Bebekler ebeveynlerin simge ile, yani dil ile ne dediklerine pek önemsemezler. Velilerinin ne yaptıklarına bakıp onları taklit ederler. İletişimin etkin aracı olarak dil, edimlerde bulur doğrudan ifadesini. Henüz dolayımdan geçip, cennet olan şimdiden ayrılmamış olan bebek, simgenin içerdiği dolayım olarak geleceğe yabancıdır. Oysa verili olan dolayımdan geçirilmiş malzeme ile kuşatılmış koca bebekler tarihin hizmetinde olarak endişe (gelecek kaygısı) içinde, esenlik (gelecek kaygısından kurtuluş) ararız. Arayışımızda her baktığımızı gölgemiz olarak bu dolayım perdeler, ancak bilgiyi de bu perdede biçim olarak buluruz. Gerçekte kendimiz dediğimiz, gerçekleşmiş “kendinde” (neliği-tözü) olarak “kendi içinlik” ifademizin ta kendisi olarak karşımıza dikilir. (Karakter ediminde belirir) Kendimizi verili olan olarak beliren bir kendi içinlikte () bakar görürüz. Kocaman bir ağa takılmış küçücük birisi hissini duyar insan burada. Çırpındıkça dolanırsın. Bir bakarsın ki anneciğin, babacığın ağın en başındalar, velilerin sana gülümsüyorlar. Debelenmeyi bırakmanı, teslim olmanı istiyorlar sanki. “Teslim ol ki, o ağ seni bağlamak yerine sana yuva olsun yavrum” der gibidirler. Bunu bir su kaplumbağasının denize ulaşma iç güdüsü gibi bilirsin. Dolayım denizi, seni sarar ve korur. Bu dolayım denizi, ilksel denizden farklı olarak, yani kendisi ilkselliği ortadan kaldıran olarak büyük tehlike, ama kendinde savunma olarak güvenliktir. Çünkü ilkesini savunmada bulur. Eğitilirsin ve ağın üstünde, ona yapışmadan yaşamayı iyice öğrenirsin (ya da böyle umulur). Bu Tinsel hayvan olarak insanın aşamasıdır.
Sonra sinir ağımızda yankılanarak anlam arayan “DİLDİR DİLARAYI” (gönül alan, gönül okşayan) EYLER DİDAR (yüz, çehre)” sözünü duyarız. Ardında yoksulluk olan varsıl sevda şiirleri yazarız eksikliğimiz olarak öteki yarımızın muhtaçlığına. Bu vaktin sevdaları, kurban edişlerle sonlanır Tin’i et’e. Nesnesine abanışında o’nu yitirir. İçimizin sıkıldığını duyarız, vaktin geçmediğini, kurbanların kanlarının tanrılara ermediğini seziveririz; boşadır akan. “Sıkı can iyidir, çıkmaz.” Diyiverir topukları ani mevsim değişikliklerinden çatlamış bir toprak insanı, duysa şikayetimizi. Çehresiz bir karanlık ile muhataptır rüyalarımızı. Öyle yalnızızdır ki başkalıksız evrenimizde, arı sonsuz bir kendilikte, kendimizden başka herkesizdir. Hani karanlıktan birisi sanki kapıyı çalmışız gibi – “Kimsin?” diye sesleniverirse, “Ben değilim,” deyiverecek gibidir içimiz.
Bir dil ile muhatap iken; bir dil size yönelmişken; bir akıl ile muhatap olduğunuzu bilirsiniz. Bu aklı ilişkileri içinde bilmek adına, o aklı içinizde yeniden kurarsınız. Bu noktada iletişimin birinci aşaması, duyduğunu aynı biçimde, aynı cümlelerle tekrar etmek. İkinci aşaması ise anladığını başka bir söyleyiş ile ifade etmektir. İlgili aklın biçimini idrak ettiğinizde, o aklın ürünleri olarak olasılıklarını da bilmiş olursunuz. Ürünlerini tahmin ediş ve bu ürünlere edimsellikte şahit oluş, anlayışınızı pekin kılar. Peki bir sanat objesi ile nasıl muhatap olunabilir? Bir sanat objesi muhatabı olarak sizi alabilir mi? Dilden farklı olarak, o meydanda dans eden güzel gibidir. Ona çekilirsin, ama o sana dönük, amaçlı bir edimde bulunmamaktadır. Meydanda dans eden güzele çekilirsin ya da çekilmezsin. “Bektaşinin sırrı meydandadır” dedikleri belki de böyle bir şey. Sohbet meselâ; estetik olgunun dışında tutmamız mümkün olmayan bir biçim değil, ama bir biçimlenme olarak sohbet. Tıpkı dans eden güzeli bir biçim içinde sınırlayamayacağım gibi, her an yeniden oluş. Sohbette estetik alanın içinde anılması için kendinden kendine olmalı, ama bir monolog olarak değil, bir diyalektik süreç olarak. Diyalog diye ifade edilen hangi süreç hakikaten diyalog adıyla anılmaya lâyık acaba. Bir defa, önceden belirlenimden uzak olmalı, sonra konuyu, konuşanların dışında nesnel bir olgu olmaya lâyık olacak şekilde taşımalı. O halde “kendinden kendine” derken “haktan hakka”yı anlıyorum. Yani bir şeyin olasılığından neliğine ve neliğinden olasılığı olarak ilişkilerine taşınmayı ve hep yeniden belirleme ile belirlenimi bir özgürlük oyunu olarak, yani her belirlenimi bir olumsallık olarak tutabilmeyi anlıyorum. Öyle bir olumsallık ki, belirlenimi reddetmesin, tersine kendisinin bir başkası olarak bulsun. Sanatın güzelliği burada özgürlük olarak kendini göstermelidir. Bir resim ya da bir heykel dahi, belirlenmişliği içinde olasılığı, içinden sunar. En büyük ya da en yüce olarak sunulan bütün ifadeleri reddetmek ile ideolojilerin, sabit fikirlerin köleliğinden arınır. Sanat eseri; İnsan (ben) olmak ile içinde bulunduğu determinasyondan özgürlük imkânına döner; bir su gibi doğal, yönünü bulur. Bundan başka bir yönü olmayışı ile, talibine teklif edebileceği tek şeyde yönsüzlüktür. Bir insan olarak bir birey değildir, birey yasalar altında bireydir çünkü. Birey toplumun ve doğanın arasındaki denge noktasını arayan ve toplumun sürekliliğinden beslenendir. Oysa sanat eserindeki insan, zincirlerini kırmaktadır. Kırmış değildir, kırmaktadır. Kırmış olsa idi onu bir belirlenim içinde tespit edemezdik çünkü. Oraya bilinç ile yönelen, bilincini katmaya, getirmeye çalışanın bulabileceği sadece reddediş olabilir. Çünkü ilişki olarak bilinç ait olmayı talep eder, onun anlamdan anlayacağı ancak ait olma olabilir. Peçe güzelin suratında güzelliğin bir işaretidir. Bilinç peçe ile muhataptır, muradı peçedir. Güzel simgesi olan peçenin yokluğunda, ne güzel ne de çirkindir oysa. Güzelin güzelliği talibinin dilindedir. Güzel yokluğun üzerindeki bir yol işareti gibi durur. Orada güzeli bulan sadece dili bulmuştur. Fetiş bir ilişki ile ait olmayı, değerli kılınmayı bir dışsal belirlenim olarak talep etmektedir.
Peçenin ardındaki, talibinin kendi değerine talip olan olarak yokluktur. Olanaklılar kapısı, sultanın kapısıdır. Bir zengin sadaka verebilir ancak. Sultan ise senin memleketinin sultanıdır, senin memleketin ise senin olanaklılıklar alanındır. Kim istemez böyle bir sultanın kapısında kul olmayı?
Bir şey istemektir büyünün çıkış noktası. Ama büyünün kendisi, bir kurnaz avcı olarak istediğimiz için kendi geleceğimize kurduğumuz tuzaklarda aranabilir. Nedir öyleyse büyü olmayan? Bizi büyüleyerek bizi biz olmaktan uzaklaştırmayacak olan?
Biçimin bireyin telini titreştirmesi. Var olan bir evrenselin biricikliği olarak belirişinde izleyicinin içerdiği kalabalığın içinden benzerini titreştirmesinde beliren.
“La” sesi, ses izolasyonu yapılmış bir mekanda iyi akort edilmiş bir kemanın La titretini titretir.” Bu lafı, yıldızlarla dolu bir gök altında duyduğumda, yıldızların benim üzerinde nasıl bir tesiri olabileceğini düşünmüştüm. Yıllar sonra Kant’ın mezar taşındaki yazıyı okudum bir kitaptan “Üzerimde yıldızlar, içimde ahlâk yasası.” Yıldızları doğa, içimdeki ahlak yasasını ise içimde taşıdığım toplumun vicdanı olarak buldum. Bütün zamanların insanları içimde bir özet olarak yasalar. Tin ile doğanın bu zaman zaman çatışan akışı içinde, belirlenmişliğim olarak kaderimin, öznel bir nesnellik olarak üstümde hükmünü, belirlenmişlik, yani dış faktör olarak doğada buldum. Ahlâk yasası ile belirli bir belirlenmişlik ifadesi taşımayan, çıkarımını (dolayımını) yitirmiş çıkarımları içimde toplumun bir özeti olarak buldum. Ben ise burada düşünen ve iki verilmiş olan (dışsal ve toplumsal doğalar) arasında, verilmemiş olanı üreten olmak durumunda idim. Daha doğrusu, böyle olmasa idi kendime var diyemeyecektim. Var olup olmadığımdan da pek emin değildim doğrusu. Ne üreteceğimi kimsenin bilemeyeceği gibi ben de bilemiyordum. Yıldızlara baksam, ben çoktan olup bitmiş, içimdeki ahlâk yasalarına baksam onların arkasında duran aklın, ya da akıl biçimlerinin; yani kaderin, yıldızların karşısında duruşunu bulabiliyordum. Kader önünde duran olumsallık karşısında şeklini yitiriyor, yollardan oluşan bir surete dönüşüyordu. Yıldızlar gene yıldızdı, taş yine taş, bulut gene buluttu ama ben artık ben olmayarak olumsallıklar evreninde, kendi sonsuz kaderlerimi taşıyandım içimde. Çok biçimli bir bohça! Sonra bu olası düşünmelerimin aslında olası değil zorunlu olduğunu düşünür buldum kendimi. Bedenim, aklım, kimyam ve içine doğduğum sosyal, fizikler, şartlar. Ben şu ahlâk yasasını seçiyorum dediğimde, ya da şöyle yapmalıyım diyerek belirli bir ahlâk yasasına ya da dış güdülerim olarak yıldızlara uyduğumda aslında karar veren ben miydim? Yoksa bende bu doğa ya da ahlâk yasalarının kendilerini gerçekleştirmelerinde zorunlu hizmet eden bir parça mıydım? Bütün bu olup bitenlere baktığımda, bir çok öğemi görüyordum, yoksa bir bütünlüğün kendi iç ilişkilerimi idi şahit olduğum.
Önce bu ahlâk yasalarından kurtulmam ve onları yeniden üretmem gerektiğini düşündüm. Doğaya sığındım. Doğal olarak bulduğum şeyin kendim ile barışmama yardım edeceğini umdum. Sonra bu doğa dediğimin bile aslında doğa değil ama hemen üretiverdiğim değerler olduğunu fark ettim. Doğa ne güzeldi ne çirkin. Ne doğru idi ne eğri. Ne iyi idi ne kötü. Ondan güzelliği, doğruluğu ve iyiliği soyutlamam gerektiğine böylece, kendinde doğayı bulmam gerektiğini düşündüm. Bunun için bir doğru yaklaşım olması gerektiğini, bununsa bilimsel bir tutum olacağını gördüm. Bilimsel ve doğru tutum bilim insanı için iyi idi. Ancak iyinin karşısında kendinde doğa kendini serimleyecekti. Sonra İsmail Emre’nin şu sözü ile karşılaştım “İlimsiz şefkat zulümdür.” Başımdan bu sözün bir yaşantısı diyebileceğim şöyle bir hikâye geçti:
“Bir sıcak yaz günü ortası, arabam ile Toroslar’ın dar yollarından tırmanırken, birden arabanın önünden bir patlama sesi geldi, ardından buharlar çıkmaya başladı ve ısı ibresine baktığımda ibre son noktasına varmıştı bile. Hemen arabayı durdurup indim ve kapağı kaldırıp patlamış ve suları sıcak demirin üzerine dağılmış, tütmekte olan radyatöre çaresizlik içinde baktım. Etraftan az araba geçiyordu. Birkaç dakika sonra geçmekte olan arabalardan birisi durdu ve içinden elli yaşlarında, muntazam görünüşlü bir adam inip yanıma geldi. Kendisinin emekli bir şöför olduğunu ve arabayı Milas’a kadar çekebileceklerini söyledi. Ancak uygun bir çekme halatı bulamayınca, kendi arabasını, arabanın içindeki diğer arkadaşına verdi. Benim arabanın direksiyona geçip arabayı mümkün olduğunca az çalıştırarak, daha çokta uçurum kenarı yollardan yokuş aşağı boşta bırakarak, yanında korku içinde dualar eden ama yiğitliği lekelememek için tek kelime etmeyen ben ve arka koltuğa yapışmış iki arkadaşım olduğu halde hızla yol almaya başladık. On beş dakika kadar sonra artık zaman zamanda olsa çalışmayan arabamızın içinde Milas’ın eteğine varmıştık. Adam bütün bu iyiliğine karşılık bizden hiçbir şey istemedi ve vermek istediğimi de kabul etmedi, hattâ bizi servisin çekicisi gelinceye kadar birkaç saatte evinde misafir etti. Adam sırf iyiliğinden yapmıştı her şeyi, ama servise gittiğimde gördüm ki motorum radyatörsüz yani susuz çalıştırıldığı için iç kısımları neredeyse erimişti. Yapmam gereken arabayı orada bırakıp bir çekici çağırmak üzere şehre inmekti, ama adam o kadar emindi ki kendinden ve o kadar iyi niyetliydi ki. Bu iyilik ve eminlik bana bir radyatör yerine bir koca motorun değiştirilmesine ve bir ay arabasız kalmaya mal oldu. Bu örneği özellikle seçtim; ilkenin yaşamın sıradanlığı içinden kendisini bir akıl olarak nasıl seçebileceğini göstermek için…
Doğru olmayan bir iyinin mümkün olamayacağını gördüm. Peki iyiliğini ve doğruluktan almayan bir güzellik, ya da özünü güzellik olarak bulmayan bir “doğruluk ve iyilik birliği” mümkün müydü?
Bu soruyu sormak ve hattâ bütün bu söylemi düzenlemek, çatısına Platonun üçgenini almakla tümden gelimci bir yöntem uygulayıp, sunumu yapanın “özgürlük ilkesi” ile çeliştiğini göstermiyor mu? Belki bu noktada yalnızca felsefe yapmadığımı söylemekle yetinebilirim. Ancak bunun ötesinde sezgime de sığınabileceğimi ve inancımı irdelemeyi, sezgimi arındırmak için yöntem kabul ettiğimi de söyleyebilirim. İrdelememde “Ayna olarak bilmediğimin bilgisi” ile “inancım olarak kendiliğim” arasında gidip gelen bir ben’im ben. Bu anlamıyla belki de yalnızca bir yansımayım. Ta ki eserin direten sükunu döngüme girinceye kadar. Varlığın dili, edimin dilidir. Bu dil ve sebat beni kısır döngümden alıkor. Neden mi? Çünkü hep yeni bir şey söylemesi ile alıp rafa kaldırılamayacak varsıllıktadır. Hap haline getirilemez, ben’e tercüme edilemez, onunla kurmama izin verdiği yegâne ilişki onu hep yeniden, yeniden üretmemdedir. Bu üretimimde, üretimimin doğruluğu eserin kendiliği ile sürekli sınanır, eser benden onu aşmamı ister. Bu istek, benim sahip olmak olarak kendim olmayanın tehlikeli varlığını ortadan kaldırmamın yansıması olarak, isteğimde belirir.
Estetik, Bedia Akarsu’nun sözlüğünde, “duyular alanı öğretisi” olarak geçiyor. Etik ise aynı sözlükte ahlâk yasasını insanın kendisinin koyması ile başlar. Bu otonom etiktir ve sibernetik bir yapı olarak alınırsa insanın yapısında da bulunması gereken olarak görülür. Bu o halde, bireyin etiğinin ilkesi olan değeri tözünde bulmasını getirir. İnsanı, indirgemeci bir tutumla salt bir bilinç varlığı ya da bir duygu varlığı olarak alamayacağımız düşünülürse, insan bütün bunların işleyişinin ilkesi olarak tözünde bulunan varlık olmalı. Eyleyişinin ilkesi ise insanın tözü. Bu töz bir çok öğenin birliği olarak bir durum, ya da başka bir deyişle haldir. O halde insan bir hal varlığıdır denebilir mi? Yani kişi gördüğünde aslında o, bir halin görüşü olacaktır. Ancak halin dönüşmesinde, aynı halin etker neden olduğu söylenebilir mi? Çünkü şayet aynı hal hem etker neden, hem etkilenen olarak alınırsa, kendi kendini başkalaştıran bir durum, bir belirlenim olarak alınabilir miydi? Ve o halin içinde olan o halin mutlaklığından şüphe etse, o hali hal olarak yaşayabilir miydi? Yoksa yaşam deneyimi, yaşam deneyimi olmaktan çıkıp salt bir bilinç edimine indirgenir ve duygu faktörü asla, bireyi oluşturan ve özdeşlik ilkesinin deneyimlenmesi olan yaşama taşınamazdı. Öyleyse düşündüğümüzün var olabilmesi için özdeşlik zemini olarak hal’e ve bu zemin olarak ontolojik bir epistem’e yani varlıksal bir bilgi bilime, varlıksal bir bilişe muhtaç görünüyor. Bu noktadan bakınca da hal bir durum değil, bir zemindir.
Bir çok şeyi düşünebilir, onları tanıtlayabilir ancak hal olarak yaşanmadığı sürece bu söz ettiklerinize var (onto) deseniz de içiniz bunu kabul etmeyerek, bir yalanın bütüne etkisi olarak parçalanmayı yaşarsınız.
Öyleyse soru, bu zeminin üzerinde duranın kim olduğu olabilir? Mutlak olumsuzlayan değilse, o zemin özneyi nesneleştirecek ve var kılmayacak, zemin özne olarak var gibi duracak, ancak o da kendi belirlenimi olarak kendisi olacak ve mekanik mekanizma, kendini koruma ilkesini, doğanın ilkesini hal olarak ilgili zeminin üzerinden taşımaya devam edecektir.
Ancak mutlak olumsuzlayanın nesnesi ne bir bilinmeyenin öteki bilinmeyen ile ilişkisi olarak bir bilgi olabilir, ne de içinde yürek taşımayan bir bilinç. Mutlak olumsuzlayan, nesnesi olarak karşısında septiklerin tavrından farklı olarak bir varlık, ya da mutlak olumlama olarak pekinliği arar.
Ancak hal bu mutlak olumsuzlayanı kendi içine bulması ile kendisi ile çelişeceğinden, zemin olarak kendi üzerinde duranı, bir başkası olarak karşısında bulur.
Bu bir halin kendi başkası olan bir başka hal ile buluşmasıdır. Ne ilginçtir ki bireyselliğin ön plana taşındığı rasyonel özdekçi batı toplumunda bu olumsuzlayan, bir başkası olarak reddedilir. Ve satın alınabilir olarak sanat eserinde kabul edilebilir. Bir Truva atı gibi başkayı, salt olumsuzlama olarak kabul edebilecek doğanın kendini sakınımını, rasyonalizminin ilkesinde bulan batılı bireyin yaşamına olumlanan eserde girer. Güzellik tehlikelidir de.
Öyleyse sanat eseri bir hal olarak öznellik ile nesnelliğin birliğidir. Kriz noktası olarak, yol ayrımını ve saptırımları içinde taşır. Öznesini sadakatle bekler ve öznesinden işleyerek özneleşir. Dışsal olması alınıp satılabilirliği ile ortadan kaldırılmış içselliktir.
Şöyle de denebilirdi: Cevizin kabuğu sertleşmeden kırılırsa, içindeki meyve acı olarak bulunur.