Islak gözlerine sünger çekiyordu bakışları gözlerine duvar örerken. Mevsimsiz bir ömrün yollarını adımlamaktan yorgun düşmüştü. İçi boş, mektubunu kaybetmiş zarfları andırıyordu bedeninin taş duvarları. Geçmişi yanında taşımaktan geleceği çoktan unutmuştu. Hangi dili konuşsa sözcükler sığlaşıyor, kendi köşelerine çekiliyorlardı. Umutla umutsuzluğun, geceyle gündüzün yol ayrımındaydı. Arada bir dizlerinin çözülen bağlarını toparlamaya çalışıyordu. Kimliği elinden alınmış kenti gezerken… Bu kent ki güzellerin hayallerindeki incileri hep gözlerinde taşımış, çağların adını değiştiren görkemi, nice kralların, sultanların uykularını kaçırmış, kardeşi kardeşe boğazlatan gizemini inkâr etmemişti. Nice şairlerin kalemlerine konuk olmuş, nice usta ressamların fırçalarına takılmış, nice sevdalara ev sahipliği yapmış gönlü geniş bir kent…
Birden şehrin en işlek caddesinde olduğunu farketti. Bir kitapçı dükkânının önünde durdu. Vitrine baktı. Gözüne bir kitap ilişti, “Kimlik ve Onur” yazıyordu kapağında. Elini cebine attı, nüfus cüzdanını çıkardı, inceledi. Tekrar kitabın kapağındaki ismi okudu. Cüzdanını cebine koydu. Peki benim kimliğim nerede, diye sordu kendine, telaşla yürüdü. Kim aldı kimliğimi cebimden? Yoksa sarhoşken mi çaldırdım?.. Polise mi gitmeliyim, arkadaşlara mı sormalıyım, diyerek adımlarını sıklaştırdı.
İçindeki huzursuzluk tedirgin etmeye başlamıştı tüm bedenini. Yitik bir bedenle mi geziyorum çoktandır? Adım var, giysilerim var üstümde. Peki kimi taşıyor bunlar içinde, diyerek sürekli sorular yöneltiyordu kendisine. Günlerce ekmeksiz, susuz, sigarasız düşündü. Sonunda kararını verdi. Kitapçı dükkânına gitti. “Kimlik ve Onur” adlı kitabı aldı. Her dizeyi, her sayfayı tekrar tekrar okudu. Hem de türkü tadında…