Denilir ki; bu dünya yaşantısı bir hac yolculuğudur. Yolculuğun gayesi bir dostluk aracılığıyla Allah’a kavuşmaktır (vuslat). Kâbesi de dostun gönlüdür. Bahsedilen dost, Allah dostudur.
Allah, Kur’an’da Hz. İbrahim için halil (dost) kelimesini kullanır1. “Dostluk” (hillet) ve “dost” (hal-il) kelimeleri “bir kimsenin bir diğerinin bütün özelliklerini, başka bir deyimle; hâl-ini, hal elbisesini (hülle) giymesi demektir(1)”. İbn-i Arabî Hazretleri kelimenin nüfuz etme, yayılma anlamlarına gelen köküne dikkat çeker 2. İbrahim peygamber Allah’ın dostudur. Allah’ın “bütün nitelikleri İbrahim’de tecelli ettiği gibi o da bunlara tam anlamıyla hakkını veren bir mazhar olabilmiştir(3).” İbn-i Arabî Hz. Fusûsu’l-Hikem adlı eserinde Kur’an’da adı geçen her bir peygamberin temsil ettiği hikmeti aktarırken İbrahim peygamberi sevgi hikmeti ile beraber anar. Bu ilahî sevgi hikmetini ifade etmek için sevgide aşırılık anlamındaki heyman kelimesinden türetilen “müheyyeme” kelimesi kullanılır. Nitekim “İbrahim peygamber, oğlunu kurban etmeye kalkmak ve Allah’a inanmayan ailesinden yüz çevirmek gibi Allah sevgisi uğruna yaptığı işler nedeniyle bu hikmetle ilgilidir.”(3) Bâlî Sofyavi, bu aşırı sevgiyi bütün yaratıklara yayılmış ilahî sevgi diye yorumlar. O zaman bu sevginin ilk ve tam olarak yansıdığı kişi İbrahim olduğu için, [sevgi] hikmeti onunla ilişkilendirilmiştir(3). Kaşanî ise, İbrahim ile “aşk” diye nitelediği aşırı sevgi hikmetini ilk zat tecellisine mazhar olan kimse olmasıyla ilişkilendirir.(3) Dolayısıyla, “teşbih olan, subutî olan İbrahim peygamberdir(1)”. “Duyular âlemindeki imgeler henüz sabiteleri işaret etmeleri bakımından –günlük düşüncemizin aksine– soyutturlar ve düşüncede bir içe dönüşle, varlık nedeni kendinde olan (samet) Varlık’a doğru gidildikçe, her bir mertebede müşahede edilen bir önceki mertebedekine göre daha somutlaşmaya başlar(1)”. Hz. Muhammed, mirâcında yedi katlı semanın yedinci katında İbrahim peygamberle görüştüğünü beyan eder. Nitekim “İbrahim peygamber mutlak misal mertebesini temsil eder(1)”.
“Var olmanın ve âlemin gayesi Tanrı’nın bilinme arzusudur. Dolayısıyla insanın yaratılış gayesi insanın Tanrı’yı bilmesidir ve (yaygın olarak bilinen hadiste geçtiği gibi) ‘nefsini bilen Rabbini bilir’. Burada bilmekten kasıt ilim değil, irfandır. İrfan ve arif kelimeleri, “arefe” (tanıdı, recognize) kelimesinden gelmektedir. Bu gayeyi edinmemiş olanlara cahil denilmiştir. Bu kelimeyle bilgisizlik değil, yönsüzlük anlatılır”(2). Allah dostu olan Hz. İbrahim kıssası bize Allah ile dostluğu işaret eder. Allah dostu ile olan yakınlaşma Allah ile olan yakınlaşmanın nişanıdır. Buna “kurbet (yakınlık)3” denmiştir4. Yakınlıktan kasıt ulaşılacak bir yer olduğu değildir. Aksine “ortada varılacak olan bir Tanrı yoktur, vuslat Tanrı’da nefsin silinmesi ile olacaktır5”. Geylânî Hazretleri “Kurbetin artışı, fânînin fenâsının artışıyla doğru orantılıdır,” demiştir6.
Kurban kelimesi de kurb (yakınlık) ile alakalıdır. “Tasavvufta, dış âlemdeki hayvan kurban etmek, kulun iç âlemindeki hayvanî yönlerinin Allah rızası için kurban edilmesi yani öldürülmesi manasına gelir.”(4) İbrahim peygamberin kıssasında oğlunu Allah için kurban etmesi bu yakınlaşmayı anlatır. Kaşânî’ye göre Hakk’ın taayyününün (belirlenme) genel (küllî; söz konusu kıssada “insan”) veya ferdî (cüzî; kıssada “İbrahim” veya “İshak”) olması icabıyla aslında “‘insan’ın taayyün-i cüz’îye tâbî olmadan önce ‘büyük kurban’ olarak kurban etmiş olduğu, bunun ışığı altında, kendisinden başkası değildir (5).”
Vuslata giden yolda yabancılaşma ve dostluk bir ara kademedir. Yabancılaşma bir parçalanmayı ve ayrışmayı içerir. Yabancılaşmanın bir öncesi özdeşimdir(2). Kişi kendinin kendi bedeni olduğu zannındadır. Bedeniyle özdeşleşmiştir. Daha da ötesi sahip olduklarıyla özdeşleşmiştir. Ruhsal bütün yolculuklar insanın beden olmadığını fark etmesiyle başlar. Sahip olunandan (mülk) sahibe (malik) doğru giderken talib-i Hakk kendi manevî yeteneklerini (melekeler, melekler) fark etmeye başlar. Diğer bir deyişle, bu yolculukta ona melekleri, melekeleri eşlik eder. İbrahim peygamberin kıssasında anlatılan kurban aslında bu parçalanmayı ve yabancılaşmayı da işaret ede (Aynısı günlük hayattaki psişik deneyimlerimiz için de geçerlidir; kendimizi kurban hissettiğimiz her an kendimizi tek başına ve diğerlerinden tecrit edilmiş, yabancılaşmış hissederiz). Kurban kesilirken önce kurban edilen hayvanın başı kesilir. Sembolik olarak Hakk talebinde bulunanın bu yolda iradesini teslim etmesini anlatır. Aynı anlayışı bir Zen gizemcisi olan Hui Hai’nin şu sözlerinde işitiriz: “Meditasyon yaparken başını kaybedersen, hemen bana gel. Başını kaybettiğin zaman hemen bana gel. Hiç baş olmadığını hissetmeye başladığın zaman, korkma; hemen bana gel. Doğru an budur. O zaman sana bir şey öğretilebilir.”(6) Hint bilgeliği ise insanın yaratımındaki ilâhi kaynaktan olan ayrılmayı, bu ayrılığın ve bölünmenin bir taklidi vasıtasıyla onarılabileceğini söyler. Bu ritüelistik taklit, kurban kesmedir7. Aynı nedenle Vedalar’ın önemli bir kısmı kurban törenlerini ele alır. Belki İbrahim peygamberin kıssasındaki kurban etme hadisesi fiziksel olandan ayrışmayı anlatır8, diyebiliriz. Tam gerçekleşeceği sırada ilahî müdahale ile engellenmiştir. Bu durum, yolculuğun bedensiz değil, beden vasıtasıyla olması gerektiğinin de altını çizer. Ancak bedenden kendini ayrıştırmak şart görünmektedir. Ayrıca, Tanrı ile İbrahim peygamberin antlaşmalarının bu hadiseyi takip ettiğini de hatırlamak önemlidir.
Söz konusu kıssadaki bir başka parçalanma ve yabancılaşmanın bu sefer fiziksel düzeyi değil, kültürel ve fikrî düzeyi işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bildiğimiz gibi İbrahim peygamber, Allah’a yönelip kültürel dini reddetmiştir. Onun için kendisine “hanef” denmiştir. Şöyle demektedir: “Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza elbette bir tuzak (mekr) kuracağım.” “Derken o, bunları parça parça etti. Yalnız kendisine başvursunlar diye onların büyüğünü sağlam bıraktı.” (Kur’an-ı Kerim, 21:57-58) Fikrî anlamda putlar, bir enerji akışı ve bu akışın çizdiği yol olan ruhun nelerle kayıtlı, akışının nelerle kısıtlı olduğunu anlatmaktadır. Ruhun faal hâli olan aklın faaliyetteyken hangi kayıtların önünde eğilmek zorunda bırakıldığını anlatmaktadır. Usta, dost veya mürşid (yol gösterici) olan kişi Hakk ve özgürlük (kendi kendini kendi iradesince kısıtlayabilme) talebinde bulunan kişinin putlarını kırmakla işe başlar. Yukarıda geçen ikinci ayette işaret edilen husus budur. Dahası İbn-i Arabî Hazretleri’nin ilâhsız meluh, meluhsuz ilâh9 olmayacağı yönündeki açıklamalarını hatırlamak gerekir. Kişi kendindeki meluhluğu ile ilâhı bilir. Bir arif “Benim mürşidim, kendisi bir put kırıcı olan bir sanemdir (put),” demiştir(2). Kırılmayan put aynı zamanda hakikatlerin, hükümler ve tecelliler olarak, kendilerini açtıkları zaman ve mekânda perdelendiklerine de işaret eder10.
Üçüncü bir yabancılaşma Allah’ın emriyle İbrahim peygamberin Kem diyarına olan yolculuğudur. İleride “Mısır” olarak anılacak ülkenin adı olan Kem, karanlık anlamına gelmektedir ve “ruhun şaşkınlıkla kendini içinde bulduğu bedeni anlatır.”(2). Burada İbrahim peygamber artık bir gariptir, gurbettedir. “İnsan kalbindeki (kendi kâbesindeki) feragat, muhabbet ve erdemleri gerçekleştirmedikçe kendini gurbette hissedecektir. Mutmain olmayacaktır. Kişi, salih (sulha eriştiren, kurtarıcı) ameller ile gurbetten kurbete geçip yuvaya, kalbe dönecektir.”(2)
Özdeşlik-Yabancılaşma/Dostluk-Vuslat olarak üç aşamalı ele aldığımız süreci psikolojik gelişim basamaklarıyla da anlayabiliriz(2): Bebeklik çağı insanın özdeşlik çağıdır. Başlangıçta bebek kendini, iştigal ettiği nesnelerden ayıramaz. Bu zamanla gerçekleşir. Çocukluk dönemi ise sosyalleşmenin gerektirdiği sınırlandırmalar altında isteklerin, zorunluluklarla engellendiği bir dönemdir. İnsan kendine yabancılaşmaya başlar. Akabinde erişkinlikle, gayrısına başkaldırının yoğun olduğu bir dönem ile bebekliğine dönüş yaşar. Ancak, erişkinlik ve bebekliğin farkı farkındalıktır. Kişinin kendi içindeki parçalanmasının üstesinden gelmesi için bir yol kendi kurtuluşu için sorumluluk almasıdır. Nitekim özgürlük, farkındalık ve sorumluluk gerektirmektedir. Psikolojik manada da bu kişinin kendi yaşamı için sorumluluk alması demektir(2). Dış dünyaya karşı verilen günlük savaşta farklı yetiler tek bir amaç için seferber edilmiş olur.
Kıssanın işaret ettiği üzere, “yabancılaşmanın peygamberi Hz. İbrahim’dir(1).” Kendini kurban etme, putları kırma ve Kem diyarına göç ile anlattığımız üç tür yabancılaşmanın üç tür doğumla da alakasını kurabiliriz(2): Anneden doğum, babadan doğum, kendinden doğum.
Notlar:
1- Kur’an-ı Kerim, 26:77.
2- Aynı harfler ötre ile (harflerin üstüne vav harfi konularak) okununca “hülul” olur ki bu sefer ilahî nurun duyular âleminde perdelenmiş bir zuhurundan değil, siğretâ bir cisme sızmaktan, cisimleşmekten, hatta giderek enkarnasyondan bahsedilmektedir – ki bu görüş ikilik içerdiğinden tevhid görüşü ile çatışır.
3- Ya da Kurb. “Hakkı tanıyanlar gurbetten kurbete geçmiş olurlar. Onlar artık garip değil, karib olmuşlardır.” (Bobaroğlu) Kurbun tersi bu’ddur. Hakk’tan uzak kalanlara baid denir.
4- Vuslata giden yolda şevk, üns ve kurb hallerinden bahsedilir (Annemarie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları): Mevcut olmayan bir şey için şevk duyulur, ünsiyet ise Hakk ile ilişki kurmaktır. Beraberinde iki kavram daha getirir: Vahşet ve Heybet. Vahşet hem yalnızlıktan sıkılmayı anlatır –ki üns ile azalır– hem de “ıssızlığın ortasında yalnızlık duygusunu, evin sükûnetinden ve sıcaklığından uzaklığı”, hatta “sûfinin Hakk’la ünsiyet içindeyken hissettiği halktan yabancılaşma duygusunu da içerir”. “Üns, Allah’ın seven ve avutan niteliklerinin tecellisi olan ilahî cemâlinin görünümleriyle ilgilidir ve bu anlamda, Allah’ın azameti ve kudretinin tecellisi karşısında sûfinin kalbinde uyanan ‘saygı’, ‘mehabet’ demek olan heybet’in karşıtıdır”. Kısaca üns, Allah’ın cemal yönü, heybet celal yönünden kaynaklanır. Burada tanımlanan bu haller bir ikiliği ima edebileceği düşünülüp Tasavvuf Tarihi içinde eleştirilmiştir de (Bkz. Annemarie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları).
5- Osho
6- Bu durumda iki tür yakınlıktan bahsetmek mümkündür. Kaşânî bunu şu şekilde anlatmaktadır (Toshihiko İzutsu, İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar Kavramlar): Birincisi, “Hakk’ın onun işiten kulağı, gören gözü olduğunu söylediğimizde îmâ ettiğimiz kimsedir. Böyle bir insan kendi sıfatlarıyla icrâ-i faaliyet eyleyen ve kendi (tabiî) perdeleriyle (yâni beşerî sıfatlarının perdeleriyle) perdeli kalan diğer (olağan) müminlere oranla, Hakk’a daha yakındır. Bunun Allah’a yakınlığı “nâfile amellerin yakınlığı” (kurbü’n-nevafil) diye tasvir olunur. […] Bu yakınlıklardan daha da yakın olan ikinci mertebenin temsil ettiği “farz amellerin yakınlığı” (kurb’ül-ferâiz)’dir. Bu kategoriden bir insan zatıyla birlikte Hakk’da tamamen ifnâ-i vücud ederek Hakk’da bekâ bulmuş olan birisidir.” Vuslata giden yolun farklı aşamalarından bahsedilmektedir.” Bunlardan kurb-i nevafil velilere, kurb-i ferâiz peygamberlere ait hallerdir (Annemarie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları).
7- Simyevî bir formül şunu önerir: Simila similibus curantur. (Benzer benzeri iyileştirir.)
8- Kanımca; diğer anlatılacak iki olaydan (putların kırılması ve Kem diyarına hicret) sonra gelmesine rağmen ruh ve bedenin ayrılmasını da içermesi bakımından hem baş hem de son olarak görülebilir.
9- “İlâhi isimlerin âleme dönük nitelikleri olan bir Tanrı’ya işaret eder.” Ekrem Demirli, Fusûsu’l-Hikem, Çeviri ve Şerhi.
10- “Her hükmün kendisiyle ortaya çıktığı ve aşamadığı bir yeri vardır. Dikkat ediniz! Hakk, yaratılmışların sıfatlarıyla ortaya çıkar.” İbn-i Arabî Hz. Ekrem Demirli, Fusûsu’l-Hikem, Çeviri ve Şerhi.
Kaynakça:
1- Metin Bobaroğlu’nun Fusûsu’l-Hikem Sohbetlerinden Notlar
2- Metin Bobaroğlu Sohbet Notları (Derleme)
3- Ekrem Demirli, Fusûsu’l-Hikem, Çeviri ve Şerhi
4- Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü
5- Toshihiko İzutsu, İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar Kavramlar
6- Osho, Sırlar Kitabı