Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Mimarlık Bölümünden mezun olduğunuzu biliyorum. Daha öncesinden başlayalım diliyorum yaşam öykünüze; ilk, orta ve lise dönemindeki yaşamınızı, mimarlık tercihinin nasıl doğduğunu merak ediyorum.
Melek Nuhoğlu: Of doğumluyum. 5 kardeşiz; 2 erkek, 3 kız. Ben 4. çocuğuyum ailemin. Ben doğduktan sonra Trabzon’a yerleşmişiz. İlkokulu ve ortaokulun ilk yılını Trabzon’da okudum. Ağabeylerim İstanbul’a gelmişlerdi, okuyorlardı. 1960’da ben orta ikideydim ve benim orada ortaokuldan sonra okuyabileceğim bir okul yoktu. Köy Enstitüleri’nin bir öğretmen okulu vardı Akçaabat’ta, oraya da gitmem zordu. Rahmetli babam duyarlı bir insandı; 1 dönüm bir arazide iki katlı güzel bir evimiz vardı Trabzon’da, evi sattı ve İstanbul’a geldik. Ben Erenköy Kız Lisesi’ne başladım. Belagat kabiliyetim olmadığı için hep matematik ve fen derslerine yüklenmiştim.
Lise 2’deyken babam hastalandı ve biz Adapazarı’na taşındık. Lisenin son iki yılını orada okudum. O yıl babam vefat etti. Bu bende büyük bir sorumluluk duygusu oluşturdu. 1962’de 15 yaşımda çalışmaya başladım, talebeydim daha. O sene hocamın yanında Harita Kadastro Müdürlüğü’nde çalışmaya başlamıştım. Evde geçimi sağlayacak kimse yoktu; 2 ağabeyim de burslu okuyorlar, bir küçük kız kardeşim var, diğer kız kardeşim evli ve evi geçindirecek kimse yok.
Bir karar verdik İstanbul’a taşınalım diye. Bir sorumluluk bastı beni; yahu İstanbul’a taşınırsak benim için taşınılacak, benim üniversiteyi kazanmam lazım. Babamın yaptığı iyiliğin hakkını verme ihtiyacı duydum. Ardından yoğun bir çalışmaya girdim. Ağabeyimden defterler, kitaplar geliyordu Arı Dershanesi’nden, onları çözüyordum kendi başıma.
Taşındık İstanbul’a sonunda. O zaman ayrı ayrı giriliyordu sınavlara. İstanbul Üniversitesi’nden de, İTÜ’den de, Akademi’den de, Yıldız’dan da farklı bölümler kazandım. Fransız Filolojisini de kazanmıştım, Fransızca hocamız çok iyiydi Erenköy Kız Lisesi’nde. Onun sayesinde bizim sınıfta çok kişi Fransız Filolojisini kazandı. İTÜ’de Kimya Bölümünü kazandım, Yıldız’da Harita Mühendisliğini, Akademi’de de Mimarlığı. Sonra ne yapacağım diye o zaman ağabeylerime sordum, mimarlık olsun dediler. Gerçekten de iyi oldu mimarlık. Yıllar sonra mektep medrese görmemiş dedemin nüfus cüzdanında –yaptığı ev, köprü, cami, okul inşaatlarından olsa gerek– mesleği olarak mimar yazdığını görünce daha çok sevindim. Yani bir tür aile mesleği de sayılır.
Eşiniz Bozkurt Bey’le İstanbul’da okurken mi tanışmıştınız? İkinizin de üniversitede olduğu dönemler miydi? Evliliğinizin tohumlarının atıldığı zamanları paylaşır mısınız bizimle biraz?
Bizim dedelerimiz tanışırmış. Delibalta imiş bizim soyadımız, Bozkurtlarınki de Nuhoğlu. Atatürk soyadı kanununda ‘oğlu’ eklerini kaldırınca, Bozkurtlar Atamer’i almış, dedem de Ural istemiş; fakat eski Türkçe’de U harfini okuyamadıkları için, Oral olmuş sonunda. Bozkurt’un dedesi ile benim dedem ve babam yakın dostlar. Hatta Bozkurt’un dedesi tutuklandığı zaman, kasabaya arabasıyla inmediği anlatılır babamın. O zaman köyde bir tek babamın arabası, kamyonu vardı. O zaman kamyon gördüğü zaman insanlar, ne yapsak, yaklaşsak mı kaçsak mı diye ne yapacaklarını şaşırırlarmış.
70’de nişanlandık, 71’de içeri aldılar Bozkurt’u, 12 Mart’ta. Ben 10 dk. görebilmek için onu, bir sürü vasıta değiştirerek erkenden düşüyorum yollara. Ellerimde annemin sabah kalkıp hazırladığı yemekler, köpekler peşime düşüyor sabahın erken saatlerinde et kokusu var diye ve Maltepe’ye gidiyorum işte. Bekle de bekle aylarca. Ziyarete gelen çoktu, yani içeridekinden 5 kat fazla görüşmeci vardı diyebilirim dışarıda. Yaşar Kemal karısına geliyordu ziyarete, Bedri Rahmi ise Sabahattin Eyüboğlu’na geliyordu. Ben Bedri Rahmi’yi Akademi’de o kadar göremedim yani. Aylar sonra Yaşar Kemal bana, “Sen kime geliyorsun?” dedi o tok sesiyle. Dedim ki: “Nişanlıma geliyorum, Bozkurt Nuhoğlu.” “Kızım,” dedi, “git işine, ondan koca olmaz, yol yakınken geri dön,” dedi. Ben öyle utandım ki hiçbir şey söyleyemedim.
Bozkurt Nuhoğlu: (Gülümseyerek) Söyleyeceği bir şey yok, Türkiye’nin en büyük yazarı onu uyardı.
Melek Nuhoğlu: Şimdi bir şey olunca, “Yaşar Kemal’i dinleseydin zamanında,” der Bozkurt. Daha önce de içeri girip çıkmıştı, fakat 1971’de 6 ay, 72’de de 6 ay kaldı içeride. 72’de çıkar çıkmaz evlendik. Önemli bir sorun vardı Bozkurt’un ziyaretçisi olmamla ilgili. Nişanlıyız ve tabii soyadımız tutmuyor; çok zor oluyordu ziyaret bu nedenle. Ben Savaşkan Oral’a gidiyordum, Akademi’den arkadaşıma, o da içeride Bozkurt’u çağırıyordu.
Bir gün kapıdaki görevli beni tuttu: “Bana bak, sen beni eşek yerine koyma, o Kastamonulu sen Oflusun, nereye gidiyorsun sen?” dedi. Dedim: “Bunlar çok kalabalık ya, orada da var amcalarımız…” Neyse sonra Bozkurt çıktı oradan. Sonra Davutpaşa’ya taşındı, 6 vasıta ile gidiyordum. Hatta 6 Mayıs’ta gitmiştim, görüşemedik. Denizlerin asıldığı gün içeridekiler matemde olduğu için görüşmeye çıkmadılar.
Bozkurt Nuhoğlu: Şimdi her şey dejenere oldu, aşk da tabii. Çürüdü.
Toparlarız, toparlanır.
Bozkurt Nuhoğlu: Toparlayacağız tabii, elimiz mecbur. Biliyorsun dünyanın en yenilmez gücü örgütlülüktür. Köy Enstitüleri’ni kapattılar, üniversiteleri ilkokula çevirdiler, derken her şey dejenere oldu. Ben üniversitede okumayı çok sevmiştim mesela. O kadar sevdim ki 10 yılda bitirdim (Gülüşmeler). Güzel bir anım var, yine 12 Mart’ta tutuklandık Davutpaşa’da. Bizim kısıma bakan bir binbaşı var, bir gün yoklama yapıyor. Bozkurt Nuhoğlu deyip beni görünce, “Seni hatırladım, sen 60’ta da buradaydın,” dedi. Arkasından dedi ki: “Bak ben o zaman teğmendim, şimdi binbaşı oldum, sen hâlâ öğrencisin.” Dedim ki: “Bundan siz utanın, ben niye utanayım ki.”
Melek Nuhoğlu: Bozkurtların bir an evvel okulla ilişiği kesilsin diye okuldaki hocalar ve yönetim epey çabalamıştı; fakat öğrenciler imtihanlara girmemekte direttiler, boykot her yerdeydi.
Bozkurt Nuhoğlu: Biz bir anlaşma yapmıştık nişanlıyken, güzel bir anımız vardır. 1970’de mezuniyet sözlüsüne geliyor Melek, ben de o zaman Türkiye Milli Gençlik Teşkilâtı Başkanıyım. Gündüzden konuştuk, akşam beraber yemek yiyeceğiz ve mezuniyetini kutlayacağız. Melek akşama doğru saat 5’te Gençlik Teşkilâtı’nı arıyor, Bozkurt Bey’le görüşeceğim diyor, çıktı diyorlar. Melek de diyor ki: “Ne zaman gelir?” “Ne zaman geleceği belli olmaz,” diyor telefonu açan. Müthiş sinirleniyor Melek, ne laubali adam, kiminle evleneceğiz, hale bak diye düşünüyor. Bir daha, bir daha arıyor, kimse başka bir şey söylemiyor; belli değil ne zaman geleceği diyorlar, o kadar. Ardından cesur bir arkadaş çıkıyor, Melek’in de yakın dostu oluyor sonra, diyor ki: “Polisler aldı götürdü.” 15-16 Haziran olayları zamanıydı. Doğru söylüyorlar yani, ne zaman geleceğim belli olmazdı. Bizim bir sözleşmemiz vardı nişanlıyken. Demiştim ki: “Bak benim bir arızam var, ben her zaman tutuklanabilirim.” Şimdi bile tutuklanabilirim.
Melek Nuhoğlu: Evet, “Tutuklanma özgürlüğüm var,” demişti. Sonunda 1972’de evlendik. Şöyle anlatayım, ağabeylerim evlenip evden gitmişlerdi, annemle beraber yaşıyorduk biz. Sonra evlenince 72’de, işe yakın olsun diye Maçka’ya taşındım ben, annem de Göztepe’de yaşıyordu. Oğlumuz Şahan 1977’de doğdu, kızımız Zeynep de 1984’de. Ben hiç çocuk bakmadım, annem baktı çocuklara. Annem bizi o kadar zor şartlarda yetiştirmiştir ki. Sabah 4’lere kadar soba yakardı ben rahat ders çalışayım diye, hatta soba sönmemişse ben öbür haftanın da dersini çalışırdım, sıcaklığı ziyan olmasın diye. Bize böyle bakan bir anneye teslim ettim çocuklarımı, Allah razı olsun o büyüttü. O kadar yoğun çalışıyordum ki; sürekli işler, projeler, şantiyeler, hiç durmaksızın. Oğlumu gider Cumartesi alırdım, bir gün kalırdı, tekrar anneme bırakırdım. Hiç unutmam, Zeynep 1 yaş civarındaydı, Şahan da sekizinde. Şahan gitti Zeynep’in yanına, dedi ki: “Zeynep biliyor musun, annemiz emekli olacak, artık görebileceğiz onu.” Öyle üzülmüştüm ki, hiç unutamam o anı. Hiç sıkılmadım çalışmaktan, hiç şikâyetim olmadı, çocuk bakmak için işi mi bırakacaktım, ayıp olmaz mıydı anneme? Ablam da onunla oturuyordu o zaman, birlikte ilgilendiler. Tabii annem kendi disiplini ile baktı, şimdiki çocuklar öyle büyütülmüyor. Üç çocuk baktılar ablamla annem: ağabeyimin kızı, bir de bizimkiler. Şahan mühendislikle başladı üniversite hayatına, fakat sonra bölüm değiştirerek arkeolojiyi bitirdi. Fotoğrafçı olarak sürdürüyor yaşamını. Zeynep sosyoloji okudu, Taraf’ta yazı işleri müdürü.
Pek hoşlanmasanız da yaptığınız işlerden bahsetmekten, mimar olarak çalıştığınız bunca yıl içerisindeki belli başlı projeleri sormamam mümkün değil.
Melek Nuhoğlu: Emekli olana kadar çalıştığım projelerden belli başlı olarak Divan Oteli tadilatı, Suna Kıraç Yalısı, İGSAŞ Lojmanları, Remzi Pensoy Villası, Atatürk Kütüphanesi, Altınyıldız Kumaş Fabrikası inşaatlarını sayabilirim. 1985-2005 yılları arasında özel mimarlık ve taahhüt işleriyle ilgilendim.
Felsefe ve sanat çalışmalarınızın böyle bir yoğunlukta nasıl başladığını ve kişisel sergilere ve Barcelona Bienali’ne katılıma kadar nasıl uzandığını şimdi daha çok merak ediyorum.
Melek Nuhoğlu: Emekli olduktan sonra, önce sanat tarihi derslerine başladım. Resim ve seramik yapmak için, aslında tüm sanat dalları için sanat tarihi bilmek gerekli. Daha sonra resim kursları ve atölyeleri başladı, hemen arkasından seramik, gravür ve felsefe çalışmaları…
Eksikliğini anlayınca insan, eksiklerini fark etmek için yollara düşüyor. Resim yapmak da kendin olmanın bir ifadesi, mimar olmak veya şiir yazmak da…
Gravür bana uygun geldi. Mimarlığın bir zanaat tarafı var, gravürün de zanaat tarafından rahatsız olmadım. Sanatla zanaatı birleştiren güzel bir şey gibi geldi bana. 1995-2003 arası çalıştığım atölyelerin karma sergilerine katıldım. 2003’de ise gravür ağırlıklı ilk kişisel sergim “Mardin”i Tünel’de Dünya Kitabevi’nde açtım. 2004’te Barcelona 3. Uluslararası Gravür Bienali’nde eserlerim sergilenmeye değer bulundu. 2006’da Suadiye Sanat Galerisi’nde yine Mardin konulu ikinci kişisel sergimi açtım.
Mardin’i seçmenizin nedenlerini sorsam tam da bu noktada…
Melek Nuhoğlu: Dediğim gibi resim çalışmalarıma devam ederken bir yandan Metin Bey ve dostlarıyla felsefe çalışmalarına da devam ediyordum. Felsefe çıkışlı resimler daha çok hoşuma gidiyor, çünkü felsefe çok önemli bir pencere açıyor. O sıralarda Oktay Ekinci’nin bir yazısıyla kocaman bir Mardin resmi çıktı karşıma gazetede. Akşam güneşi alan, düz olmayan, yamaca kurulmuş bir şehir. Akşam güneşi sabah güneşinden farklıdır, akşam güneşi alan ağaçla sabah güneşi alan ağaç aynı ağaç değildir. Ardından Tarih Vakfı’nın yayınladığı “Taşın ve İnancın Şiiri” geçti elime, çok güzel bir kitap. Mardin’den geçen bütün kültürleri, yaşamı, inançları anlatıyor.
Anlattıklarınız bu sene çalışmakta olduğumuz “Uygarlıklar Arasında İnsan” başlığıyla ne kadar yakın, daha önce gitmiş miydiniz Mardin’e?
Melek Nuhoğlu: Hayır, 1999’da gittim, resim çalışmalarına başladıktan sonra. Mardin’in bence en belirgin özelliği, çeşitli dinlerin, kültürlerin orada birlikte birbirlerine saygı duyarak yaşamış olması, iz bırakması, o izlerle diğerlerinin yoğrulması. Türkiye’ye baktığınızda pek çok şehirde var bu, ama Mardin’e baktığınızda hepsini bir anda, birden görüyorsunuz. Mardin’in yerleşiminde yanlış yok. Her evin önü açık. Her ev manzaraya açık, kimse kimsenin önünü kesmiyor. Yörenin malzemesi taş, onu da çok güzel kullanmışlar. Kusursuz bir şehir.
Son olarak ilk üyelerinden olduğunuz Anadolu Aydınlanma Vakfı ile tanışma öykünüzü, hayatınızdaki yerini ve bu aralar üzerine düşündüğünüz çalışmalarınızı sormak istiyorum.
Melek Nuhoğlu: 1995 yılıydı yanlış hatırlamıyorsam, ne güzel karşılaşmaydı o. Kadıköy Sanat Merkezi’ne bir sergi için uğramıştım, başka çalışmalar da oluyordu orada. Bir tesadüf oldu ve Metin Bey’le tanıştık. Henüz vakıf kurulmamıştı, kuruluştan bir yıl kadar önceydi. Ne güzeldi ağaçların altında oturarak konuşmak, sohbet etmek, hiç unutamam.
KSM’den itibaren bütün çalışmaları takip ettim. Marmara Üniversitesi, CKM, Kutay Bey’in yeri, Kadıköy ve şimdi Göztepe… Vakıf ve çalışmaları hakkındaki düşüncelerime, duygularıma gelince; ben oyum diyebilirim, onunla varım. Bu kadar net işte. İçimdeki “ben”i ortaya çıkartmaya çalışıyorum. “Beni bende demen, bende değilim. Bir ben vardır bende, bende içeri” diyen ozan gibi. İşte o içimdeki “ben”i çıkartmaya çalışıyorum, zor durumdayım. Proje anlamında ise mitolojiler, dinler tarihi, antropoloji, tufanlar, destanlar arasında kafa yoruyorum, bir şekilde resme taşıyabilmek için.
Bozkurt Nuhoğlu: Metin Bey tam bir bilgi hazinesi. Bütün tarih boyunca tüm diktatörler için en tehlikeli şey bilgi ve erdem olmuştur. Hem bilgili hem de erdemli olursan büyük tehlikesindir sistem için. Erdemli adam bilgiyi eyleme dönüştürür tabii. Ne güzel özetliyor bunu Nazım:
“Annelerin ninnilerinden
Spikerin okuduğu habere kadar,
Yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
Anlamak, sevgilim, o, müthiş bir bahtiyarlık,
Anlamak gideni ve gelmekte olanı.”
Melek Nuhoğlu: Tüm bu çalışmalardan ve hizmetlerden nasibini alanlar eyleme dönüştürüyorlardır ve dönüştüreceklerdir deneyimlerini, birikimlerini, şüphesiz. Tabii bir de imkânlarımız olsa, vakfımızın kendine ait güzel bir yeri olsa; merkezî, ulaşılabilir, birlikte çalışılabilir bir mekân. Böyle hayallerimiz var.