Niçin, Neden ve Neden Olmasın?*

Sayı 5 - Kültür Sorunu

İnsan evren karşısında kendisiyle hesaplaşmak zorunda. Cennetten neden kovulduğunu bugün anlayabilecek bilgi birikimine sahip. Bu nedenle kendisiyle hesaplaşması ahlaki değil etik bir sorun. Yerküreyi fiziksel olarak kirletti insanoğlu. Bunun insandan başka hiçbir sorumlusu yok. Hiçbir canlı türü sorumlu değil bu sonuçtan. Asıl önemli olan şu: Fiziksel kirlenmenin temel nedeni ‘kültürel kirlenme’dir. Bu sorun çözülmeden fiziksel kirlenmenin, yani gezegenimizi tehdit eden reel tehlikenin önüne geçilemez. Oysa bu reel tehlike artık global bir sorun olarak bütün diğer sorunların önüne geçmiştir. Bunu kavramayan hiçbir görüş insanlığa bir şey veremez. Ya gezegenimizde yaşamı savunmak ya da topyekün ölüm. Bu duvara dayandığımızı göremiyor muyuz? Hayret!

Hayretle başladı felsefe. Bugün hiçbir şeye şaşmıyoruz, hiçbir şey bizi şaşırtmıyor, her şeyi biliyor gibiyiz. Yani felsefe yapmayı unuttuk. Kültürel kirlenmeyi temizleyecek şey, yeni bir evren-insan ilişkisine dair yeni bir tasavvurdur. Bu tasavvur kültürel yenilenmenin kapısını aralayacaktır.

Kirli olmayan tertemiz rüzgârlara açız bugün. Kirleten temizlemeli. Kirletme becerisine sahipsek temizleme yetimiz de var demektir. Bunu düşünmeliyiz şimdi.

Çevreyi temizlemeden önce kendimizi temizlemeliyiz. Bu ne anlama geliyor?

İnsanlığın bilgi hazinesi yaşamı belirlediyse ve bugün ya canlı yaşam ya da topyekün ölüm sorunu ile karşı karşıyaysak, sorgulamamız gereken şey usumuzdur.

Kültürel kirlenmeye kültürel bir yenilenmeyle yanıt vermeliyiz. Kültürel yenilenme evren-insan ilişkisini yeni bir paradigmaya oturtma sorunudur. Bu ise felsefe, bilim ve sanatı kapsayan yeni ve birleşik bir metodolojiye

Şimdi bu dediklerimi açmaya çalışayım.

Eğer tüm bildiklerimizden kuşkulanmak gerekiyorsa, ilkin kuşkunun metoduna kafa yormak gerekli. Kartezyen kuşku kuşkulanmayacağımız bir nokta yakalayarak onun dışında kalan her şeyden kuşkulanmak üzerine kurulmuştur. Descartes bu noktayı düşünce olarak ileri sürmüştür. “Düşünme dışında her şeyden kuşkulanabiliriz,” der. Cogito ergo sum. Düşünüyorum, öyleyse varım. İşte şimdi yaşam “varım” yargısını sorguluyor. Ne anlama geliyor varım, ya da varlık? Önce iki alıntı vereceğim. İlki bizden bir bilim insanı. Şöyle diyor:

“… bugün bilgi ve iman krizi kendini kuvvetle hissettirmektedir. Geçmiş yüzyıllarda da buna benzer sarsıntılar oldu. Lakin hiçbirisi bugünkü kadar derin değildi. Bu iman krizi yalnız yücelme (transcendance) duygusunda ve dinde değil bizzat ilimde kendini gösteriyor. Üç bin yıllık ilmimizin dayandığı iki temel vardır Biri mantık prensiplerinin sarsılmazlığı, öteki determinizm. (…) İki yüzyıl önce doğan ilerleme (progres) fikri de bu temellere dayanarak geçmiş hakkındaki bilgi yardımıyla geleceğin aydınlanacağına ve yine bilgi yardımıyla geleceğin daima daha iyi olacağına inanıyordu. Zamanımızda bu iki temel sarsılmıştır. (…) Alem eski fiziğin bize tasvir ettiği alem değildir.” (Hilmi Ziya Ülgen:1954)

Dikkatinizi bu yazının tarihine çekmek istiyorum. 1954. Acaba o tarihlerde kaç düşünürümüz, bilim adamımız bu sorunun farkındaydı? Bugün ise artık sorun olgunlaştı ve çok kişi onun farkında.

Şimdi de yeni fiziğin nasıl bir ‘âlem’ tasvir ettiğine ya da edemediğine bir göz atalım:

“…uygarlık ilerledikçe özellikle son 300 yılda yeni yeni birçok yasa ve düzen bulundu. Bu yasaların başarısı, on dokuzuncu yüzyılın başında Laplace’i bilimsel belirlenirlik ilkesini ortaya atmaya yöneltti, yani evrenin belirli bir andaki durumu bilindiğinde onun evrimini belirleyecek bir yasa takımı olması gerekiyordu. Laplace’in belirlenirliği iki yönden eksikti. Yasaların nasıl seçilmesi gerektiğini söylemiyordu ve evrenin ilk durumunu belirlemiyordu. Bunlar Tanrıya bırakılmıştı. Aslında Tanrı’nın sınırı on dokuzuncu yüzyıl biliminin anlamadığı alanlarla çizilmişti. Şimdi biliyoruz ki Laplace’in belirlenirlik umutları gerçekleşemez, en azından onun aklından geçtiği biçimiyle. Tanecik mekaniğinin belirsizlik ilkesi bir parçacığın konumu ve hızı gibi belli nicelik çiftlerinin aynı anda her iki öğesinin de kesin doğrulukla saptanamayacağını söylemektedir.

Bilim adamlarının çoğu bugüne kadar evrenin ‘ne’ olduğu sorusuna yanıt aramakla son derece meşgul olup, ‘niçin’ diye sormaya fırsat bulamadılar. Öte yandan görevleri niçin diye sormak olan diğer kişiler, feylesoflar bilimsel kuramların gelişmesine ayak uyduramadılar. On sekizinci yüzyılda feylesoflar insanoğlunun tüm bilgisini, bilimi de kapsayarak kendi uzmanlık alanı içinde görüp ‘Evrenin başı var mıydı?’ gibi soruları tartıştılar. Ancak on dokuzuncu, yirminci yüzyıllarda bilim, feylesoflar ve birkaç uzman dışında herkes için son derece teknik ve matematiksel oldu. Feylesoflar araştırmalarının alanını o denli daralttılar ki bu yüzyılın tanınmış feylesoflarından Wittgenstein, ‘Felsefenin geriye kalan tek görevi, dillerin çözümünü yapmak’ dedi. Aristo’dan Kant’a uzanan felsefenin büyük geleneğinden ne korkunç bir düşüş. Günün birinde eksiksiz bir birleşik kuram bulursak, bu, yalnızca birkaç bilimci tarafından değil genel olarak herkes tarafından anlaşılabilir olmalı. İşte o zaman biz hepimiz, feylesoflar, bilimciler ve sokaktaki adam ‘Biz ve evren niçin varız?’ sorusunu tartışabileceğiz. Hele bunu yanıtlayabilirsek, insan aklının en yüce zaferi olacak, çünkü o zaman Tanrı’nın aklından neler geçtiğini bileceğiz.” (Stephen W. Hawking)

Uzun bir alıntı, ama sanıyorum ki bilim ve felsefenin günümüzdeki sorununun basit, anlaşılır bir ifadesi var burada. Tanrı’nın aklından geçenleri bilmek sözü ise doğrusu çok hoş.

‘Niçin’ sorusundan ‘neden’ sorusuna geçişin felsefeden bilime geçişi anlattığını söylemek bir basitleştirmedir, ama sanırım çok yanlış sayılmaz. Pozitivizmin görüngülere dayalı bir dünya tasavvuru nedensellik ilkesini (ya da yasasını) mutlaklaştırarak katı bir determinist mantık yarattı. Felsefeyi tümüyle spekülatif alan sayarak dışladı ve hatta artık felsefenin bittiğini, onun görevini bilimin devraldığını ileri sürdü. Bilimi ve aklı tanrı katına yükseltti. Ama şimdi bizzat bilim tanrıları bu mantığı çürütüyor. Nedensel’lik ilkesi çürümüş durumda. Daha da önemlisi nedenlerin mutlaka belli sonuçlar doğurmayacağı ve dahası nedensiz sonuçların var olabileceği biliniyor ya da en azından savlanabiliyor. Yani bizzat aklın ve bilginin kendisi bilmenin önündeki sınırları sınırsızlık kavrayışı ile gösteriyor. Sonsuzluk kavrayışı yeni evren ve dünya tasavvurunun dayandığı yeni konsept (mefhum) olmakta. Ne var ki sonsuzluk kavramı ile bilinebilirlik ilkesine olan determinist inanç çelişiyor.

Bilim sürecine dikkatlerin yoğunlaşması daha çok yıllar öncesinde bu sorunun görülmesini sağlamıştı. Bilim süreci iki aşamalıydı: Buluş ve açıklama aşamaları. Bir hipotezin açıklanmasında bilimsellik kriterleri için belirli metodlar önerilebiliyor, ama buluş aşaması için sezgi, içe doğma, ilham, rastlantı gibi tanımlamalar dışında bir tanımlama getirilemediği gibi bir metod da önerilemiyordu. Buluş aşamasının görüngülerle açıklanamayacağı apaçıktı.

Bilim dönüp tekrar felsefeyi yardıma çağırıyor. Ne var ki felsefe bugünkü haliyle bu desteği vermeye hazır değil. Bunun kanımca en önemli nedeni merak yetimizi öldüren ussallaştırmalarımızda. İstendiğinde her şeye ussal’ nedenler uydurabiliriz. Ve bunları birtakım olgularla da destekleyerek gerçek olduklarını ileri sürebiliriz. Merakın olmadığı yerde felsefe olamaz. Bu tamam ama sorunu bu genellikte ifade yeterli değil.

Bilindiği gibi fiziğin bize sunduğu ‘alem’ tasviri belirli paradigmalara dayalı olarak yapılageldi: İlki evrenin dünya merkezli tasavvuru, ikincisi güneş merkezli tasavvuru; bugün ise evrende pek çok güneşin ve uydularının olduğunu biliyoruz, yani güneş merkezli evren tasavvuru da eskidi. Bu durum yeni bir felsefi paradigmaya ulaşmayı gerektiriyor. Bu kozmik bakışla yakalanabilir ki buna ben Merkezsizlik diyorum.

Batının madde-ruh ikilemi ile felsefe düzeyine taşınan ikici (düalist) mantığı, sonsuzluk ile bilinebilirlik çelişkisini bilinebilirliği merkeze alarak çözmeye çalışıyor. Yani merkezsiz bakamıyor. Merkezsiz düşünce tekçi (monist) düşünce olamaz kuşkusuz. Çokçu, bütünlükçü olmak zorundadır.

Tam bu noktada hesaplaşmaya çalıştığım geleneksel mantıktan farklılaşan bir ayrım yapmalıyım. Anlamayı bilmekle eşitlememeliyim. Anlamak ile bilmek birbirinden kopuk olmayan iki farklı zihinsel süreçtir. Sonsuzluk bilinemez, bilindiğinde ise sonsuzluk olamaz. Ama sonsuzluk anlaşılabilir. (Bu ayrımı bilebildiğim kadarıyla açık seçik ilk ortaya koyan Spinoza olmuştur.) Anlamak bilmeyi hazırlayan farkındalık hali yaratır ki kavramak budur.

Kanımca kültür insanın yaratma yetisinin ürünüdür, doğada doğal olarak olmayanı yaratmadır bu. Bu yönüyle kültür antropolojinin en yakın ilgi alanıdır ve sanatla özdeş değil ama eşdeştir. Bu nedenle insanı bir ‘kültür varlığı’ olarak tanımlamak hiç de yanlış değildir. İnsan ne düşünme yetisi ile ne de alet kullanma yetisi ile hayvanların diğer türlerinden ayrılmaz. Burada en nihayet bir nicelik farkı vardır. Düşünme tarzı ve alet kullanma tarzıdır kültür. Kültür bir tarzdır yani. Tarz doğada olmayan bir şeydir. Beslenme bütün canlıların ortak gereksinimidir, ama tarz bu gereksinimin karşılanma biçimidir ve kültürü ilgilendirir. Nitelik farkının olduğu yer ise insanın kurgu (spekülasyon) yapma yeteneğine sahip olan varlık olmasıdır. Önünüzdeki eti ellerinizle değil de çatalla yeme biçimine geçmeniz tümüyle kurgusaldır.

Pozitivizm her tür kurgusallığı ve dolayısıyla metafiziği ortadan silme savı ile ileri çıktı. Evren olgusaldı ve görüngü gerçeğin özüydü. Görünen gerçekti ve gerçek görüngüseldi. Öyleyse her tür kurgusal düşünce tarzı silinip atılmalıydı. Bunun anlamı felsefenin ve kuramsal düşüncenin aşağılanması, mantıksal uslamlamanın yüceltilmesiydi. Oysa bilimdeki krizin kaynağı bir metodoloji krizidir. Ne indüktif ne de dedüktif metod bugün tek başına bir metodoloji olarak otoriteye sahip değildir. Bu nedenle hipotetik dedüktif metod ileri sürüldü. Ama bunun yetmezliği de açıktır. Özetle söylemek gerekirse, tek tek olgulardan hareketle tümelle ilgili bir yasa vazedebilirsiniz, ama tek tek olguların bu yasa dışında ve yasaya rağmen farklı süreçler ve sonuçlar yaratmasına engel değildir bu yasa. Ya da tümelden hareketle tekili açıklama çabalarının da tikeli her durumda kapsamadığı yine olgusal olarak kanıtlanmıştır. Yukarıda verdiğim Hawking alıntısı buna işaret ediyor.

Tümdengelim ilke ve en genel kavramlardan çıkarak gerçeği açıklama metodudur. Bu metod Hegel ile doruk noktasına varmıştır. Hegel bir yandan pozitivizmin karşısında duran bir doruktur, öte yandan kavramsal mantığı yüceltmesiyle mantıksal ussallaştırmaya en büyük desteği vererek pozitivizmi silahlandırmıştır. Başka bir deyişle, us boyunduruğundan kurtaramamıştır kendini. Kurtaramazdı da, çünkü mantıksal usçuluk Batı kültürünün tanrısıdır. Kavram ve kavramlaştırma insana özgü olan soyutlama yapabilme yetişidir ve bu yeti kurgusal düşünme yetisinin bir ürünüdür; ama kendisi tümel demek olan kavram, kavramaya çalıştığı gerçeği tümel olarak kucaklayamaz. Bilinen deyişle söylersek, hayat ağacı her daim yeşildir kuram ise gri.

Böyle de olsa kuramsal düşünce kendi üzerine kapandığında, yani felsefe yaptığında, griliğini fark edip yeşilin peşine düşebilir. Daha doğrusu eleştiri yeteneğidir bu ve insanın değil ama insanlığın ayırt edici karakteridir eleştiri yeteneği.

Mantıksal usçu düşünce, kavramsal düşünce ve kuramsal düşünce kanımca düşünce tarihi içinde üç farklı ve önemli düşünce biçimidir.

Bilimsel düşünce kuramsaldır, ama kuramsal düşünce bilime indirgenemez. İşte bu nedenledir ki Marksizm de bilimsel felsefe tanımıyla pozitivizme yakasını kaptırdı. Bilim ve felsefe birbirinden koptu. Bu nedenledir ki modernizm ya bilim ya felsefe dedi ve bilimi seçti.

Bilimsel düşünüşte buluş aşaması için en fazla söylenebilen şey sezgi oluyor. Ne var ki sezgi modernist yaklaşımda pek de açıklanamayan bir etkinliğin belirsiz açıklaması olarak kalıyor. Bir iç deneyden söz edilebiliyor en fazla, ama bu bir bakıma meditasyon metodu anlamına geliyor. Oysa yaratma sürecinden söz ederken, ne kendinden geçmekten ne de rüya halinden söz ediyoruz. Tersine bilişsel bir süreçten, ama rüya halini ya da daha doğru deyişle usdışını dışarda tutmayan bir anlamda biliş sürecinden söz ediyoruz.

Galiba sorunu doğuran şey temelde doğa-insan ilişkisine ters bakıştır. Doğayı insanın dışında gören bakış. Nitekim bu konu üzerinde düşüncelerimi yeniden gözden geçirirken, başka deyişle yeniden eleştirirken, yanlış baktığımı düşünmeye başladım. Kültürü insanın doğadan kopuşu olarak tanımlamak gibi. Ben de bu yazıya dek insanın doğadan koptuğunu söyleyegeldim. Şimdi bunu yanlış görüyorum. Birincisi insan bir canlı türü olarak istese de kopamaz. Kopuşu popüler bir söylemin sınırları içinde anlarsak, ima ettiği şey kuşkusuz bir gerçeği söylüyor. Ama aynı zamanda çok yanıltıcı da. Buradaki sorunu anlayabilmek için, kopuş değil de dönüş fikrine dikkat vermek daha açıklayıcı olur. Doğaya dönüş istemleri nicedir yazılır, söylenir; ama pratikte bu yollu hiçbir kaydadeğer deney yoktur. Doğaya dönüş isteminin anlamı kültürel bir varlık olmaktan çıkmaktır ki bu olanaksızdır insanoğlu için. Nereye dönülecek, nereye gidilecek? Herhalde dönüş ile kastedilen pikniğe çıkmak değildir. Öyleyse doğa-insan ilişkisindeki sorunu yeniden tanımlamaya çalışmak gerekiyor. Bu çetrefil ve kapsamlı konuda düşüncemi özetin özeti olarak söylersem şunları diyeceğim: İnsan ve doğa iki ayrı varlık değildir. Dolayısıyla insan doğanın parçasıdır sözü de yerinde değildir. Doğa insanın içindedir, insan doğası dediğimizde de anlaşılması gereken bu olmalıdır. Ben doğayım, doğa benim.

Böyle baktığımda, kültürü doğadan kopuş değil, doğaya yabancılaşma olarak tanımlamak istiyorum şimdi. Doğaya, yani kendime. Bu tanım, insanlığın karşısındaki bu sorunun basit bir çevre sorunu değil, insanın varlık nedenini ilgilendiren özsel bir sorun, olağanüstü kapsamlı bir sorun olduğunu söyler. Böyle baktığımızda, çevre sorunu diye tanımladığımız fiziksel kirlenmeden çok daha tehlikeli olan şeyin kültürel kirlenme olduğunu ve dahası kültürel kirlenme çözümlenmeden fiziksel kirlenmenin önünün alınamayacağı gerçeğini görebiliriz.

Kültürel kirlenme canlı yaşamı en kutsal değer olarak görmekten çıkmanın sonucu oluştu. Mülkiyet ve sahiplenme kültürü doğdu ve bu, kültürün hegemonik ve otoriter bir doğrultuda gelişmesine yol açtı. Canlı yaşam ortak yaşamdır fikri öldü.

Doğayı canlılık süreci olarak gördüğümde, kültürün neden bir yabancılaşma olduğunu daha iyi kavrıyorum. Yani canlılık için gerekli olmayan bir yaşam tarzının kurulması. Kültür bir gereksinimdir, ama canlılık için değil. Peki neyin gereksinimidir? Bu soruya sanattan çıkarak bir yanıt arayabiliriz. Sanat da canlılık için bir gereksinim sayılmaz. Sanat canlı yaşamda, eşdeyişle doğada bizim dışımızda var olarak bulunmaz. Var olmayanı yaratma gereksiniminin ürünü olarak doğdu sanat. Her ne kadar Rönesans’la doğayı taklit biçimini aldıysa da, daha sonraki sanat akımları tekrar sanatı doğanın taklidi olmaktan çıkardı.

Sanat yaşamın yeniden yaratılması süreci olarak tanımlanır. Belki de daha doğru deyiş şu olmalıdır: Sanat yeni bir yaşamın yaratılmasıdır. Sanatsal yaratım, bilimlerdeki buluş sürecine karşılık gelir. Sanatsal ilham ya da sezgi dediğimiz şey, beklenmeyeni beklemekten başka bir şey değildir. (Beklenmeyeni beklemezsen bulamazsın — Heraklitos). Bu, bilimler için de geçerlidir.

Beklenmeyeni beklemenin bir metodu olabilir mi? Ya da bunun kendisi bir metod olabilir mi? Bu soruya evet demek istiyorum. Bekleme hali yüksek bir duyarlılık halidir. Bu hal vahiy gibi doğmaz. Beklenenleri ya da bilinenleri nihile ederek doğabilir. Nihilizmi öneriyor değilim, ama nihile etmenin bir metod olarak işe yarayabileceğini söylüyorum. Burada bilgiyi yadsımaktan söz etmiyorum, bilinenlerden yapılmış sentezlemeleri yadsımaktan söz ediyorum.

Şurası önemlidir: Biliş dağarcığımız dolu olmadığı sürece hiçbir yaratıcı ilham doğmayacaktır. Bilgi ile sorunları başbaşa bırakmak ve diyalektik süreç içinde, yani karşılıklı etkileşimle mantıksal uslamlamanın belirleyici olmadığı bir yaratma süreci içine girebilmek. Bu ancak eklektik düşünce ile olanaklı olabilir. Yani en olmazları bir arada düşünmek. Ve şunu sormak: Neden olmasın? Bu soruyu ilkin, bir mantık hatası olarak göregeldiğimiz eklektik düşüncenin kendisi için sormalıyız; neden olmasın?

Sentezleme yerine eklemlenme. Anadolu Felsefesinden esinlenerek biraz daha yerine oturan bir tanım vermek istiyorum: sentezleme yerine karşılıklı etkileşimle yaratılış, yaratma değil yaratılış (senkronizm), oluş.

Öyleyse kültür de insanoğluna özgü kurgulama yeteneğini karşılayan bir gereksinimdir. Kurgulama hangi insani gereksinimin ürünüdür? Tanrıları hangi gereksinim yaratmışsa onun.

Böyle aldığımda, doğaya yabancılaşma kaçınılmaz bir olgudur. Ve insanın kaderidir, trajedisidir. Kadere sırtımızı dönmek yerine onunla yüzleşmek çok daha insana yakışır bir tutum olacaktır. İçi boş doğaya dönüş çırpınışları yerine yaşam karşısında alçakgönüllü bir tutum izlemek; canlılıktan, yaşamdan başka bir ‘en yüce değer’ tanımamak; içinde hegemonya tutkusunu gizleyen ‘Her şey insan için’ düşüncesini aşabilmek; her şey yaşam için, canlılık için demek. Ve yeniden ortak yaşam kültürüne sarılmak. Bu bir ütopya mı? Kültür boylu boyuna ütopyaların ürünü değil midir ki zaten?

* Bu yazı US Dergisinin 4. sayısındaki “Şiir, Matematik ve Yöntem Üzerine” adlı yazının devamıdır.