Okuma süresi: 16.35 mintues

Kaygı hemen herkesçe anlam birliğine varılan net bir kavram değil. Çoğu kaynak kaygı kavramını “kaynağı belirsiz korku” olarak niteliyor. Ancak bu nitelendirmenin yeterince açık olduğu söylenemez. Zihin kökeninde yerleşik korkular, kaynağı belli olsa bile çoğunlukla örtülmüş veya bilinçli olarak belirsizleştirilmiş durumda gizil kalmış olabilir. Zihnin karmakarışıklığı içinde korkuların birbirine eklenerek tanımlama ve ifade edilme güçlüğü yaratacak kadar çetrefilli hale gelmesi korkunun tanımlanmasında ayrı bir sorun.

Korkuların din, inanç ve geleneklerle yasalaştırılması ve buyruklaştırılması yoluyla örtülmesi de mümkün.

Bu durumlarda kaynağı belirli olsa ve bilinse bile korku, artık “korku” olarak değil, “Buyruk” olarak yasalaştırılmış ve içselleştirilmiş durumda yerleşmiş olabilir.

Benzer şekilde, küresel strateji ve politikaların medya, yayın organları ve filmlerle zihinlere saldığı ve yerleştirdiği savaş, terör, ekonomik kriz gibi tehditlerle de korkular güvence ve emniyet bahanesi ile yasalaştırılmış veya normalleştirilmiş durumda.

Buradan hareketle kaygıyı “kaynağı belirsiz korku” olarak tanımlamak iyice güçleşiyor. Zira çoğu zaman söz konusu olan belirsizlik değil. Yasa ve buyruklarla veya kültürel kabullerle dönüştürülmüş ve içselleştirilmiş korku, korku veya bir kaygı nedeni olarak değil bir erdem olarak kabul ediliyor.

Kaygının etimolojik kökensel kaynaklarına inmek de bizi net bir tanıma ulaştırmıyor.

Çoğu zaman Türkçe, Farsça ve Arapça ile harmanlanmış kavramlar etimolojik olarak aşınabiliyor ve anlamları günümüz koşulları ile uyuşmayabiliyor. Bu kavramların anlamlandırılması için yaşadıklarımızın üzerinden tekrar ele alınması ve güncellenmesi gerekiyor.

Bu tanımlama güçlüğü içinde, kaygı kavramını açmaya çalışırken karşılaşılan yetersizlik ve boşluklar, kestirme ve zorlama bir tavırla dilimize sokulan “Anksiyete” kavramı ile doldurulmaya çalışılıyor. Zaten kendi dilimizde yeterince zor olan bir kavramı, ne dilbilim, ne yazılış, ne de okunuş itibari ile Türkçemize hiç uygun olmayan yabancı bir kelimeyi aşırarak açıklamaya çalışmak bizi hiçbir yere aşırmıyor. Çoğu kavramda yapılageldiği üzere, bu tembel ve özensiz tutumla anlamlandırma ve açıklama çabası, sorunu çözmediği gibi daha da zorlaştırıyor.

Oysa dilimizde korku ve kaygı arasında tasa, gam, üzüntü, bunalım, sıkıntı, endişe, kuruntu, darlanma gibi açıklıkla tanımlanmış ve özelleştirilmiş birçok hal var.

Kaygı kavramını içeren ve doğuran hallerin genişliği ve belirsizliği özel bir tanımı yapmayı zorlaştırıyor. Belki de işin püf noktası kavramın tanımlanmasındaki bu güçlük ve belirsizliğin ta kendisi. Belki de odaklanabilecek bir nokta, nişanlanabilecek bir hedef ve özel bir sözlük karşılığı yerine, birbiri ile ilişkili sorunlu hallerin bileşkeleri ile oluşmuş zengin ve güncel bir yaşam bulanıklığı içinde gezinerek kavramın derinliklerine ulaşabiliriz.

 Coşku ile yaşayamama sorunu olarak kaygı

Tarif ve tanım sorununu bir yana bırakarak, kaygıyı insanın coşku ile yaşamasını engelleyen haller olarak geniş bir alanda arayalım ve kökenlerine yaşantımızın somut deneyimlerinden ve zihnimizdeki iç yolculuklardan gelen ipuçları ile inmeye çalışalım.

Kaygının olduğu yerde bir talep veya yitim sorunumuz var. Talep sorunu olmayanları mevcut hale getirme çabası, sahiplik ve sahiplenme teşebbüsü gibi yönelişlerimizle ortaya çıkıyor. Yitim sorunu ise, mevcutların kaybedilmesi veya terk edilmesi sonucu ortaya çıkıyor.

Talep edilenlerin veya yitirilenlerin illa mal mülk olması gerekmiyor. Her iki halde de maddî veya maddî olmayan kazanımlar ve yitimler söz konusu olabiliyor. Bir malı ve mülkü sahip olmayı istediğimiz gibi, bir insanı, bir unvanı bir konumu da şiddetle istiyor, mevcut olanları bir türlü terk edemiyor olabiliriz. Sadece evimizin barkımız arabamızı değil, çevremiz, mevkiimiz, zanlarımız hırslarımızla kemikleşmiş kişiliğimizi de terk etmek ve kaybetmek istemiyoruz.

Çünkü her iki halde de mevcutlarımızla ve var etmek istediklerimizle varız, onlar yoksa bizde yokuz. Kişiliğimizin inşası mevcutlarımızın bekçiliği ve erişmek istediğimiz eşya ve rütbelerle oluşuyor.

Bu sorunlu yapıda kaygının bir talep sorunu olarak erişilemeyenler ile bir yitim sorunu olarak vazgeçilemeyenlerin kavşağında veya bileşkesinde oluştuğunu söyleyebiliriz.

Bir yandan sahiplik, elde etme ve yetişme çabası ile koşuşturmaca, bir yandan mevcudun yitirilmesi korkusu ile kapanma ve güvensizlik duygusu içinde oluşan halimiz. Kaygı… Coşku ve sevinçle yaşayamama durumu.

Hint ve Çin ağırlıklı Uzakdoğu inanç ve disiplinlerinde kaygı ve mutsuzluğun kökeninde istek ve arzuların yattığını gören birçok metin var. Siddhartha Gautama (Buddha) isteklerin köreltilmesi ile kaygı ve mutsuzlukların sona ereceğini ilk dile getirenlerden.

Arzu eken kaygı biçer…

Zen ustaları arzu ve isteklerin köreltilmesi isteğinin de bir istek olduğunu görmüşler ve istemi sona erdireme isteğinin sorunsallığını ortaya koyarak derinleşmişledir. Kaygı ve kaygının oluştuğu zihin ancak iç tanıma (meditasyon) ve iç yolculuklarla bertaraf edilebilir.

Kim bu acı çeken?… Ve ne istiyor?… O’nu aramayacağım…

Semâvî dinlerde “İlk Günah” yasak meyveyi kopartan ilk istekle oluşur. Bu konu geniş olarak ele alınmış, istek, arzu ve mevcutlar nefis terbiyesi ve tezkiye ile arınarak çözülmeye çalışılmıştır. Kaygı, Antik dönemden çağdaş felsefecilere, psikolojiden Nörolojiye kadar geniş bir alanın konusu olmaya devam etmektedir.

Bir zaman sorunu olarak kaygı, vazgeçilemeyen dünler sorunu

Güne yeni başlayan bir çocuğun doğası, korkutulmadığı ve bastırılmadığı sürece coşku, merak ve heyecan doludur. Zira her şey ilk ve yenidir. Günden güne kalınlaşan geçmiş ve hafıza “İlk ve yeni”ye direnmeye başlar. Yeni ve ilk, geçmiş ve hafızanın düşmanıdır.

Kaygının ve insanın coşku ile yaşayamamasının kaynağında ne var? Bitmemiş ve halledilememişler yığını olarak dünler ve erişilmek istenenlerle dolu yarınlar.

Vazgeçilemeyen mevcutlar, tamamlanmamış dünlerle, erişilemeyenlerin yarınları arasında konumlanan insan, günün sabahını, açıklığını, özgürlüğünü ve coşkusunu yaşayamaz.

Biriktirilmiş ve kalınlaşmış bir geçmişle beslenen hafıza, her yeni sabahın ensesinde yetkin ve buyurgan bir milada dönüşmüştür. Yeni bir gün değil devam eden dünler söz konusudur.

Bir türlü vazgeçilemeyen “Dün” ile yine dün planlanmış olan yarınlar arasında koşuşturur. Zamanı yoktur. Sahip olmadığı, yakalayamadığı şey ise bugündür. Dünün devamı olan bugün değil, yeni yepyeni özgür bir gün.

Dünlerin bitmemişliği, yığınlaşmış, kemikleşmiş ve buyurgan bir geçmişi oluşturur. İnsan garip bir şekilde sorunlu da olsa bu bitmemişliğe ve devamlılığa sahip çıkar. Sadece kazanımlarını değil kişiliğinin bir parçası haline gelen sorunlarını dahi bilinçaltında korumak isteyebilir. Çünkü tüm inşası, kazanımları, çevresi ve tüm kişiliği burada oluşmuştur. Bağlı bulunduğu geçmişten kopma, her şeyin sağlandığı ana karnından ayrılıp göbek bağı kesilen bebeğin ortada atılması gibi acı verebilir. Geçmiş ve bilinen terkedildiğinde içine düşüleceği sanılan boşluk, bilinmezlik ve ne yapılacağının bilinmemesi karşısında, sorunlu da olsa bilinen ve beslenilen bir geçmiş daha emniyetli ve güvenli gelir. Bu yüzden düne ve geçmişe ihanet etmek zor, itaat kolaydır.

Mevcûdu ve talebi terk. Ne kadar isteyebilir, ne kadar terk edebiliriz?

Mutlak bir terk olanaklı mıdır?

Yaşamak ve varlığımızın devamı için insan ve doğa ile ilişkili olmak zorundayız. Bu ilişki doğal bir talep ve istemi zorunlu kılar. Ağaç, dalları ve yaprakları ile gökyüzü ile kökleri ile de toprakla ilişkilidir. Kökler doğası gereği talepkârdır. Suyu alarak ağacın gövdesine iletecek şekilde evrilmişlerdir. Yapraklar güneşe talepkârdır. Işınları içeri alacak ve kullanacak gerekli kozmik besini sağlayacaklar, dönüşümleri ile de soluduğumuz oksijeni vereceklerdir.

İnsan doğası da ilişkili olduğu kişi, çevre ve doğa ile bütünleşiktir. Tek hücrelilerden en karmaşık canlı yapılara kadar her türlü yaşam ilişkiler üzerinden evrilir ve bütünleşir. Çevresinden tamamen yalıtılmış, alışverişi ve ilişkisi kalmamış bir yaşam formu yoktur.

Bizde olmayanın talebi yaşamın doğasındaki ilişki için gereklidir.

Benzer şekilde mevcutların da sınırlar dâhilinde korunması yaşamın doğası gereğidir.

İstesek de derimizden vazgeçemeyiz, dilimizi istemli olarak da olsa terk etmemiz mümkün değildir. Bizi inşa eden dünleri de tamamen silemeyiz.

Burada söz konusu olan, zaten mümkün olmayan mutlak bir terk değildir. Terk edilmesi gereken fiziksel bir vücut, kronolojik bir geçmiş, zihinsel bir disiplin değil, bağımlılık, müptelalık ve alışkanlıktır. Açıklığı ve özgürlüğü korumak, yeniye, bilinmeyene ve bizde olmayana dengeli bir talep doğamızın ve var olmamızın koşuludur. Buradan hareketle, kaygının asıl nedeninin, istek, arzu ve taleplerin kendisinden çok, altlarında yatan bağımlılıklar, müptelalıklar ve kopamayışlar olduğunu düşünebiliriz.

Bir sistem ve teşvik sorunu olarak Kaygı.

İstek ve arzuların dindirilmesi günümüz dünyasına ve işleyen sisteme hiç de uygun değil. Küresel sistem “yetinen” insana karşı acımasızdır. Zira sistemin çarkları bu insanlarla dönmez. Dışlanması hatta cezalandırılması, öğütülüp devre dışı kalmaları gerekir. Medya harıl harıl tüketim ve sahiplik dürtüsü ile düşler kurdurmakta ve mutluluğun tüketmek ve sahiplik olduğunu zihinlere yerleştirmektedir. İhtiyaçlar artık barınak ve yiyecek gibi temel gereksinimlerin çok ötesinde çeşitlenmiş ve cazip hale gelmiştir. Modernite ve konfor çağdaş olmanın gereğidir. Bankalar erişilemeyenleri düşleyenlere kredi vermek için can atarlarken, sigorta kurumları mevcutların elden gitmesine karşın sahipleri korkutmaktadırlar. Diğer yandan insanlık internetle son 30 yılda daha evvel hiç tanışmadığı yeni bir döneme girmiştir.

Mesafeler kısalmış, hız artmıştır. Mal ve hizmetler bir düğme ile tıklanarak kapıya kadar gelmektedir. Bilgiye erişmek kolaylaşmışsa da seçme yeteneği sistemin hızına erişemeyen bireylerin zihinleri ekranların başında obezleşmiştir.

Sisteme ayak uyduramayanlar hemen devre dışına itilmektedir. Bir telefon 2-3 yıl içerisinde demode olmakta yazılımları güncellenmemektedir.

Bütün bu sistem kaybettikleri ve kazandırdıkları ile bizim ürünümüzdür. Şikâyet edilecek, iyi veya kötü denilecek bir durum yoktur, geldiğimiz yer burasıdır. Ancak, kaygı bir istem ve kaybetme sorunu ise, devamlı özendirilerek hiç dindirilmek istenmeyen tüketimlerin peşinde koşan ve mevcutlarını kaybetme korkusu içindeki insanın kaygı duyması bu sistemin işlemesi için gereklidir, iyi bir şeydir ve teşvik edilmesi gereklidir. Sistem bizden kaygı duymamızı, koşuşturmamızı ve yetişmemizi istemektedir.

Devamlı tüketen, isteyen ve bundan mutluluk duyan insan makbul hale gelirken, sistemin de dişlisi olduğunun artık pek farkında değildir, hipnotizedir. Aklını yavaş yavaş devrettiği “akıllı” telefonun ekranından bir şeyler aramaktadır.

Bir erdem olarak kaygı

Aydın kaygılıdır, zira olan bitenin farkındadır, ancak güçsüzdür ve çoğunlukla yalnızdır, acı çeker. Farkında olmanın ve çaresizliğin içerisinde kıvranır. Yine de yapabilecekleri ile var olduğunu anlar, umutlu olmak ister, direnir. Kaygısı gücüdür.

Devrimci kaygısızlıktan kaygı duyar, ezilmişlikten özgür olamamaktan, teslimiyetten kaygı duyar, direnir, savaşır.

Sanatçı kaygılıdır. Kitleler üzerinde etkin olmadığını bilir. Kaygısını dönüştürür ve görselleştirir.

Dünyayı kendi düşündükleri gibi biçimlemek isteyen aydınların, devrimcilerin ve sanatçıların kaygıları çeşitli sorunsalları barındırabilir. Ancak bu kaygılar kişisel varlığı tehdit eden ve tek başına duyulan korkudan farklı olarak başkaları için de kaygı duyulabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Binlerce kilometre uzaklıktaki bir savaştan korkulmaz ama oradaki insanlar için kaygı duyulabilir.

Bütün bu insanî kaygılar belki de anaç ve dişil yanımızın bir ürünüdür. Hayvanlar dâhil, dişi ve ana, doğası gereği üretici ve koruyucudur. En yırtıcı kartal, en vahşi pumalar yavrusuna olağanüstü şefkatlidir.

Burada korunan, muhafaza edilmeye çalışılan yerleşik bir kaygıda duyulduğu üzere sorunlu bir geçmiş ve ceset haline gelmiş bir dün değil, canlılığın ta kendisidir. Belki de yaşamın, canlılığın ilk aşamasındaki çocukların masumluğu ve coşkusu ile arınarak, yeni, yepyeni olanla devam etmesi içgüdüsel olarak kodlanmış ve Anne şefkatine bürünmüştür.

Burada ilginç olan, kaygı kavramının yaşamın coşkusunu elden alan yerleşik öznel kaygılarla sınırlı olmadığı, canlılığın ve coşkunun korunması için de kaygı duyulabilmesinin mümkün olduğudur.

Yine duyarsızlık, boş vermişlik, umarsızlık, sorumsuzluk ve vurdumduymazlığa bir yanıt olarak toplumsal çöküşlerden, özgürlüklerin yitiminden, teslimiyet ve kölelikten, savaşlardan kaygı duymak insani bir yanımızı temsil edebilir.

Öte yandan, herkesin mutlak bir savaş karşıtı olduğu bir toplum, teslim alınmak istenirse kim savaşacak ve kim özgürlüğü koruyacaktır? Bütün bu değerlere kayıtsız ve kaygısız kalanlar mı yoksa kaygı duyan direnişçiler mi? 

Bir libido sorunu olarak kaygı

Coşkulu yaşayamama sorunu olarak kaygının kökenlerindeki nedenlerin çeşitli biçimlere bürünebildiğini görüyoruz. Cinsel bastırılmışlığın da önemli bir neden olabileceğini söylemek gerekir. Vücut salınımlarına ve duyumlarına cevap vermemek, şu veya bu nedenle üstünü örtmek, korkmak, yanlış yapıldığını düşünmek, suçluluk ve pişmanlık duyguları ile sorunlu bir cinsellik hiç azımsanmayacak önemli bir kesimin sorunu ve yaşam coşkusunun önündeki engeldir. Sağlıklı bir cinsel yaşamın kaygıların dağılmasına önemli etki yapacağını söylemek yanlış olmaz.

Kaygı bir hastalık mı, belirti mi?

Belki ikisi de. Fırtınalı bir denizin dalgalı olmasında, dalgalı bir denizde geminin sallanmasında anormal bir durum yoktur. Deniz fırtınaya, gemi dalgaya uyumlanır, uyumlanması gerekir. Dalga rüzgârın denizdeki göstergesidir. Fırtınalı bir havada sakin bir deniz beklemek saçmadır. Kaygılı isek aksi davranmanın bir anlamı yoktur. Birçok yeni akımda önerildiği üzere “Pozitif ol” mantığının pek de anlamlı olmadığı durum ve hallerde kaygı daha insani bir tavır olabilir.

Evi yanan birinin kahkaha atması, çocuğunun ağır bir hastalığa yakalandığını öğrenen annenin neşe duyması pek de normal değildir. Yaşanılan durumla uyumlu ve dengeli bir davranış biçimi olarak kaygı insani bir hal olabilir. İçte duyumlanan derin bir kaygı, yapay bir pozitiflikten daha olumludur.

Somut bir nedene bağlı olmayan kaygı hali ise, acı ve ağrının kendisinin bir hastalık değil, hastalığın belirtisi olması gibi insanın tanımadığı alanlarına girme şansını verebilir. Burada gerekli olan şey cesarettir. Acıyı ve ağrıyı dindirmeden kaynağına inilen bir yolculuk eşsiz bir iç tanıma ve iç sağaltım yolunu açabilir.

Kaygının bir belirti değil, kendisinin bir sorun olduğu durumlar genelde sosyal, kültürel ve inanç kökenlidir. Birçok toplumda bireylerden ailelerden belli davranış kalıplarında olması beklenir. Bu sınırlama birbirini denetleme düzeneği olarak çalışır ve herkesin belli bir ortalama içinde kalması beklenir. Ölçülü olmanın ötesinde bireylerin doğallıkları sınırlanır. Neşeli olmak, gülmek, kahkaha atmak, zevk duymak, coşkulu olmak hoş karşılanmaz, ayıptır, günahtır. Kaygı ve korku olumlanır, takdir edilir.

Bu sınırlama bazen dışarı kapalı gurupları bir arada tutma, bazen de inanç ve gelenekleri koruma adına yapılır. Bu, “kötü” olan dış dünya ile yalıtılmanın da bir yoludur. 

Çingenenin coşkusu

Kaygıyı illa bir sorun veya bir erdem olarak ele almak da doğru olmayabilir. Kişisel veya toplumsal nedenlerle, inanç ve geleneklerle yaşam coşkusu gönüllü veya zorunlu olarak teslim edilmiş, kaygı ve korku kurumsallaşmış olabilir. Kaygının bir yaşam biçimine dönüştüğü bu toplumların yanında yaşamı daha güncel alan birçok grup, akım veya topluluk da yaşamı ve coşkuyu olumlar. Birçok kenar mahallenin sokaklarından neşeli ve canlı çocuk sesleri gelirken zengin villaların yüksek duvarlarının arkasında yalıtılmış bir donukluk hüküm sürebilir.

Birçok ilkel ve öncül kabile, göçerler, çoğu Pasifik yerlileri, yogiler, çingeneler gibi gruplar için yaşam günceldir. Kaygı anlamsızdır. Yaşamın gerekleri vardır. Yapılmalıdır. Dünün yükü sırtlanıp yüklenebilecek taşınabilecek kadar hafiftir.

Çingene hayattan zevk almaya çalışır. Ne elde tutulacak fazla bir şey vardır, ne de peşinden koşulacak plan programlar. Asıl olan basitlik ve güncellik, yaşamın ritmi ve coşkusudur. Ne kaygılanmanın, ne de kaygıyı beslemenin anlamı yoktur. Kaygı saçmadır. En umutsuz durumda bir kemana başvurulur. Hüzünlü bir şarkı yeterlidir. Her şey gelip geçicidir. Yarın yine neşeli şarkılar çalınır.

Çoğumuzda eksik olan şey bir çingenenin yaşam coşkusudur.

Bir keşif alanı olarak kaygı

Yaşam kalitemize olan etkisini tüm varlığımızla hissettiğimiz kaygının tek ve açık bir sözlük karşılığı olmaması belki de yaşananların kelimelerinin henüz oluşmadığı alanlardan birine işaret ediyor ve bizi yeterince tanımadığımız ve bilmediğimiz zihinsel derinliklerimize taşıyor. Belki de kendimizi en fazla tanıma şansı, bizi acıtan bu sorunlu alanlarımızda. Vazgeçilemeyenlerin ve erişilemezlerin bileşkesinde sorunlu bir kavşağımızda kaygılı olduğumuz bu alanlara cesaretli bir giriş, bocalayan zihnimizi ve kendimizi keşfetme olanağını verebilir.

Hüseyin Topuz
+ Son Yazılar