İnsan Hakları ve Felsefe” adlı kitaptan alınmıştır.

İnsan Hakları Kavramının Felsefe Açısından Temellendirilmesi [1]

Her birey (tek olan) gibi insanî birey de –ancak bir bölümüyle kendisine ait ya da bağlı olanı içeren– bir dışdünyada yaşar. Doğal ve kültürel olanın bir tür toplamı olan dışdünyayı insan, düşünme ve dil edimleriyle “kendisinin” kılar. İnsan; başka bireylerle, teklerle, dışdünya ile, düşünme dünyasıyla ve dille olan ilişkilerini kavramlaştırır; başka bir deyişle olup bitene düşünsel ve dilsel sınırlar çizer. İnsan bir bakıma kendisi gibi olan diğer insanî bireylerle olan iletişimini de varolanın bir tür çerçevesi olan kavramları aracılığıyla kurar. İnsan, yapısı gereği tümel nitelikler gösteren kavramlar ve onların dildeki yansımaları olan sözcükler aracılığıyla başkalarıyla, kendisi olmayanlarla karşılaşır. İnsan; doğası gereği birey, aynı zamanda da “tekil” varlık olarak, düşünme ve dil düzleminde başkalarıyla buluşur. O andan itibaren de tekil – tümel ya da bireysel – toplumsal olan arasındaki gerilim başlamış demektir.

İletişim ilişkileri bağlamındaki bu gerilim, dışdünyada somut – tekil başvuru noktası olan kavramlar / dilsel anlatımlar söz konusu olduğunda o denli sorunlu değildir. Çünkü dışdünyada bir şekilde gösterilebilecek, varlığından haberdar olunacak ya da olunabilecek şeyler (nesneler) konusunda uzlaşmak pek sorun yaratmaz ya da yaratmayabilir. Ancak dışdünyada doğrudan bir başvuru noktası olmayan, somut – tekil varlığı olmayan, yapısı itibarıyla tümel olan (daha baştan kavramsal olan) karşılaşma / buluşma noktaları, büyük sorunlara yol açmaktadır. Bu kavramlar, insan – insan ilişkisinden doğmaktadır. En az iki insanı gerektiren ilişkide, her bir tek insanın aynı zamanda toplumsallığından edindiği zihinsel (kavramlar, tasarımlar, imgeler) ve dilsel (sözcükler, terimler) yapılar iletişim bağlamında yansıtılır. Çoğun dilsel ifade aynıdır; ancak dilsel olanın ardındaki zihinsel yapı büyük farklılık gösterir. İnsan ilişkilerini imlemek üzere kullanılan ifadeler neredeyse bir keyfilik içinde gündeme getirilir. Tam da bu noktada, tekil ile tümel gerilimi çatışma olarak kendini gösterir.  Çünkü bireyler arasında yaşanan tekil durum, ilkin saptanma düzeyinde ve buna bağlı olarak doğru biçimde (gerektiği gibi) ele alınmayabilir; adı doğru bir biçimde konulmayabilir. Adın doğru konulmayışının belirleyicisi zihinsel arka plandır. Çünkü farklı zihinsel kavrayışlara bağlı olarak bireyler / kişiler aynı addan birbirinden çok farklı şeyleri anlayabilirler. Böyle bir durumda dil bağlamı ortak, düşünme bağlamı ise bambaşkadır. İnsanların “insan hakları”ndan, “laiklik”ten, “demokrasi”den farklı şeyleri anlamalarında olduğu gibi.

Buraya kadar yapılan belirlemeler iki farklı düzleme işaret ediyor: Varolma düzlemi ve bilme düzlemi. Felsefî düşünüş biçimi her şeyden önce bu iki düzlemi bilinçli bir biçimde ayırt etme ihtiyacını duyar. Böyle bir ayırt etme çabası, varolanla bilme edimleri arasında bir mesafenin olduğu konusunda düşüneni uyarır. Ancak düşünmenin –bir bakıma– doğallığı içinde çoğu kimse bu durumun farkına varmaz; farkına varıldığı an, felsefî düşünme biçimi başlamış demektir.

Öyleyse, insan yaşadıklarını bilme konusu yaparken, yaşadıklarıyla kendisi arasına mesafe koyan ve bu mesafeyi zihinsel yapılarla kavramlaştıran bir varlıktır. Böyle bir çözümlemede benimsenen varlık anlayışı (ontoloji), her varolanın tekillik, bireysellik içinde varolduğuna ilişkindir. Böyle bir yaklaşıma eşlik eden bilgisel yaklaşım (epistemoloji) ise nesne kılınmak üzere varolanla, düşünen (özne) arasındaki ilişkide kavramların (tümellerin), tasarımların, imgelerin varlığını da hesaba katan türde bir epistemolojidir. Daha açık bir deyişle, bilen ve bilinen arasındaki ilişkinin bir bakıma kendi doğallığı içinde, toplumsallıktan, kültürellikten ve tarihsellikten kaynaklanan kavramsal bir örgü aracılığıyla kurulduğunu ileri süren bir anlayıştır, yaklaşımdır. Öyleyse, varolan ile düşünen arasındaki ilişki, tam anlamıyla doğrudan olan bir ilişki değil, şu ya da bu yolla kazanılmış kavramlar aracılığıyla kurulan bir ilişkidir.

Daha önce söylediklerimizle bağlantılandıracak olursak, dışdünyada doğrudan başvuru noktası (imlem) olmayan durumlar, oluşumlar için ortak bir payda oluşturmak güçtür ve bu edim büyük bir sorumluluğu beraberinde getirmektedir. Durum böyle olunca, “bireysel” – “toplumsal” gerilimini günümüz koşullarında “yerel” – “küresel” – “evrensel” arasındaki gerilime, hatta çatışmaya bağlı olarak yaşayan, çoğun çatışmanın öznesi olan kişiler, kendi durumlarına, ilkin bu durumları çözümlemek ve sonra da saptadıkları, çözümledikleri sorunları çözmek üzere yöneldiklerinde onları bekleyen nedir? Bu kişiler daha ayrıntılı bir biçimde düşündüklerinde, insan hakları kavramına sağlıklı olarak nasıl ulaşabilirler? Ayrıca bu iki sözcüklük deyişi (insan hakları) ezbere kullanmak istemiyorlarsa, zihinsel düzeyde ne yapmalıdırlar? İlkin nasıl düşündüklerini, düşünülen kavramlara nasıl bir varlık alanı ayırdıklarını bilinçli olarak ortaya koymalıdırlar.

Kavram örgüsünde “insan hakları” kavramına hiç yer vermeyenler için bu bağlamda herhangi bir sorun yoktur. Kavram örgüsünde “insan hakları” kavramına ezbere bir tutum içinde yer verenlerin, konuyu yeterince temellendiremedikleri, gerekçelendiremedikleri açıktır. Bu, en sık rastlanan durumdur. Öyleyse kavram örgüsünde bu kavrama ezbere bir tutum içinde yer vermeyenlerin yapacakları temellendirmeler, gerekçelendirmeler büyük önem taşımaktadır. Kuşkusuz, burada felsefî bakış, temelde olana işaret etmektedir. Bu durumda söz konusu kişiler şu soruları yanıtlamak zorundadırlar: “İnsan hakları nedir?”, “insan hakları kavramı nasıl temellendirilir?”, “insan hakları nasıl korunur?”, “hakları korumanın önündeki engeller nelerdir?” Bu sorular, sorulma ve yanıtlanma sürecinde birbirine bağlı sorulardır. Ayrıca bu soruların yanıtlarının doğru bir biçimde verilebilmesi için yukarıda kısaca sözü edilen ontalaji ve epistemolojinin insan bağlamına taşınması gerekmektedir.

Burada yandaşı olunabilecek tutumun ana nitelikleri şunlardır: İnsan değişebilir / değiştirilebilir ilinekler, özellikler toplamıdır. Bu belirleme, insan anlayışının temeline adcı bir ontolojiyi yerleştirmektedir. Adcı ontolojinin karşıtı ise özcü ontolojidir. Buna göre de insanın değişmez, sabit bir özü vardır. Adcı ontoloji aynı zamanda hiyerarşik açıklamaları da reddeder. İnsanı bir olanaklar varlığı olarak, açık varlık olarak görür. Ayrıca bu ontoloji insanı, düşünme ve dil yetilerini kullanan, sadece “animal vitale” olmayan, aynı zamanda “animal rationale” olarak dışdünyayı kendi dünyası kılan bir varlık olarak görür. Bu son belirleme, insanlar arasındaki ortak paydayı işlevsel bir çerçeve olarak değerlendirir. Yaratıcılık ve eleştirellik gibi temel niteliklerle donatılmış olan düşünme ve dil edimleri, toplumsallık, tarihsellik ve kültürellikte somutlaşmaktadırlar.

Bu temel belirlemelere göre her insan, toplumsal – tarihsel – kültürel bir varlık olarak başka bir insanla karşılaşır. Karşılaşma anlarında yaşanan gerilim büyük ölçüde dışdünyada somut, algılanabilir nesnesi olmayan kavramlara ilişkindir. Gerilim, özcü bakış açısına sahip olanların kendi aralarında yaşanabileceği gibi, özcü olanlarla öyle olmayanlar arasında da yaşanabilir. Ayrıca söz konusu gerilim, kişilerle kurumlar arasında da yaşanabilir; hattâ zaman zaman çatışmalı durumlar da ortaya çıkabilir. Gerekçeli düşünme edimlerinin sergilendiği, bilginin egemen olduğu ortamlarda gerilim, çatışmaya dönüşmeyebilir. Öyleyse gerilim bireysel – toplumsal – kamusal alan arasındadır.

Bu alanlar yaşamın bütünlüğü içinde iç içe geçen halkalar gibidir. Birey, toplum içinde bu geçişleri akıl varlığı olarak, yaşanan duruma göre birbirinden ayırt edecek nitelikle eğitilmelidir. Birey, bir tekil varlık olarak, verilecek bu eğitim aracılığıyla, bireyselliğine, toplumsallığına, kamusallığına ilişkin bilinci kazanmalı ve özerk bir biçimde sınırlarını çizebilmelidir.

Her insanın birey olarak ve aynı zamanda tekil bir varlık olarak toplumsal alanın ve kamusal alanın da öznesi olduğu konusunda eğitilmesi; ayrıca yaşama alanının geleneğe, alışkanlıklara bağlı olan yanı ile hukuka bağlı olan yanı arasındaki dengeleri dikkate alacak, koruyacak ve geliştirecek şekilde eğitilmesi gerekmektedir. Böyle bir yetişimin içinden geçilmediği takdirde, kişinin kendine ya da başkalarına yönelik haklarından ve bu hakların korunmasından söz edilemez. Bu bağlamda, insan haklarının her şeyden önce bireyin hakları olduğu açıktır.

Öte yandan bireyin haklarının korunması sürecinde, toplumsallık ve kamusallık büyük önem taşır. Çünkü birey, toplumla karşılaşmasında ancak kendi bireyliğini, tekilliğini yaşayabilir. Toplumsal olanla ilişkisinde her türlü değeri yaratan insan, kişi olarak kendini gerçekleştirir ve bu bağlamda da etik olanın önceliği gündeme gelir. Toplumsal olanın bir ölçüde; kamusal olanın da bütünüyle çerçevesini çizen de hukuksal yapıdır. Kamusal olanın temelinde toplumsallığın olması gibi, hukuksal olanın temelinde de etik olan vardır. Öyleyse, temelde bireyin hakları olan insan hakları kavramının temellendirilme sürecinde belli bir insan (antropoloji), varlık (ontoloji) ve bilgi kavrayışına (epistemoloji) ihtiyaç vardır.

Bireysel – toplumsal – kamusalın, yerel – küresel – evrensel olanla ilişkilerine gelince: Bireysel ve toplumsal olan daha çok yerel ve küresel olanla bağlantılı kılınabilir. Evrensele uzanış kamusal olan üzerindendir. Nitekim son zamanlarda üzerinde durulan “ulusalüstü hukuk” kavramı, ne doğrudan bireysel olana çağrıda bulunmaktadır ne de toplumsal olana; onun çağrısı olsa olsa kamusal olana ilişkin olabilir. Burada küresel – evrensel ayırımı bilinçli olarak yapılmıştır. Çünkü küresel olan yaygın yerelden başka bir şey değildir.

Tam da bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir: Evrensel olanın ölçütünü ne verir? Evrenselin ölçütünü antropolojik bakış açısı verir: İnsanı bir olanaklar varlığı olarak, açık bir varlık olarak görmek ve hiçbir zaman insanı araç olarak kullanmamak, amaç olarak almak ve buna bağlı olarak da insana saygı duymak.

Bireysel, toplumsal, kamusal olan bu türden etik yapılanmaya bağlı olarak kurulduğunda ancak İnsan Hakları korunabilir. Söz konusu alanların ayrıştırılması, her tek insan için bir davranış, eylem ölçütü oluşturur aynı zamanda. Bu aynı zamanda her tek insanın sahip olduğu ayrımların “ayrımcılık”lar için ölçüt oluşturmasının önüne geçer: her tek insanın kendine ait özel alanını güvence altına aldığı gibi, başkalarıyla paylaştığı yaşama alanlarının da (toplumsal – kamusal) etik ve hukukla güvence altına alınmasını sağlar.

Öyleyse: İnsan Haklarını korumanın önündeki olası engelleri belli bir insan, varlık ve bilgi yaklaşımıyla aşmayı amaçlamak yapılacak en önemli iştir. Bu konuda bilinçleri aydınlatmak gerekiyor. Her şeyden önce vazgeçilmesi gereken tutum, özcü ontoloji ve o temele bağlı olarak yükselen hiyerarşik ayırımcı bakış açısıdır. Bireysel farkları (ayrımlar) ayırımcılık yapmak üzere öne çıkarmak, kültürel ögelere saygıyı insana saygının önüne geçirmek, hakları korumanın önündeki en büyük engelleri oluşturmaktadır. Bu belirlemeleri çok çeşitli biçimlerde insan dünyasında rastlanan örneklerle somutlaştırmak mümkündür. İnsan Hakları konusunda edinilecek bilinç sorunlu durumların keşfedilmesinde ve bulgulanmasında / teşhis edilmesinde (adının sağlıklı bir biçimde konulmasında) bir anahtar gibi iş görecektir.


Dipnot:

[1] “Ders Kitaplarında İnsan Hakları Projesi”, Proje İçin Kaleme Alınan Metinler,  http://www.tarihvakfi.org.tr/dkih/arsiv/metinler.asp#3

+ Son Yazılar