Üzerinde sektirdiğim her taş varlık denizinin karanlıklarında yitti.
Ne gam, taşlar hep yitmek için değil midir?
Dindarlığı bir iktidar söylemi olarak kavramak başka, bir muhalif söylem olarak kavramak çok daha başkadır.
Bir iktidar söylemi olarak dindarlığın bir hülyası, bir ütopyası yoktur, olamaz. Üstesinden gelmek zorunda olduğu tek endişesi sürekliliğini sağlamaktır, yani gerçekliği zabt u rabt altına almak.
Hangi gerçekliği?
Elbette katlanabildiği kadarıyla gerçekliği.
İktidarların görmek zorunda kaldığı gerçeğin miktarı, muhaliflerin gördüğünden hem daha farklı hem de daha çok olacaktır, hiç kuşkusuz.
İktidar olmak hülyalara kavuşmak demek değildir, aksine iktidar olmak hülyaları ertelemek, mümkünse onlardan vazgeçmek demektir.
İktidarın doğasıdır bu. Gerçeğin keskinliği hülyanın letafetini ezer geçer.
Gerçeklikle aradaki mesafenin azalışı, hatta kapanışı olarak tanımlıyorum iktidarı.
Muhalif olmanın da yine bu mesafeden hareketle bir anlamı olabileceğini düşünüyorum.
Gerçeklikle aranızda ne kadar mesafe varsa o denli muhalif sayabilirsiniz kendinizi. Gerçeklikle, yani dünyayla.
Dünyayla aranızda bir mesafe varsa, bir çatışma da var demektir.
Gerçekliğe ne kadar yenilmişseniz, gerçekliğin ne kadar uzağına düşmüşseniz, çatışmanız da o nisbette sahicidir demektir.
Aksi de varid olamaz mı?
Elbette olur.
Gerçeğe gerçeğin içinden muhalefet edenlere bizler peygamber diyoruz, diyemediklerimize de şâir, ya mecnun.
* * *
Kur’an’da cennet-cehennem tasvirlerinin anlatım yoğunluğu Kur’an’ın 23 yıllık iniş süreci dikkate alındığı takdirde acaba nasıl bir dağılım gösterir?
Dikkatli bir inceleme, bu tasvirlerin ilk 3 yılda –diğer konulara nisbetle– zirve yaptığını (%47) ve fakat ifade sıklığının zamanla azaldığını göstermektedir (Düşüş eğrisi 23 yıllık dönem içinde %25’lerden %10’lara kadar gerilemektedir).
Buna mukabil hem cihad, hem de ahkâm ayetleri çok farklı istikamet izlemekte, 23 yıllık dönemin neredeyse 2/3’lik bölümünde %10’ların altında seyreden anlatım yoğunluğu, Medine döneminin sonlarına doğru zirve yaparak %70’lere ulaşmaktadır.*
Bu tablodan çıkan sonuç şudur:
Kur’an’ın, çağrısının ilk aşamalarında ütopyaya verdiği yerin miktarı, takipçilerinin gerçeklik üzerinde güç kazanmaya, başka bir deyişle, gerçekliğe –pozitif anlamıyla– yakınlaşmaya başlamalarıyla orantılı.
Toplumsal düzenleme (ahkâm) ile ilgili ayetler, 23 yıllık sürecin sonunda yoğunlaşıyor. Medine’de. İktidar döneminde.
Savaş ayetleri de öyle. Anlatım yoğunluğu 23 yıllık dönemin sonuna denk geliyor; yani dinî söylem toplumsallaştıkça dünyevileşiyor, dünyevîleştikçe de ister istemez öte-dünya vurgularını azaltıyor.
Savaş ve ganimetin gerçeklik kazandığı yerde, söyleme asıl rengini eskatolojik vaadler, öte-dünya beklentileri verebilir mi? Veremez. Avam peşini sever çünkü. Elde olanı. Hemen ele geçirilebilecek olanı. Kolay olanı. Ganimeti.
Gerçeklikle arasındaki mesafe azaldığında avamın ütopyası kalmaz, artık o elindekileri tüketmekle meşguldür; yemekle, içmekle, yaşamakla.
İktidarın kendinden gayrı ütopyası olmaz bu yüzden, kudret daima kudreti korumak için sarfedilir.
Ütopya muhaliflere özgü nimetlerdendir, gerçeğin uzağında olanlara, yoksullara, yeryüzünde zayıf bırakılmışlara özgü, gerekirse gerçeğe bile isteye tekme savuracak denli cesur olanlara özgü…
* * *
Öte-dünya’yı kazanmak için bu-dünya’yı kaybetmek, hiç değilse kaybetmeyi göze almak inanan kitleler için bir hesap işi, ötelere yönelmek en nihayet daha değerli olan için daha değersiz olandan vazgeçmek demek. Oysa bu-dünya kazanıldıkça öte-dünya cazibesini yitirecektir, çünkü veresiyenin yerini peşin alacaktır.
Bu durumda denklem değişir ve peşin olan için veresiyeden vazgeçilir. Öte-dünya daha da ötelere itilir, sırf bu-dünya’yla artık arada bir mesafe kalmadığı için olur bütün bunlar.
Dindarlık arzular ile gerçeklik arasındaki mesafenin uzaklığından beslenir, kapanamayan bir aralığın sonucudur; bir çatışmanın, bir çelişkinin, ama daima bir mesafe ve uzaklığın ürünüdür. Elde edilemeyecek olanı elde etmeye çalışmanın bir biçimidir.
Hegel’in, bu beyhudeliğin dindar bilinci bir “mutsuz bilinç” haline getirdiğini söylemesi bu yüzdendir. Uzaklık sadece kudretin değil zaafın da nedenidir çünkü.
Arzular somutlaştıkça elde edilmeleri kolaylaşır sanılır ve bu yüzden duyusal hazlara (köşklere, hurilere vs.) ulaşmak, avama, tanrısal güzelliklere (cemalullah’a) ulaşmaktan daha kolay görünür. İbadetlerin miktarını hesaplama takıntısı, hesaplanabilir ödül ve cezaların kaçınılmaz sonucu. Oysa hesaba gelmez eylemler daima hesaba gelmez ödüller uğruna yapılır.
Ödülün kendine özgü bir mantığı vardır: Vazgeçmek.
Vazgeçmek mesafe koymak demektir, yani vazgeçmek her defasında daha değerli olan uğruna daha kârlı olandan vazgeçmek demektir.
Mutsuz bilinç bizi hiç şaşırtmıyor, her defasında kendince doğru olanı yapıp daima daha kârlı olanı seçiyor ve asla bu-dünyadan vazgeçmiyor. Öyle ki “Tanrı’nın özü kudrettir, insanın özü arzu,” diyen Spinoza’yı haklı çıkarırcasına arzu ile kudreti bir araya getiriyor.
Ne ki arzu ile kudret bir araya gelince, şatafat konuşur, idrak ve irfan susar.
*Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehdi Bâzergan, Kur’an’ın Nüzûl Süreci, Ankara 1998