımız, özünde `yaşam’ odaklıdır. Hepimizin temel isteği `insanca yaşam’dır. Bir yaşam ki, edimselleşmesi aydınlanmış bireylerce gerçekleşir. Bu çalışmanın özü `aydınlanma’dır ve temelinde eleştirel bilincin yaşamın her alanında özgür devinimini bulmak, ve giderek bunu `eğitim ortam ve yöntemi’ni sorgulayarak gerçekleştirme idealindedir.
EĞİTİM ORTAMI VE YÖNTEMİ ÜZERİNE
Eğitim ortamlarının teknik donanımları eğitime olumlu yönde katkı sağlar. Teknik açıdan ders ortamlarının eksikliği bu kısımda (belirleyici olmaması nedeniyle) dikkate alınmayacaktır-. Sadece şunu hatırlatalım, ihtiyaç duyulan tüm teknik donanımları üretebilecek kadar ilgili fakülte ve insan gücü, ülkemiz teknik lise ve üniversitelerinde mevcuttur. İlgili derslerin uygulamaları amaçlanarak dahi bu donanımlar sağlanabilir.
Bizim daha önemle üzerinde duracağımız konu eğitim ortamının diğer unsurları olan `öğretmen’ ve `öğrenci’nin ortamdaki konumları ve izlenen yöntemdir. Aşağıda çizilen tablo genel bir değerlendirmedir, sıklıkla yüzeye çıkan sorunlar ve eğitim uygulayıcılarının yöntemleri, eğitime katılanların edilgin tutumları dışarıda bırakılmaksızın ele alınacaktır. Çünkü eğitimin işleniş biçimi sadece öğretmen tarafından oluşturulmaz, öğrenci o sürecin bir parçasıdır, sürece dahil olduğunun bilincinde olmasa bile.
Eğitim ortamında, Öğretmen-Öğrenci ilişkisi `Anlatı’ niteliğinde yürümektedir. “Anlatan bir `özne’ olarak öğretmenler ve sabırla dinleyen `nesne’ler olarak öğrenciler. ” Bu çerçevede karşımıza çıkan ilk problem, öğrenenler olarak öğrencilerin bilgilenme sürecinde `özne’ler olarak değil de `nesne’ler olarak yer almalarıdır. Öğrencilerin edilgin tutumları ve bunun bir alışkanlığa dönüşmesiyle, öğrencide özgür öğrenme isteği bastırılmakta ve bu, öğrencinin `bilgi’ye ve kendine yabancılaşmasına neden olmaktadır. Aynı zamanda öğretmenin öğretme yöntemi, bu edilgin tutumu kabul eden bir yapıda ise, farkında olmadan oluşmuş `önyargılar’ sonucu öğrencinin bu sürece `özne’ler olarak katılamayacağı inancını beslemiş olabilir. Ve hatta her iki taraf için `Özne’ olmanın ne imlediği tanımlı olmayabilir. Eğitim ortamındaki bilgilenme sürecinin `Anlatı’ya dönüşmesinin sorumlularını aramadan önce üzerinde durulması gereken önemli nokta, öğrencilerin bilgi sürecine edilgen olarak katılmalarıdır. Bu durum her iki taraf içinde çoğunlukla – yanlış bulunsa bile – benimsenmiş, sessizce kabul görmüştür.
Öğrenciler: Edilgendir ve bunun gerekliliğine inanır, çünkü eleştirel olmak onu amacına ulaştırmayacaktır. Buradaki `amaç’ sorgulanmaya değer. Öğrencinin üniversite eğitimini seçmesi çoğunlukla bilinçli bir tercih olmasından öte dışsal bir zorunluluk, bir koşullanmadır. Tıpkı ortaokul sonrası lise eğitimi almanın gerekliliği gibi lise sonrası bir üniversite eğitimi almanın zorunluluğu. Buradaki zorunluluk daha çok `iyi bir meslek, iş’ sahibi olmanın bir önkoşuludur. Amaç iyi bir meslek olduğu sürece, öğrencinin hedefi üniversiteyi bir şekilde bitirmek olacaktır. Bunun için de kendisinden istenileni, başka bir deyişle sınavlarını sorunsuzca geçmek ve diplomasını alarak yaşamına devam etmek ister. Dersler ve buna bağlı olarak konular, öğrenci için sınav bağlamında önem taşımaktadır. Sınavlarda, üniversite öncesi edindiği koşullanmalar çerçevesinde, öğretmenin anlatısına bağlılığı ölçüsünde başarılı olacağına inanır. Bunların sonucu olarak öğrencilerin amacı `Anlamak’tan öte `Bilgi Biriktirmek’ olacaktır.
Öğretmenler: Öğrencilerin edilgenliğe özünlü olduğuna inanır, bu sebeple de kendilerinden `öğreten’ olmaları nedeniyle istenileni yerine getirmekten öte bir şey istemez. Karşılarına uzun bir öğretim süresi sonunda koşullanmış olarak gelen bilinç yığınları karşısında yapabileceğinin en iyisi olarak gördüğünü yapar. Çünkü karşısındaki bilinç yığınlarının yapılaşmış edilginlikleri karşısında, öğrenciye karşı doğan güvensizlikle bu edilgenliği belirli mantıksallıklar içinde kabul eder. Öğretmenin kendi öğretim sürecinde de benzer bir yapılanmayı geçirdiği düşünülürse `bilgi üretimi’nin gerçekleştirilmesinde uygun zemini sağlamasının zorluğu ortadadır. Genelde önce konunun bütünselliğinin öğrenilmesi, daha sonra eleştirel olarak konuya yaklaşmanın olanaklı olduğu şeklinde de bir anlayış gelişmiş olmaktadır. Öğrencilerde karşımıza çıkan `özgüven yoksunluğu ile edilgenliği kabullenme’ olgusu, Öğretmenin `öğrenciye güven eksikliği ve bilgiyi ben-merkezci bir biçimde dondurması’ ile birleşince eğitim süreci, kavramına içkin olan doğasından uzaklaşmakta, üretimden uzak, sadece bilgi aktarımının gerçekleştiği, üretilmiş bilgilerin bilinçlerce yeniden üretilip kendileri için kılınarak, sadece bilgiyi değil aynı süreçte kendini de üretmesine olanak sağlayan özgürleştirici ırasını kaybetmekte ve bu sürecin sonunda topluma `aydın’ bireyler kazandırılamamaktadır.
Anlatı, doğal sonucu olarak çoğu zaman `kelimeleri’ somutluklarından boşaltıp, içi boş, yabancılaşmış bir hale getirmektedir. İçeriğinden uzaklaşıp bu şekilde `yabancılaştırıcı’ da olan anlatılar, anlaşılmaz soyut laf kalabalığı haline gelebilmektedir. Bu kalabalık içinde öğrenciler çoğunlukla kelimelerin bu soyutluluğundan kurtulmak ve düşünceyi anlaşılır kılmak için, içeriği kendi kişisel, duygusal, sezgisel `tasarımlarıyla’ doldurmaktadır. Öğrencinin bu şekilde oluşturmaya çalıştığı bilinci, eleştirel tartışma ortamlarında kurulan `etkin diyalog’larla, başka bilinçlerle etkileşime girmeyip, kendinde kaldığı sürece, öz-bilincini oluşturamamakta ve `Bilgi biriktirme’ den `Bilgilenme’ ye ilerleyememekte, sadece birtakım `zan’lar oluşturmaktadır, anladığını zannetmek gibi.
Öğrencileri mekanik bir bilinç yapısına indirgeyen bu tarz anlatılar öğrencileri sürekli `alıcı nesne’ler haline getirip, `düşünme ve eylem’ giderek bizleri verili dünyaya uymaya yönelten kavramlar olarak öğretilir. Oysa ki, yukarıda belirtildiği üzere insan, verili dünyaya uymaktan öte doğa karşısında kendini fark eden, doğayı dönüştürüp değiştiren ve kendisi için yeniden üreten bir eylem varlığıdır. Unutulmamalıdır ki, insan bilgiyi üretirken kendini de üretir, ve insan kendini üretebildiği ölçüde özgürleşmeye başlar. İnsanın özgürleşme süreci bağlamında ele alındığında, `anlatı’ niteliğini aşamayan bir öğretim süreci, insanın koşullanmalarına yeni bir boyut katar: `Kendisi için yeniden üretmediği Bilgi yığınlarıyla koşullanmış insan.’ Mevcut yöntemler, Brezilyalı eğitim felsefecisi Paulo Freire’nin aşağıdaki betimlemesinde kısmen kendini ifade etmektedir: ” (…) böylelikle eğitim bir `tasarruf yatırımı’ edimi haline gelir. Öğrenciler yatırım nesneleri, öğretmenler ise yatırımcılardır. Öğretmen iletişim kurmak yerine tahviller çıkartır ve öğrencinin sabırla aldığı, ezberlediği ve tekrarladığı yatırımlar yapar. Bu `Bankacı Eğitim’ tarzıdır.” Aslında `diyalogsuz’ , iletişimsiz, eleştirel bir ortamda `karşılıklı ve hep birlikte bilgi üretimi’nin olmadığı geleneksel anlatı tarzında hem öğretmen hem de öğrenci birer yanılsama içindedir. Ne anlatan `öğretmen’dir, öğreten özne olarak; ne de dinleyen `öğrenci’dir, öğrenen özne olarak. Bu yanılsama, temelinde öğrenci-öğretmen çelişkisini oluşturur. Her iki tarafta insan olmaları nedeniyledir ki `özne’ olmaya iyedir. Yukarıda tartışılan `nesneleşen bilinç’ olarak öğrenciye bazı anlarda öğretmen de eşlik edebilmektedir. Öğretmenler de bu ilişkide farkındasızca `nesne’leşebilmektedir. . Öğretmen anlatı konusuna eleştirel bir yaklaşımla bakamıyorsa (veya bakma gereksinimi duymuyorsa) ve elindeki `müfredat’ a bağımlı kalıyorsa, öğretmen de müfredatın nesnesi olabilmektedir. Bu tür durumlarda bilgi sürecinin tek öznesi `Müfredat’tır; çağdaş müfredatlar da, belirlenimleri düşünen öznenin gelişimini engellediğinden, üniversite kavramıyla taban tabana zıtlık içindedir. `Evrensel bilginin üretim merkezleri’ olarak tanımlanan, adlandırılmasını Antik-Yunan’da bulan, kökenlerini ise Antik-Mısır’da Hermetik öğrenciler olarak hep birlikte öğretinin işlendiği fakülteler niteliğindeki tapınaklarda bulduğumuz `Üniversite’ kavramı tarihsel bir süreç içinde ele alınmalı ve okul geleneğinin, uygarlık bağlamında `Aydınlanma’ya katkısı irdelenmeli ve araştırılmalıdır. `Üretim’, `Evrensel Bilgi’ , `Aydınlanma’ ve `İnsan’ üzerine yapılandırılmış bir `üniversite geleneği’nin ülkemizde ne şekilde yaşatılıyor olduğu üzerinedir eleştirilerimiz. `Canım nasıl olsa birileri `bizim için’ düşünür, üretir, hatta belki birileri bir şeyler yapar da bizde aydınlanıveririz. Yaşam mı? Biz zaten yaşamıyor muyuz ki?’ Yukarıda anlatılmaya çalışılan sorunsal genel olarak, `eğitim-üretim’ çelişkisi üzerinedir ve bu çelişkinin aşıldığı biricik noktayı, öğrenci kavramına özsel `istenç’ kavramında buluyoruz. Öğretmenlerimizin böyle bir tabloyu isteyerek, bilinçlice oluşturduklarını söylemek istemiyoruz kuşkusuz. Ama farkında olmasak da veya farkında olup çoğu zaman nedense kabullendiğimiz genel durum bu tabloya oldukça yakındır. Böyle bir tablonun, yukarıda özellikle altını çizmeye çalıştığımız, `düşünce ve eylem varlığı’ olarak insanın gelişim sürecine ne kadar katkıda bulunabileceğini, öğretmenler ve öğrenciler olarak hep birlikte sorgulamalıyız. Eğer üniversitelerimizin, evrensel bilginin üretim merkezleri olarak bizlerin aydınlanma sürecine girmemizde etkin bir rol alması gerektiğini düşünüyorsak.
Eğer bu şekilde düşünmüyorsak ve üniversitelerin `insanlaşma sürecinde’ etkin bir rol almadığı, `iyi bir meslek’ edinmek için araç olduğu düşünülüyorsa, ve yine üniversite kavramı evrensel içeriğinden ve geleneğinin bağından koparılıyorsa, o halde `Aydınlanma’ insanların kişisel olarak uğraşmaları gereken soyut bir olguya indirgenmiş olur. Bu durumda en azından, `Üniversite’ kavramına, `Üniversite tarihi ve geleneği’ne saygılı olup, üniversite adını kullanan okullarımızın adlarını değiştirebiliriz. Üniversite değil, `Üst Lise’ olarak veya `Meslek ve İş Edindirme Merkezi’ gibi isimler üretebiliriz’ (En azından bir isim üretebiliriz).
Bu yazıyla amaçlanan bu kadar karamsar bir tablo oluşturmak değil elbette. Sorunsalın oluşmasına yardımcı olacak sorunları eleştirel bir biçimde ortaya koymaya çalışıyoruz. Doğal olarak iyimser bir bakışla ortaya konabilecek durumlar da vardır. Bazı öğretmenlerimizin, öğrencilerin edilgen olmadaki tüm ısrarlarına rağmen, öğrenciye de bilgilenme sürecinin öznesi olarak katılmanın zeminlerini oluşturmaya gayret ettiklerine tanık oluyoruz. Ve yine bazı öğrencilerin hem diğer öğrencilerin edilgen yaklaşımına, hem de öğretmenin anlatıyı rahatça sürdürmesine engel olacağı düşüncesiyle – öğrencilerini edilgenleştirme çabalarına rağmen, sürece özne olarak katılma gayretleri de göz ardı edilmedi. Çok kısa bir sürede `umutsuzluğa’ yenik düşseler de. Başlangıç kısmında da belirttiğimiz gibi amaç, genel durumun eksik ve üniversite kavramıyla bağdaşmayan yönlerinin gündeme getirilip tartışmaya açılmasını sağlamaktır.
ÖZGÜRLEŞTİRİCİ BİLGİ SÜRECİ ÜZERİNE
“Bilgi, buluş ve yeniden buluş yoluyla, dünyayla ve birbirleriyle olan insanların durmak bilmeyen, sürekli umut dolu araştırmalarıyla ve ideallerinin peşinden koşmalarıyla oluşur.” Özgürleştirici Bilgi süreci, eleştirel düşünmeyi harekete geçiren, bir problemin karşıtıyla bağlarını arayan bir süreçtir. Bu sürecin ereği, öğrencileri içinde gömülü oldukları verili algı kalıplarına `uyumlu’ kılmak değil, bu koşulları değiştirip dönüştürmek, öğrencileri etkin özneler haline getirmek ve onların alternatifli düşünebilmelerini sağlamaktır.
Özgürleştirici bilgi süreci, tek yanlı bilgi aktarımının tersine öğretmen-öğrenci arası diyaloğu ilke edinir. Bir nevi bu diyalogla sağlanan eleştirel ders ortamlarında, öğretmen ve öğrencinin hep birlikte yeniden öğrenmelerine zemin bulduğu bir süreçtir. Bilgileri üst üste yığmanın da ötesinde bilgiyi de bilincine düşünme konusu yapmanın ve bilginin yabancılaşmışlığından arınıp, bilgileri kendimiz için kılmanın ve diğer bilinçlerle ilişkiye sokarak öz-bilinç oluşturmanın da sürecidir.
Özgürleştirici bilgi süreci, `özgür’ düşünme etkinliğinin gerçekleştirilmesidir.”Bir düşünme etkinliği üretken olabiliyorsa özgürdür. Eğer düşünme yoluyla salt öğrenme, öğrenilenleri ezberleme, akılda tutma ve aktarma söz konusu oluyor ve bunların ötesine geçilemiyorsa, `özgür düşünme etkinliği’ gerçekleşmiyor demektir. Eldeki bilgilerden yararlanılarak yeni bilgiler üretilmişse, özgür bir düşünmeden söz edebiliriz. Ayrıca edindiğimiz bilgilerden bazılarını doğru bazılarını yanlış, bazılarını değerli bazılarını değersiz bularak ve kendince olumlu olanlara bağlanmış bir bilincin düşünmesi de özgür değildir.”
“Toplumda edindiği kültürü ve bilgi birikimini özeleştiri ve akıl süzgecinden geçirmeksizin yinelemeye ve aktarmaya yönlendirilmiş kişi özgür düşünmeyi gerçekleştiremez.” Yukarıda eleştirel bir bakışla irdelediğimiz bilgi aktarımı sürecinde etken olmayı başaramamışsak, yani konumuzu irdeleme, sorgulama ve tartışma olanağı bulamamışsak, düşünce üretmeyen bilgi alıcıları haline gelmişiz demektir. Bu da bizleri “okuduğumuz her şeyi, söylenen her sözü, ileri sürülen her savı kuşku duymadan, sorgulamadan, eleştirmeden ‘inanan veya reddeden’ insanlar” haline getirebilmektedir. Böyle bir insan, “Bir çok bilgiler edinir, bu bilgileri başkalarına aktarır fakat düşünsel edilgenliği nedeni ile kendisi bilgi üretemez, yapıcı ve yaratıcı olamaz. Özgürleştirici bilgi süreci, özgür düşünme etkinliğini sağlamak için; yöntemli düşünmenin etkinliğiyle beslenmelidir. Bunun için: `Kuşku’ – `Sorgulama’ – `Eleştirel Düşünme’ niteliklerini kazanmalıdır. Ve ” Soru – Sorun – Sorunsal ” kurmayı yöntem edinmelidir.” Bu bağlamda hem öğretmenlerimize, hem de öğrenci arkadaşlarınıza önemli sorumluluklar düştüğüne inanıyoruz. Biz bu sorumluluğun -öğrenci olma sorumluluğunun- bilinci ile hareket ediyoruz ve başlangıç noktamızı öğrenim sürecini belirleyecek ve `talep’leriyle öğretmenleri yönlendirecek olan `öğrencinin istencinden’ yapıyoruz.
ÖĞRETMENLERİMİZE
“çocuklar, doldurulacak bir kap değil, yakılacak bir ateştir.” M. MONTAIGNE
Öğretmenlerimizin kendi konularına evrensel bir çerçeveden, eleştirel düşünerek bakmaları gerektiğini, öğrencilerle girecekleri `diyalog’larla derslerde hazır, önceden üretilmiş bilgileri sunmalarına ek olarak, aynı zamanda sınıfları adeta bir `Bilgi Düşünce Atölyesi’ haline getirip, mevcut bilgilerin işlenip eleştirel bir sorgulamayla geliştirilip yeniden üretilmesine zemin hazırlamalarının gerekli olduğunu düşünüyoruz. Bu şekilde özgürleştirici bilgi sürecinde öğrencileriyle hep birlikte yeniden öğrenip, kendilerini bu süreçte öğrencilerin birer karşıtı olarak değil, bir `partner’ olarak düşünmelerini arzuluyoruz. Bu bağlamda, öğrencileri ezberlemeye değil araştırmaya yönlendirmelerinin, eleştirel düşünme için gerekli zeminin ders ortamında yaratılmasına önayak olmalarının, ders akışının özgürleştirici yönde sağlanmasının gerekliliğine inanıyoruz. Sınavların içeriğinin de, öğrencilerin ezberlediklerini ortaya döken niteliğinden öte, anladıklarımızı kullanıp üretimler yapmamızı sağlayacak, bizleri bu yönde yapılandıracak sınav sistemlerinin gerekli olduğunu ileri sürüyoruz. Kuşkusuz bütün bu söylenenler, birer `olması-gereken’ ler olarak ele alınmamalı, bunlar hiçbir iddia niteliği taşımıyorlar. Sadece bir `bakış’, bir `anlamlandırma çabası’ olarak görülmeli ve diğer bilinçlerce farklı bakış açılarının devindirici gücüyle zenginleştirilip, değiştirilip başlangıçtaki `özgürlük’ ereğine doğru devindirilmelidir. Taraflardan birini bu eğitim sorunundan sorumlu tutma çabasında olmadık. Sorun nasıl ki hepimizin, o halde bunun sorumluluğu da hepimizindir, çözüm yollarının da hepimizce – eğer duyarlıysak üretilmesinin zorunluluğu gibi.
ÖĞRENCİLERE
“çözümde rol almayanlar, sorunun bir parçası olurlar.” GOETHE
Şöyle bir noktanın bilincinde olmalıyız: `Öğrenci’ olmak demek, öğrenme etkinliğini, bilgiyi tutkuyla `talep’ ederek sürekli kılmak, öğrenme etkinliğinin özneleşme süreci olduğunu, bu süreçte daha önce üretilmiş bilgilerin, kendimiz için eğitim ortamında diyaloğa sokularak üretmek ve etkin öğrenci kimliğine sahip olmak gerektiğini bilmektir. Aksi halde kendi gerçekliğiyle uyuşmayan `öğrenci’ veya `öğrenci kimliği’ yozlaşmakta, üniversitelerimiz gerçek köklerinden uzaklaşmaktadır. Geriye ancak “Nasreddin Hocanın odun taşıyan eşekleri” gibi betimlenen ezberci bir tutum ve onun boş ayak sesleri kalmaktadır. Yaşam ancak `insan’ olmakla yaşanabilir, yukarıda anlatılan ve çoğumuzun içinde bulunduğu süreci daha anlamlı kılmak için hepimize birtakım sorumluluklar düşmektedir. Farkında olmamız gereken şey, bu sürecin sadece dersleri kapsamadığıdır. Bu süreçte düşünme ve düşünce yapımız öylesine bir mekanik yapıya indirgenmektedir ki, zaten ilk-orta-lise eğitimimizde inşa edilmeye başlanan körpecik bilincimiz üniversitede iyice pekişmekte, yaşam karşısında edilgen insanlar olmaya başlamaktayız. İnsanca bir yaşam için önce insanlaşma sürecine girmek gerekir. Her şeyi birilerinin yapmasını bekleme huyumuzdan, `Biz ne yapabiliriz ki?’ gibi kendimizi küçümseme alışkanlıklarımızdan, `Bana ne’ lerimizden vazgeçip, insan olmanın sorumluluğunu yerine getirmek için, biraz `düşünme’ biraz da `sevgi’.
Goethe’nin dediği gibi: “Biraz daha ışık!”
Yararlanılan Kaynaklar:
1) “Anadolu’da Aydınlanma Vakfı – AAV Kadıköy KSM Etkinlikleri” / Metin Bobaroğlu
2) Mantık Bilimi / G.W.F.Hegel (İdea Yayınlan) 3) Ezilenlerin Pedagojisi / Paulo Freire (Ayrıntı Yayınları)
Not: Yukarıda belirtilen kaynaklara, yazı içinde doğrudan gönderme yapılmayıp, alıntılar çift tırnak içinde belirtilmiştir.