İnsan Yapısı ve Günümüzde İnsan

Sayı 1 - Aydınlanma Sorunu

İnsanı bir “Bilgi-Eylem Varlığı” temeli üzerinde ele alırsak, insan, her şeyden önce doğal ve nesnel bir varlıktır ve tüm öğeleriyle evrensel yapıya doğrudan bağlıdır. İnsan, aynı zamanda ayrımların birliği olarak da bir bütündür. Neyi temel aldığımıza bağlı olarak, bu bütünün özgül ayrımlarına gidilir ve bir sınıflandırma yapılabilir.

Biz, bilgi-eylem temeli üzerinden hareketle, bu ayrımları:

. Doğal ve Organik
. İçgüdüler
. Duyumlar
. Algılar
. Ansal Süreçler

Doğal akıl yetenekleri:
Donanım
. Ussal Süreçler

Kavramsal süreçler:
Yazılım
. Değerler

Kültür süreçleri:
Bilinç içeriği
. Eylemler olarak saptayabiliriz.

İşte tüm bu aynmlar, “Ben” bilincinin bütünselliği içinde, insanı oluşturur.

Doğada, kendisinin ve başkasının farkında olan yegane varlık, insan olarak bilinmektedir. İnsan “Ben” olarak kendisi ile özdeş, “Ben Olmayan” olarak da kendisi ile ayırım içindedir. Bu insan, nesnel çevresi ve toplum ile olan ilişkilerinde kişilik kazanır. Bir başka deyişle, “Ben Olmayan” ayrımların (ilişkilerin) `Ben” içine yansıması ile toplumsal kişilik oluşur.

Bu konumdaki birey kendiliğinin bilincinde olmayıp, başkalığının bilincindedir. Bu ise yabancılaşma’dır. Birey, bu durumuyla hile, nesnelliğin üzerine çıkmış ve öznellik kazanmıştır. Ancak bu konumdaki ben bilinci “sanal”dır. Biraz yumuşatarak söylersek, sanal-ben uykudaki ben’dir. Onun uyanması, yabancılaşmanın sona ermesi ile olanaklıdır.

Bu anlatım biçiminden, toplum ve çevre ile kurulacak ilişkilerin sakıncalı olduğu anlaşılmamalıdır. Hatta bu ilişkiler, birey için zorunludur. Esas sorun da buradadır. Bu bağlamda birey kendinden çıkmakta, başkalaşmakta, eşdeyişle yabancılaşma sürecine girmekte zorunlu bir konumdadır. Kendi gerçekliğinin bilincine dönebilmek ise, bu yabancılaşmanın eleştirilebilmesi ölçüsünde olanaklıdır. Böyle bir iş sanıldığı kadar kolay değildir. Tarih bilinci içinde konumunu saptayarak, kendini bir sorun olarak ele alıp, ne’liğinin çözümlenmesi için duyarlı ve bilinçli bir yaklaşım gerekmektedir.

Kendiliğin bilincine gidiş, bir süreç olarak kavrandığında ya/ya da konumundan kurtulunur. Bir başka deyişle, birbirinden kopuk nesnel belirlenimler, yabancılaşmanın nedeni olup durağanlık gösterirler. Bu ise gerçekliğin süreç oluşuyla çelişen bir durumdur. Bireyin gerçek beni sürecin nesnelliği ile örtüşmektedir. Ancak, bilinci bunun farkında değildir. Bu konuma anlıksal bilinç de diyebiliriz. Burada bilinç tek yanlı belirlenimlerin tasarımlarının içinde yiter gider. Güncel deyişle, kişi sanrı içindedir.

Özetle, sıradan birey, doğa ve toplum izlenimlerinin baskısı altında ezilmekte ve sıkıntı duymaktadır. Bu sıkıntı gerçek benliğin, etrafını saran yabancılaşma ile çatışmasından doğmaktadır. O halde yabancılaşma, “ben yanılsaması” olarak da kavranabilir. Bu öyle bir olumsuzluktur ki, kendi doyumuna, yabancılaşmayı ortadan kaldırarak (negasyon/olumsuzlama) ve kendinin gerçeklikte olduğu gibi kavranmasıyla ulaşacaktır. Eşdeyişle, kendini, bir başkası ve kendi başkası olarak ve de bir başkası ve kendi başkası olmayan olarak kavrayan `Ben” özgürdür. Ya da böyle bir tutum içinde olan “Ben” özgürlük sürecindedir.

Özgürlük sürecindeki “Ben”in toplumsal ilişkilerinden sorumluluk ve ödev bilinci doğar. Bu anlayış, “Ben”in kendi içsel özgürlüğünün toplumsal ilişkiler ile sınırlanmasının bilincidir. Eşdeyişle özgür olduğunu bilmek demek, yanılsamadan kurtulup, koşulların gerektirdiği ilişkilerin bilincinde olarak yaşamak demektir.

Ben’in kendi oluş sürecinin yine ben tarafından kavranması, onun, içsel zorunlu oluş yasalarının bilincidir. Ben’in sorumlu olması, dış ilişkilerinin, eşdeyişle koşulların ben’e yansıyarak ben’i sınırlandırmasının bilincidir. Bireyin özgürlüğü; zorunluluğun bilinci ile (içsel) rastlantının koşullamasının (dışsal) bilincinin birliğidir.

Yalın söyleyişle insan, öznel olan ve nesnel olanın aşılmış birliğidir diyebiliriz. Çünkü insan, doğal olarak nesnel, kendisinin bilincinde olarak öznel, her ikisinin aşılmış birliği olarak bir eylem varlığıdır. Bu bağlamda insan, bir eylem varlığıdır. Eylemi herhangi bir etkinlikten ayıran temel nitelik ise, bilinçli ve amaçlı bir etkinlik olmasıdır. İnsan yapısını bu biçimde ele aldıktan sonra, şimdi de başlığımızın ikinci bölümü olan günümüzde insanı ve onun sorunlarını ele almak istiyorum. İnsanın kişilik yapısında oluşan “kendine yabancılaşma” toplum düzeyinde büyümüş ve giderek yalnızlaşmaya dönüşmüştür. Çağımızda görülen temel çarpıklık ise şöyle özetlenebilir:

İnsan bir yandan büyük bir hızla nesnel dünyasını zenginleştirmiş, bilimde olağanüstü bilgiler üretmiş, teknik alanda büyük gelişme kaydetmiş, felsefede ve sanatta boyutlarını genişletmiş, buna karşın, kendisiyle, başkalarıyla, ve çevresiyle kurduğu ya da kurmaya çalıştığı ilişkilerde yoğun bir başarısızlık içine düşmüştür. Bir bakıma insan, ürettiklerinin kendi üzerine dönmesiyle baskı ve bunalım altına girmiştir. Çevresi ile ilişkilerinde yalnızlaşmış ve güçsüzlük duygusu içinde korkak, çekingen, güvensiz ya da giderek saldırgan bir kişiliğe bürünmüştür. Stres, yarış ve başarı kaygısı içindeki bireylerin ayrılmaz arkadaşı olmuştur. Saldırgan tavır, bir anlamda kendini koruma dürtüsünün ürünü olarak yaşam biçimi olmuştur. Ve bu durum hızlı kentleşme ve sanayileşme ile de beslenegelmiştir.

19.yy. ve sonrası artan kaygılar yabancılaşma kavramının fark edilmesinde önemli rol oynamıştır. Aileler parçalanmış, akrabalık bağları zayıflamış, inançlar değerlerini yitirmiş, törel bağlar dağılmıştır. Bütün bunların karşısına konacak ortak değerler bulunamamış, yaşama yalnızca çıkar ilişkileri egemen olmuştur.

Tüm bunlar beraberinde bunalımları getirdiğinden, psikiyatri en popüler bilim dalı olarak geleneksel kurumların (din vb.) yerini almıştır. Gerçi insan, moral, boş inanç ve söylencelerden bu bilim dalının güvenilir kucağına yönelmiştir ancak, profesyonellerin çıkar karşılığı ve gereken önemi vermeden yaptığı uygulamalar, bunun yanında çözüm olarak çok çeşitli yöntemlerin önerilmesi ve bunların birbirini çürütme çabaları bireyler üzerinde güven oluşturmakta yetersiz kalmıştır. Bilimin hızlı ve giderek bir önceki tutumunu yadsıyan ilerleyişi, çevrenin hızlı değişimi, bireyin kişiliğine yansıdığında, onun iç süreçleri aşırı yüklenme dolayısıyla uyumsuzluk göstermekte ve güvensizlik giderek artmaktadır. Burada akla birçok soru gelmektedir.

Tüm bu yapılanlar ne için? Eğer insan içinse, insanı yitirmiyor muyuz? Ya da başka bir deyişle insan kendini, kimliğini yitirmiyor mu? Geçmişe oranla daha çok olanakla donatıldığı halde, kendini güvenli duyması için nesnel ve kuramsal birçok araç ve gerece sahip iken, bunları yeterince kendisi için kılmakta insanın yetersizliği nedir?

Çağımız insanı belki de en çok “zaman” bakımından kendine yabancılaşmaktadır. Çünkü güncel yaşam koşullarının yoğunluğu, kişinin tüm zamanını sömürmekte, hatta gelecek zamanına da ipotek koymak istemektedir. Nesnel yaşam düzeyinin rahatlık açısından yükseltilme isteğinin doğurduğu kredili yaşam, daha çok kazanma isteği ve diğer ilişkilerin yoğunluğu zamanı tüketmektedir. “Vakit nakittir” deyişi çağımızın sloganı olmuştur. Belki de sorun burada. Bu slogan, doğrusu ya da olması gereken “Vakit değerlidir.” söylemi ile yer değişmelidir. Buna bağlı olarak da değer kavramı ve tüm yaşam değerlerinin yeniden gözden geçirilmesi önem kazanmaktadır. Günümüzde olanı biteni doğru değerlendirerek, dile getirebilecek ve bunu duyabilecek duyarlıkta bireylere her zamankinden daha çok gereksinim vardır.

Büyük bir hızla gelişen teknik olanaklarla oluşturulan ve yayılma gücüyle etkinliği aynı oranda arttırılmış araçlar ile, geniş kitleler, tarihte daha önce görülmemiş bir biçimde “Basmakalıp” görüş, düşünüş ve davranış biçimli ideolojiler ile kuşatılmış durumdadır. Kişi neye ne kadar ilgi duyacağını ve ne ölçüde değer vereceğini bilmek konusunda şaşkın konumdadır. Hem de vakti yoktur. Bu yüzden ilişkiler yüzeysel kalmakta, derinlikler kaybolmakta, her ilişki “Çabuk-yarar-sağlama” yönünden değerlendirilmektedir.

Ürettiği şeylere kendisinden daha çok değer verilmekle insan, amaç olmaktan çıkmış, araç durumuna gelmiştir. Şeylerin sorumluluk taşıması söz konusu olmadığına göre, insanın varlık yapısına öncelik tanımayan, oluşturduğu kurumlara, kurduğu ilişkilere bu ana değer çerçevesinde biçim vermeyen, bu yönde duyarlı olmayan insanın sorumluluğunu yine insanın kendisinden başka bir yerde aramak bir yanılgı olacaktır. Burada insanın yabancılaşması, önce kendi varlık yapısının birliğinin bozguna uğraması, uyumsuzluğu, ve onun neliğinden uzaklaşması anlamına gelmektedir.

Günümüz insanı insan olmaktan çok, bankacı, avukat, doktor, müzisyen, sürücü, falan partili, filan inançlı ya da şunun sahibi, bunun sahibi gibi ile bir şeydir. Başka bir deyişle, ilişkide bulunduğu bireylerde bu tür nitelikler “İnsanlık değerine bakılmaksızın” öne alınarak değer verilmektedir. Yaşam biçimine tüketim ekonomisi egemen olmuştur. “Kullan-At” düşüncesi yaşamın her ilişkisinde yaygınlaşmış, dostluklar da bundan payını almıştır.

Amacım karamsar bir tablo çizmek değil, sorunlara eğilmektir. Sorulara yanıt, sorunlara çözüm aramanın yolu, eleştirel bir tutumla “sorunsalı” kurabilmektir. Eşdeyişle, sorunu iyi saptayabilmek, onun üzerine düşünmek, araştırmak ve onu tüm gerekli ilişkileri içinde ele almak olacaktır. Çağımızın mutsuz ve yalnız insanı için aranan çözümlerde, daha çok onun kendisi ile değil, çevresi ile ilgili araştırmalara rastlıyoruz. Ekonomi için çözümler, siyasal çözümler, teknik araçlar için, kurumlar için vb. çözümler. Ben de bu çalışma ile dikkatleri insanın kendi üzerine çekebilmeyi amaçladım.

İnsan kendini eylemi ile gerçekleştirir. Kendisi için, kendi hakkındaki kanısı ile, etkinliği arasında doğan yargı bir sorgulama niteliği taşır. Bu sorgulama, kişinin yapmak istediği ile yapabildiğinin değerlendirilmesidir. Bu tutum giderek bireyin diğer bireylerle olan ilişkilerinin de sorgulanması biçimini alır.

Kişinin kendi hakkındaki düşüncesine uygun değeri, onun kişilik onurunu oluşturur. Kendi hakkındaki kanısının oluşturulmasında, toplumsal ilişkiler yoluyla diğer bireyler karşısında kendi için seçtiği etik değerler kişinin onurunu besler ve ona içerik kazandırır.

Kişiyi herhangi bir etkinlikten eylem varlığına dönüştüren olgu, kişinin kendi için olan kanısının bilincine varması ve buna bağlı olarak etkinliklerine amaç yüklemesi olacaktır.

Eşdeyişle, toplumsal ilişkiler ile oluşan dürüstlük, saygı, sevgi, güven gibi etik değerlerin bireydeki kaynağı onun onurudur. İşte, bireyin edindiği bu etik değerler, onun varlığını yücelten, anlamlı değerler olarak, “erdem”dir. Çağımızda en yüksek erdem ise, insanın kendisini aşabilmesi olgusudur. İnsanın varlık değeri ya da onuru, çağının koşullarına uygun olarak, haklar biçiminde belirir. Bu haklar, toplumsal örgütlenmenin içinde insan haklan olarak toplumsal sözleşme ya da yasalar ile güvence altına alınırlar.

İnsan üretim yapmakla da diğer doğa nesnelerinden ayrılmaktadır. Eylemleri ile üretim yapan insan, aynı zamanda kendini de üretmektedir. Bu demektir ki, kendini üreterek kazandığı değer, eyleminin değeri ile doğru orantılıdır. Bir başka anlatımla, kişinin eylemi, kendini ve var olan koşulları “aşma” yönünde olduğu ölçüde değer taşır. Ve işte bu değerlerdir ki, kişiden yabancılaşmayı kaldırır.

Konuşmanın örgünlüğü içinde, sorunsalını kurduğumuz yabancılaşma, bu aşamada yanıtına dönüştü kanısındayım. Yinelersek, kişi var olan koşulları ve kendisini, eylemi ile aşarken özgürleşmektedir. Bilindiği gibi insan günlük yaşamında, kendi gereksinimlerini karşılamak için belirli bir eğitim ve belirli bir meslek uğraşı içinde zamanının çoğunu harcamak zorunda kalır. Bunun yanında, kendisini kuşatan ve belirleyen gelenek, görenek, inanç ve ideolojilere karşı da edilgen bir konumda yaşamını sürdürmeye çabalar. Ancak kendi dışında gerçekleşen olayların kişi üzerindeki baskısı, giderek onun kişiliğini, olayları ve içinde yaşadığı kültürü sorgulamaya başladığı bir noktaya, eşdeyişle bir eşik değere geldiğinde, ne olup bittiğini anlamak ve sorunları aşmak yönünde yeni bir çabanın gereğini duymaya başlar. İşte bu yeni istek, en genel biçimiyle “aydınlanma isteği” olarak nitelenmiştir. Aydınlanma gereksinimindeki insan, aynı arayışa girmiş insanlarla bir araya gelme ve ortak bir çalışma yapmayı da gereksinir.

Bilindiği gibi, “aydınlanma” çok kapsamlı bir kavramdır ve onu her yönüyle ele almak, büyük özveri, hoşgörü ve gayret yanında, ilkelere dayalı, düzenli ve sürekli bir uğraşı gerektirir. Biz bugün, aydınlanmayla ilgili olarak, insan aklının yapısı, koşullanması ve özgürleşebilmesi üzerine bir çalışmayı paylaşacağız. Bir başka deyişle, “aydınlanma” olarak amacı saptanmış olan etkinliğin bilincini oluşturmaya çalışacağız.

İnsan kendini, doğa ve toplum içinde bulmakta ve çeşitli ilişkiler ve etkinlikler yoluyla kişiliğini oluşturmaya çalışmaktadır. Her insanın tek tek gösterdiği çabalar, toplu bir biçimde, insanlık kültürü ve serüveni olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte bu serüven içinde, kendisinin ne’lik ve kimlik sorununu soruşturmaya başlayan bireyler, aydınlanma sürecine girmiş olanlardır.

Şimdi bu sorunu bir sorunsala dönüştürmeyi deneyelim. Çünkü ne’lik ve kimlik sorusu, diğer sorular gibi, sorunsala dönüştürülüp ele alınmadıkça, duygusal ve psişik bir dertlenme olmaktan öteye geçemez. Sorunsal kurmak ise, soruyu ussal, kavramsal ve bilimsel düzeyde ele almak ve incelemek demektir.

Günlük eğilimlerimizde, sorularımıza genellikle yanıt ararız ve bulduğumuz yanıtlardan birini seçerek, sorularımızdan doğan sorunumuzu gidermeye çalışırız. Buna karşın, sorunsal kurma denemesiyle, sorumuzu sorgular, ilişkilendirir, nesne, olay ve olgularla bağlarını kurar ve böylece onu etkin bir biçimde kavramlaştırarak bilince taşımış oluruz.

“İnsan Usunun Sorgulanması”, her zaman karışımıza en temel sorun olarak çıkmaktadır. Çünkü, insanı diğer varlıklardan ayıran usudur ve insan tüm eylemlerini usuyla gerçekleştirir. İnsanın “Ne’liği” sorusu, olgusal olarak “Kimliği” sorusundan önce gelmektedir. O halde, önce, “İnsan Nedir?” sorusunu sormalıyız. Bilimsel bulgular bize, insanın önce nesnel, fiziko-şimik ve organik bir varlık olduğunu göstermiştir. Bu yanıyla insan, diğer doğa varlıklarıyla ayırımlı bir özdeşlik içindedir. “İnsan Nedir?” sorusu, bir bakıma, “İnsan Nelerden Oluşmuştur?” sorusunu birlikte getirir. Ancak, onun ne’liği, diğer doğa nesneleri karşısındaki özgül ayırımında yatar. İnsan organizması, diğer doğa nesnelerini kendi bünyesinde bireştirip aşmış olarak, evrimin şimdiki en üst basamağında bulunmaktadır.

İnsan bir yanıyla doğa ile uyum içindedir. Ancak, us yapısıyla ilgili olarak, o bir “eylem varlığı”dır ve doğaya-karşı-bir-biçimde, kendini oluşturmaktadır. Eşdeyişle insan, doğayı değiştirmekte, dönüştürmekte ve kendi için kılmakta biriciktir. Özetleyecek olursak; İnsan, doğayı eylemiyle geliştirerek yeniden üretir ve bunu yaparken kendini de üretir ve aşar. Eylem-varlığı olarak insan, böyle özgül bir konumdadır.

Bu üretim, “Süreç” olarak karşımıza çıkar. O halde, insanın ne’liğinin sorgulanması, onun süreç içindeki oluşum ve eylemlerinin sorgulanmasını gerektirir.

İnsanın ne’liği sorununun birinci boyutuna üç basamaklı bir doğal dizge dersek, bunlar “Yapılar” olarak tanımlanır.
. Fiziksel Doğa: ya da Fiziksel Yapı,
. Kimyasal Doğa: ya da Kimyasal Yapı,
. Organik Doğa (Örgensel Doğa): ya da Organik Yapı

Üçüncü basamak olan insan organizması birinci ve ikinci basamağı kendi içinde kapsayarak aşar.

Fiziksel Doğa ya da Fiziksel Yapı, düzenekseldir (mekanik) eşdeyişle, birbirine dıştan bağlı nesneler düzenidir. Her nesne kendi başına bir şeydir ve ilişkisi içinde bağımsızlığını korur.

Kimyasal Doğa ise, birbirini niteliksel değişimlere uğratan nesneler düzenidir. Burada fiziksel nesneler kendi başınalıklarını bir başkası ile nitel ilişkisi içinde eritir ve bir başka şey olarak davranır. Örneğin, hidrojen ve oksijen, kimyasal ilişkilerinde, artık kendi başınalıklarındaki nitelikleriyle değil, bir başka şey olan su niteliği ile davranırlar. Fiziksel ve Kimyasal Doğayı nitelik ve etkiler bağlamında tanımlamak olanaklıyken, Organik Doğa için bu biçimde bir tanımlama yetersiz kalmaktadır.

Organik Doğa için özgül ayırım, onun bir amaçlılık doğrultusunda örgütlenmiş olmasıdır. Buradaki amaçlılık, bir bilinç olgusu olarak düşünülmemelidir. Asıl vurgulanmak istenen, organik örgütlenme için belirleyici olanın, işlevsellik (fonksiyonellik) olduğudur. Örneğin, birçok hücre bir araya gelerek göz örgenini oluşturur. Ancak, görme işlevi olmaksızın göz tanımlanamaz. Bu işlev kaldırıldığında geriye fiziksel, kimyasal ve biyolojik bir yığın kalır. Eşdeyişle, insan beyni de ancak işlevinde tanımlandığında anlam taşımaktadır, yani Bilinç Olgusu.

İnsanın ne’liği sorununa ikinci boyut, bu işlevsellik ile ilgilidir denirse, bu da üç basamaklı bir dizgedir ve “Yetiler” olarak tanımlanır.
. İçgüdü Yetisi: Yaşamı sürdürmenin eğilimlerini işlev olarak ortaya koyar.
. Duygu Yetisi: Kendi iç düzeninden ve çevresinden etkilenerek duyarlıklı algılamalardan üretilir.
. Bilinç Yetisi: Bilgi üretme ve belleme olarak işlev gösterir.

İnsanın ne’liği sorununun üçüncü boyutu, “Eylem” boyutudur. İnsanın bu boyutu öncekileri kapsar ve aşar. Eyleme kadar insan, verili varlıktır. Eşdeyişle, kendini böyle bulur ve ne’liği kendi elinde değildir. Eylemiyledir ki insan, ne’liğini düzenlemeyi kendi eline alır ve bu evrede ne’lik sorunu, kimlik sorununa dönüşmüş olur. Bir başka deyişle, insan, kimliğini başlangıçta elinde bulmaz, onu eylemleri ile gerçekleştirir. Bu bağlamda Eylem; yapı ve yetilerin birliği olarak kendini gerçekleme aşamasıdır.

Eylem evresi de üç basamaklı bir dizgedir.
. Bilinç olgusu,
. Amaç olgusu,
. Etkinlik ya da Edim olgusu.

Eylem, üretime yönelik bir etkinlik olarak diğer hareketlerden ayrılır. Burada dikkat edilecek nokta, dizge ya da sistem kavramıdır. Yukarıda üç basamaklı dizge diyerek, bunları 1,2,3, şeklinde alt alta koymak yanıltıcı bir bölümleme olabilir. Bunun için bu üçlemeleri bir üçgen olarak tasarlamak daha yararlı olacaktır. Örneğin, üçgenin sol köşesini 1, sağını 2 ve üst köşesini 3 olarak numaralandırırsak, ortaya bir ilişkiler bütünü çıkar. Eşdeyişle, bilinç, amaç, ve etkinlik, sıra ile yapılıp bitirilmesi gerekenler olarak değil, sıralı ama karşılıklı etkileşim ve ilişkilerinin örgünlüğü (Örgün Doğayı anımsayalım) ile kavranmalıdır. Bu tür dizgesel kavramların, tek başlarına ele alındığında gösterdikleri anlamla, birlikte ele alındıklarında gösterdikleri anlam farklıdır. Dizgesel kavramlar bağlılaşık kavramlardır ve bu örgünlük, aşmayı olanaklı kılar.

Eylem aşamasında insana baktığımızda, doğaya ve kendi doğasına başkaldıran ve yetileri aracılığıyla kendini oluşturmayı eline alan bir varlığı görüyoruz. İşte bu nedenle doğada, ondan bağımsızlaşan ve özgürlük yolunu tutan biricik doğa varlığı insandır diyoruz. Eylem için, amaçlı bilinç, edimde (fiil) gerçekleşir. Ancak asıl sorun da -Bilinçlenme Sorunu- bu aşamada karşımıza çıkmaktadır. Bilinç, nesnel ortamdan gelen algıların öznel süreçlere yansıyarak anlamlandırılması ve kavranmasıyla oluşur. Bu demektir ki, Bilinç, doğal ve toplumsal ilişkilerin birlikteliğinden oluşur. Ancak, anlıksal süreçlerle elde edildiği için, bilinçlenmek, bireysel gayretleri de gerektirmektedir. Bir başka anlatımla, belirleyici olan doğal ve toplumsal koşullar yanında, özverili, bağnazlıktan arınmış ve bilimsel tutum doğrultusunda ansal özgürlükle oluşturulmuş “öznel koşullar” da gereklidir. Eşdeyişle Bilinç, bireyde, nesne ve öznenin birliği olarak bulunur. Bu bağlamda Bilinçlenme; doğa, nesne, olay ve olguların ve toplumsal ilişkilerin, ansal süreçlerde yansıması ve özümsenmesi ile oluşmaktadır.

İnsan, bilinçlenme yoluyla, içgüdü ve duyguların üstüne yükselir ve kendini bilinç varlığı olarak duyar. Ben olarak kendiliğinin bilincinde bulunan yalnızca insandır. Eşdeyişle insan, bütün ilişkilerinde, ilişkide olduğu nesnelerin karşısında bir Ben olarak kendinin farkındadır. İşte bilinçli olmayı temellendiren öğe bu “Ben” öğesidir.

Ben, başlangıçta bir istek olarak belirir, sonra seçme yaparak istence (irade) dönüşür ve eylemde kendini gerçekleştirir. Bir başka deyişle Ben, “istenç” olarak oluşmaktadır. İstenç, insanın özgürlük evidir ve öznel süreçlerin sonunda oluşan yargılarla birleşerek Duyuncu (bulunç, vicdan) yaratır. Duyunç ise adaletevidir. Öznel süreçler de üç basamaklı bir dizgedir.
. İmgelem Yetisi: Nesnel algıların imgelerini yapar.
. Tasarım Yetisi: İmgelerden, ansal kategorilerle tek tek nesnelerin bilinmesi.
. Kavram olarak Bilinç: Genel ve evrensel yasaların bilinci.

İnsan, “yapı ve eylemlerinin bütünü” olarak, bir “doğa ve kültür varlığı” olarak da tanımlanabilir. İnsanın, doğaya karşı bir biçimde kendini oluşturması, bir “kurtuluş- hareketi”dir. Eşdeyişle insan, doğallığın esaretinden silkinip ayağa kalkmıştır. Ancak! İnsanın kurtuluş serüveni bu kadarla kalmaz; tüm yaşamı boyunca bu kurtuluş eşdeyişle “özgürlük gereksinimi” onunla birlikte var olacaktır. İnsanın kültür olarak varlığı, bilinçlenme-olgusu ile başlamaktadır. Nesnelerin karşısında bilinç oluşurken diğer bilinçlerin karşısında özbilinç oluşmaktadır. Özbilinçler topluluğu “toplum”dur.

İnsanın kimliği, toplumsal ilişkisinde ve tarih sürecinde yoğrularak özbilincine yansır. Bu kez de toplum ve kültür, insanın karşısına bir ikincidoğa niteliğinde çıkmaktadır. Eşdeyişle, onu koşullamakta, belirlemekte ve sınırlamaktadır.

Toplum içinde pekişen gelenek, görenek ve alışkanlıklar yaşam biçimi olarak, bireylerde, emreden-bir-üstben biçiminde şekillenir. Çeşitli inanç ve ideoloji kalıpları bireyleri kuşatır. Çocuk yaşta, “Gulliver devler ülkesinde” örneği, insan yavrusu, çevresinde otorite figürleriyle karşı karşıya kalır. Aile ve çevresi kendisinden sürekli, toplumun beğenilerini kazanmasını istemektedir ve bunun için de ödüller, cezalar peş peşe sıralanır.

Kabul gömrenin güvenliliği karşısında, çocuk bir zaman direnirse de sonunda teslim olur ve rahatı seçer genellikle: işte yitiş ve yabancılaşma! Sonra, okul yaşamı ve eğitim .. Sonra iş ve çıkar ilişkileri. Arzular kamçılanır, istekler coşar. Hep başka şeyler ve hep başkaları için! Ego körüklenir, ego ezilir. Duygular dıştan belirlenir. BEN yitiktir. Seçilen hep Haz Doyumu, istenen ise Başarı !

Bütün çaba, yaşamın maddesel koşullarının iyileştirilmesi içindir, tüm bunlar yinelenerek yaşamı sıkıcı, bunaltıcı ve anlamsız bir hale sokar. İşte o zaman, “Ben neyim ve kimim?”, “Amacım ne?”, “Yaşamın bu kısır döngüsünden nasıl kurtulabilirim?” gibi sorular sorunlaşır; eşdeyişle, bünye bunların yanıtlanması için acıkır. Bu acıkmanın duygusal belirtisi ise sıkıntıdır. “Ben neyim, kimim? Ereğim var mı?” gibi sorular, eğer derin bir gereksinimden doğmuyorsa ve eşik değeri bilinci zorlamıyorsa, çözüm arayışları da yüzeysel olacaktır.

Şimdi insanın kültürel yapı içindeki öznel konumuna biraz daha eğilelim. Kültürün nesilden nesile aktarılmasında, birçok ögenin yanında, bilinci belirlemek açısından başat konumda Dili görmekteyiz.

Dil, düşünme etkinliği ile üretilmiş düşünceler birikimi ve bunların anlatımı için kullanılan söz dizgeleridir. Bunun yanında, düşünme etkinliğinin aracı da yine dildir. Bu aşamada karşımıza dil-düşünce eytişimi (diyalektiği) çıkmaktadır. Bir başka deyişle dil, düşünceyi, düşünce de dili etkileyip değiştirir ve geliştirir.

Dilin kurgusunu oluşturan onun grameridir. Gramer, öznesi, fiili, sıfatı, bağlacı vb. özellikleri ile somut yaşamı simgesel olarak bilince yansıtır. Dilin kullanılış biçimi ise onun mantığıdır. Mantık, bilinci tutarlı kılarken, onu koşullar da. Mantık Bilimi bize mantığın da bir evrim geçirdiğini göstermiştir.

1- Soyut-Biçimsel Mantık: Bir nesneyi diğer bir nesne ile karşılaştırarak bilgiye ulaşmak ister. Bu mantıkta bir önerme ya doğrudur ya da yanlıştır, üçüncü hal olamaz. Bir nesnenin belirlenmesinde düşünmenin gereçleri sayılan ulamlar (kategoriler) kullanılır. Bu tip bir mantık ile bilme biçimi, düzeneksel (mekanik) doğa düzenine karşılık düşer. Nesneler birbirinden kopuk, tek yanlı olarak ve değişmezlikleri içinde, ayrıca eşzamanlı olarak ele alınırlar. Bu mantığın kullandığı tümdengelim ve tasım yöntemleri olay ve olguların gerçekliğini yansıtmaz. Metafizik önermeler ve dogmalara uygulandığında ise onları tutarlı gösterip bilinci aldatırlar. . Tüm insanlar ölümlüdür. . Sokrates bir insandır. . O halde Sokrates de ölümlüdür.

Ünlü örneğinde görüldüğü gibi Sokrates’in ölümlü olduğunun kanıtı, tümel önermedeki (1) “Tüm insanlar ölümlüdür” tümcesinden hareketle doğrulanıyor.

Ancak burada hemen iki şey göze çarpmaktadır. 1- Ele alınan tümel önerme bir varsayımdan başka bir şey değildir ve başvuru aracı olarak gösterilmektedir. 2- Sokrates’in insan olarak ölümlü olduğu yargısı bir çıkarsama ya da gelişme olmayıp, aslında birinci basamaktaki tümel önermede söylenmiş olanın yinelenmesinden başka bir şey değildir. Bu tip mantığı kullanan bir bilinç, bilimsel bilgiyi kavramakta güçlük çeker, ancak metafizik ve dogmatik önermeler ona oldukça uygun gelir.

2- Soyut-Tasarım Mantığı: Birçok mantık biçimi bu gruba girer. Bu mantık nesne, olay ve olgular arasında ilişki kurmayı dener, nitel etkileşimlerin farkına varır, ancak yine de tek yanlı belirlenimlerden kurtulamaz. Bunun sonucu ise durağanlık, gelişmeme, ve çatışkıda kalıştır, giderek de bilinemezciliğe dönüşür. Bilginin güvenilirliği sağlanamaz, çünkü doğrulama çabası öznel yetilerde aranır. Bu mantıkta kesinlik arayışı vardır. Kesinlik ise değişmezlik ile bağdaşır. Oysa evrende değişmeden kalan hiçbir şeyin olmadığı bilimsel olarak saptanmıştır. Soyut tasarım mantığında olgular neden-etki bağlamında ele alınır ve tikellikleri içinde saptanırlar. Temel ilke özdeşliktir. Kimyasal doğaya karşılık düşer.

3- Eytişim Mantığı ya da Yöntemi: Kendinden önceki mantıkları kapsar ve aşar. Eytişim, eylemin mantığıdır. Doğal ve toplumsal süreçler ancak eytişim ile anlaşılır. Eytişim, değişim, gelişim ve oluşumun hem yasası, hem de bu sürecin anlaşılma yöntemidir. Eytişim diğer mantıkların tersine, çelişmezliği değil, çelişkiyi temele alır. Doğa ve toplumdaki her olgu, çelişik bir birliktir.

Çelişki; varlıkların durağan yanları ile değişken yanları arasındaki karşıtlığı dile getirir. Çelişme; doğa, toplum ve insandaki karşıtlığın, geliştirici devimidir. Bir şey ancak kendi kendine bir çelişme taşıdığı ölçüde devinir ve etkinliği olur. Gelişme, yeter güce ulaşmış karşıtların çelişmesi, çatışması ve aşılması ile gerçekleşir. Gelişme, bir aşma-sürecidir. Eşdeyişle, nicel birikimler nitel dönüşümlere, başka bir deyişle daha zengin, değişik ve aşkın oluşumlara neden olur. Bu bağlamda, insanın içsel eytişimi de kendisi ile çelişip, çatışarak gelişmesini gerektirmektedir.

Değişme ve gelişmenin içinde ve bilincinde olmak, Özgürlük-Sürecine katılmış olmaktır. İnsanlaşmak, bu Özgürlük-Sürecinde bulunmaktır.

İnsan bir yanı ile duygu varlığıdır. Bu da onun ürettiğine bağlanmasını oluşturur. Bu bir benimseme olgusudur. Ancak bu bağlanma çoğu zaman yabancılaşmaya kadar gitmektedir.

Yabancılaşma, insanın, insan olmayana dönüşmesidir. İnsanın yabancılaşmasının kaynağı yine onun kendisinde, kendi emeğinde ve kendi ürünündedir. İnsanın kendi ürünleri ondan koparak bağımsızlaşır ve dönüp ona egemen olmaya başlar. Bir başka deyişle, insanlar kendi ürettiklerini fetişleştirerek tapmaya başlarlar ve kendi ürünlerinin kölesi olurlar. Örneğin, insan kendi ürettiği düşüncesine duygusal bir biçimde bağlanarak, onu inanca dönüştürür, sonra ona başkalarını da inandırmak için çaba harcar. Böylece kendi, kendi inanılmış düşüncesinin boyunduruğuna girer, bilincinin gözü körelir.

Yabancılaşma, insanın, insanlık değerini yine kendi eli ile başka değerlere feda etmesidir de diyebiliriz. İşte insan kendini, içindeki yabancının elinden kurtarmalı, eşdeyişle, kendi egosuna başkaldırmalı ve Ben-Bilincini evrensel değerler doğrultusunda özgürce geliştirmelidir ki, kendi insanlığının tadına varabilsin, yitirdiği kendiliğinin bilincinde ‘mut’lansın. İnsanın insan olarak değeri onun özgürlüğündedir. Ancak bunu yalnızca kendisi için istemesi yetmez, çünkü insan toplumsal bir varlıktır. Bunun için özgürlüğü diğer insanlar için de istemelidir. Kuşkusuz yalnızca istemek de öznel bir durumdur ve yeterli olmaz.

O halde, özgürlük için, eylem gerekmektedir, aydınlatma ödev ve sorumluluğu bilinci ile birlikte.