Bilindiği gibi literatürde kültür çok farklı biçimlerde tanımlanmış, ancak tek bir tanım üstünde herhangi bir anlaşmaya varılamamıştır. Örnek olarak birkaçını ele alacak olursak:
– Kültür, bir toplumun ya da bütün toplumların birikimli uygarlığıdır.
– Kültür, belli bir toplumun kendisidir.
– Kültür, bir dizi sosyal süreçlerin bileşkesidir.
– Kültür, bir insan ve toplum kuramıdır.
– Kültür, insanın ürettiklerinin toplamıdır.
– Kültür, insansal yaşam biçimidir.
Bunun yanında bazı ünlü düşünürlerin de kültür için özgün tanımlamalar yaptığını görmekteyiz:
Voltaire’e göre kültür:
“Aklın bazı fakültelerinin amaca elverişli düşünsel çalışma ve pratiklerle geliştirilmesidir.”
Marks’a göre kültür,
“Doğanın yarattıklarına karşılık insanoğlunun yarattığı her şeydir.”
Pek çok sosyoloji ve antropoloji okulunun kültür tanımına kaynaklık eden ve bu bakımdan bir klasik olarak kabul edilen Taylor’ın tanımı ise şöyledir:
“Kültür ya da uygarlık, bir toplumun üyesi olarak, insanoğlunun öğrendiği (kazandığı) bilgi, sanat, gelenek-görenek vb. yetenek, beceri ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütündür.”
Türk aydınlarından Aziz Çalışlar,
“Kültür, her şeyden önce, insanın doğayı değiştirici etkinlik süreci ile bu sürecin ürünleri ve sonuçlarıdır”
şeklinde, Aytunç Altındal ise,
“İnsanların, emek gücü ve bunun üretkenliği ile varolan nesnel gerçeklikten iktisadi özü, siyasal görünümü, toplumsal içeriği ve tarihsel biçimi olan, iletilebilir, uyarlanabilir nitelikte formasyonlar edinmesine kültür denir”
şeklinde tanımlamalar yapmışlardır.
Kültür tanımlarının bu kadar farklı oluşu, onun farklı düşünce disiplinlerine, farklı inanç ve farklı ideolojilere bağlı olarak ele alınmasından kaynaklanmaktadır. Biz ise, kültür kavramını, insanoğlunun tarihsel serüveni içinde tanımlamaya çalışacağız.
İnsan her şeyden önce bir doğa varlığıydı ve başlangıçta doğa ile uyum içinde yaşamını sürdürmekteydi. Yaşam gereksinimlerini doğadan toplayıcılık yoluyla karşılıyordu.
Bundan sonraki aşamada, insan araç-gereç (alet) yaparak diğer doğa varlıklarının karşısında farklılaşmaya başladı.
Bedensel eksikliklerini alet üreterek gideren insan, artık doğrudan doğruya doğaya değil, ürettiği araç-gerece bağlı olarak yaşamını kurmaya ve doğayı değiştirip dönüştürerek kendisi için kılmaya başlamıştı. Böylelikle insan, yaşamak için zorunlu görevlerini doğadan ürettiği sayısız araç-gerece yükleyerek, içinde rahatça yaşayıp düşüncesini geliştirecek yepyeni bir doğa meydana getirmişti.
Söz konusu araç-gereçler ilk kültür nesneleri olarak nitelenebilir. Bu araç gereçler, hem doğanın sunduğu olanakları hem de insan gereksinimlerini bir arada, kendi üzerinde yansıtır. Bu nedenle araç-gereçler, bir yönüyle doğayı değiştirir ve dönüştürür, diğer bir yönüyle de onu kullanan insanı dönüştürüp değiştirir. Yeni gereksinimler ortaya çıktığında ise, insan yeni araç-gereçler oluluşturur ve geliştirir. İşte bu olgu kültür denilen üretimin temel olgusudur. Görüldüğü gibi burada doğa, insan ve ikisi arasındaki somut ilişki olan araç-gereç arasında üçlü bir etkileşim söz konusudur.
İnsanın üretim biçiminin üçüncü evresinde, tarım karşımıza çıkmaktadır. Tarım döneminde, doğa ürünleri artık insanın denetiminde ekilmekte ve biçilmektedir. Bu ise, bugünkü anlamda kullandığımız culture (kültür, ekin) kavramının köküdür. Toprağa yerleşme insan-insan dayanışması gereğini doğurmuş ve insanlık toplumsallaşma sürecine girmiştir.
İnsan-doğa ilişkisinde nesnel ürünler ortaya konduğu gibi, insan-insan ilişkisinde de toplumsal kültür nesneleri ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda kültür için, insanın, doğa ve toplum ilişkilerinde yaptığı üretimlerin toplamı ve onları kullanma biçimidir şeklinde bir tanım yapılabilir. Bu üretimlerin nesilden nesile aktarımı, biriktirme ve gelişmeyi içinde barındıran tarihsel bir sürecin oluşmasına neden olmuştur.
Buraya kadar anlatılanları özetlersek:
– İnsan-doğa ilişkisinden, doğal kültür nesneleri çevresi,
– İnsan-insan ilişkisinden, toplumsal kültür çevresi,
– İnsan-tarih ilişkisinden, tarihsel kültür süreci oluşmaktadır.
İnsanın kendini algılaması, başka bir deyişle ‘Neyim?’ ve ‘Kimim?’ sorularına yanıt olarak ortaya koyduğu düşünce, tarihsel süreçte toplumsal kültür benliğinin belirlemesi altında olmaktadır. Kültür için ortam, çevre ya da mekansal yaklaşım yanında, geçmiş, şimdi ve gelecek olarak zamansal bir yaklaşım da gereklidir. Çünkü tarihsel süreç, toplum belleği ya da kimlik sürekliliği sağlaması bakımından yaşamsal önem taşımaktadır.
Bir toplum, geçmişten gelen kültürel birikimleri, şimdiki zamandaki diğer kültürlerle etkileşimleri ve gelecek zaman için ortak umutlar ve hedefleri bünyesinde barındırır. Bütün bunlar o toplum bireylerini birbirine bağlı kılar. Ortak bellek, ortak eylem ve ortak amaç birliği olarak kültür, toplumsal kaynaşma aracı niteliğinde görünmektedir.
Toplumların kültürel üretimleri sanatsal yapıt, dinsel kurumlar, törel sözleşme, hukuksal düzenleme, siyasal yapılanma, felsefi görüşler gibi biçimler altında toplum belleğinde ve ayrıca alışkanlık, inanç ve bilinç olarak da bireysel bellekte biriktirilir.
Tarihsel süreçte, bazı kültür olguları egemen kültür altında toplanıp alt kültüre dönüşmüşler, bazıları tarih sahnesinden silinmişler, bazıları da diğer kültürlerce özümsenmişlerdir.
Herhangi bir somut kültürü tanımlayabilmek için, onun diğer kültürlerden özgül ayrımını ortaya koymak gerekir. Bunu yaparken, o kültürün, ırk, din, dil, sanat, töre, felsefe, yönetim biçimi, üretim biçimi, üretim araçları ve üretim ilişkilerini göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Bunlar kültür olgusunun temel taşlarıdır.
Bir toplumun kültürel dinamikleri, o toplumun kültürünün değişip dönüşmesini sağlar. Bu dinamikler daha çok üretim biçimi, sanat, düşünce ve yönetim ile ilgili dinamiklerdir. Kültür devrimleri daha çok bu dinamiklerin harekete geçirilmeleri ile olanaklıdır.
Bu yönüyle kültür, bir eğitim konusudur. Eğitimin kültür üzerindeki etkisi iki temel yönde oluşmaktadır. Birincisi baskı, dayatma, koşullandırma ve etki altında tutma gibi insanca olmayan yöntemler; ikincisi ise özgürlükçü, demokratik ve rasyonel olma gibi insanca olan yöntemlerdir. Bu ikincisi ezbere dayanmayan, aktarımcılığın yanında katılımcılığı ve üretkenliği esas alan, geliştirici bir yöntemdir.
Çağdaş kültür, eşdeyişle yaşam biçimi, çoğulcu, katılımcı, demokratik bir yaşam biçimidir. Bu ise tek bir kültürün egemen kılınmasını değil, farklı kültürlerin adil bir biçimde bir arada yaşama olanağının sağlanmasını gerekli kılar.
Bireyler aynı kültür içinde törel bir sözleşmeyle uyumlu yaşayabilmektedir, ancak farklı kültürlerin biraradalığı için bu olanak yoktur. Bu nedenle farklı kültür kimlikleri kendilerini aşarak bir üst kimlikte buluşmak zorundadır. Böyle bir üst kimlik ise siyasal bir kimlik olacaktır.
Hukuksal sözleşme ve anayasal düzen, farklı kültürlerin biraradalığı için, özgürlüklerin eşit paylaşımına ve toplumsal hoşgörü ve dayanışmaya elverişli olmalıdır.
Bilindiği gibi demokrasi, farklılıkların bir arada yaşamasını olanaklı kılan bir sistemdir. Farklılık demokrasinin özünü oluşturur. Bir başka deyişle, farklı inanç, farklı gelenek, farklı düşünce, özetle farklı kültürlerin bir arada eşitçe yaşayabilme olanağı demokrasidir. Bu farklılıklar demokratik ortamda etkileşerek kültürel gelişmeye ve kültürel zenginliğe neden olurlar. Bunun en açık örneğini içinde yaşadığımız Anadolu topraklarında gözlemleyebilmekteyiz.
Kültür üzerine yazılmış birçok eserde, kültür ve uygarlık kavramları eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Ancak, biz bunu ayrımlı bir biçimde ele almak istiyoruz.
Kültür, somut bir yaşam biçimi olarak, daha çok ‘yerel’ bir özellik taşımaktadır. Oysa uygarlık, farklı yerel kültürlerden üretilmiş birtakım ‘evrensel değerlerin’ oluşturduğu alandır.
Her kültür evrensel uygarlığa katkıda bulunabilir ve bulunduğu ölçüde de pay alır. Bu yönüyle, “kültürler farklı toplumların, uygarlık ise insanlığın malıdır” diyebiliriz.
Farklı kültürlerin uygarlığa katılımları, birbirleriyle tanışabildikleri ve etkileşebildikleri ölçüde olanaklıdır. Böyle bir ortamı ve olanağı oluşturma görevi de aydınlara düşmektedir.