Ütopya, Thomas More’un 500 yıl kadar önce aynı isimle yayınladığı kitabıyla birlikte kullanmaya başladığımız ve birçok dilde de aynı isimle anılan bir kavram. Grek kökenlerine dayanılarak çevrildiğinde “Olmayan Ülke” veya “Hiçbir Yer” anlamına gelen bu kavramla, kitapta anlatıldığı şekliyle gerçekte olmayan kurgusal bir ada ülkesi tanımlanıyor. Günümüzde ise hayali ve kurgusal bir yer veya fikri tanımlamada kullandığımız Ütopya, anlamı gerçeklik ve sıradanlıkla zıtlaştıkça kuvvetlenen bir kavram. Belki bu yüzden genelde uçuk kaçık veya gerçekleşmesini imkânsız bulduğumuz fikirleri “Boşuna uğraş”, “Abesle iştigal” gibi doğrudan ve sert ifadelerle yorumlamak istemediğimiz durumlarda fikri öneren kişiye, “fazla ütopik…” değerlendirmesi ile bir miktar örtülü bir övgüyü de içeren nazik bir itirazla karşılıyoruz.
Ütopya bir yandan gerçeğin ötesine geçtiği için cüretkâr
ve yaratıcı bulunan bir fikrin, öte yandan gerçekçi bulunmayıp pasif zihinsel fanteziler
olarak değerlendirilebilen ve eylemsiz olmakla eleştirilebilen kurguların
ifadesi.
Bu zengin ve cüretkâr ama eylemsiz kurguların tek bir
kelime ile isimleştirilmesi Thomas More ile başlasa da insanoğlunun gelecekle
ilgili düşleri ve düşleriyle inşa ettiği kurgusal ülkelerin miladı çok öncelere
dayanıyor.
Bu yazıda ütopya kavramının sadece edebi ve felsefi
temelde dönemsel olarak ortaya çıkan bir akım olmadığını, düşünce, hayal, inanç
ve tasavvurların bir ürünü olarak hep var olduğunu tarihsel süreçlerinden
örnekler vererek açıklamaya ve ütopyanın günümüz düşüncesinde, güncel yaşamda
ve inanç biçimlerinde açık veya örtülü biçimde sandığımızdan daha etkin olarak
yer aldığını ortaya koymaya çalışacağım.
Thomas More ve Ütopya
Thomas More’un 1516 yılında yayınlanan kitabı yazarın
Antwerp limanında tanıştığı bir gezginin Ütopya adlı ada hakkında anlattıklarını
konu alır.
Yazar kurgusal bir ada olan Ütopya ülkesini, doğrudan
anlatmak yerine bir gezginin ada hakkında anlattıklarını dinleyen ve yorumlarını
aktaran ikinci bir kişi olarak sunmayı tercih eder.
More’un bu tarz bir anlatımı, dönemin dini ve politik
yönden oldukça tutucu olan İngiltere’sinde ve özellikle kıyılarında hemen her
gün kafa kesilen Thames nehrinin ürkütücü ortamında düzeni sorgulayan ve
değiştirmeyi hedefleyen kişi olarak algılanma riski nedeniyle tercih etmiş
olabileceği düşünülebilir.
Rafael adlı gezginin anlattığı Ütopya ülkesinde devlet,
politika, eğitim, din gibi temel alanlar ve güncel yaşam, dönemin İngiltere ve
kıta Avrupa’sında henüz düşünülemeyecek kadar farklıdır. Ütopya’lılar planlı
şehirlerde oturan, üretken, paylaşımcı, sosyal ve dönemin şartlarına göre
demokratik sayılabilecek bir ülkede kanunlarla yönetilen ve eğitime önem veren
bir toplumdur. Kanunlar herkesin anlayacağı kadar basittir. Avukatlara gerek
yoktur. Sınırlı da olsa dini özgürlükler kazanılmıştır. Ateist olmak dahi
mümkündür. Şehirler evlerin kapısına kilit takılmayacak kadar emniyetlidir.
Mülkiyet ve sahipliğin sınırlandığı, sosyal, barışçı,
üretken ve hemen her alanda kendine yeterli Ütopya ülkesinin Thomas More’un
zengin ve cüretkâr hayallerini yansıtan kurgusal bir hikâye mi, yoksa o dönemin
düzeninin örtülü bir eleştirisi mi olduğu kitaptaki üslup nedeniyle çok açık
değildir.
Ütopya düşüncesi, sorunlu, bozuk düzenli, adaletsiz ve
yanlış bir gerçeklikte olduğu düşünülen bir ülkeden herhangi bir eylem olmaksızın
bu sorunların yaşanmadığı kurgusal bir ülkeye geçerek, orayı gelinen ülkeye
göndermeler yaparak tanımlama çabası gibi gözükmektedir.
Mevcut dış gerçekliğe gözlerin kapatılması ve zihinsel
bir yolculukla gidilebilen Ütopya ülkesi iyi, güzel, doğru ve adaletlidir ama
böyle bir ülke yoktur.
Bu yüzden Thomas More Topografya, yer, ülke, toprak gibi
anlamlara gelen Grek kökenli “Topia” kelimesinin önüne mevcudu olumsuzlayan “U”
önekini ekleyerek “Olmayan Ülke” veya “Hiçbir Yer” anlamına geldiğini düşündüğü
ütopya kavramını pekiştirmiştir. Ütopya güncel olana karşı açık veya örtülü bir
tez olmasına karşın, değişim ve dönüşümün nasıl gerçekleştirileceğini konu
etmez. Başka bir deyişle, güncel konumda yapılabilir, uygulanabilir ve
gerçekleştirilebilir olan ütopya değildir.
Thomas More’un Ütopya’sı sadece yaşadığı
dönemin İngiltere’si ile değil kendi yaşantısı ile dahi çelişkilidir. Yazar
kitabı yazdığı dönemi izleyen yıllarda saygın bir hukuk adamı ve dönemin önemli
ve yetkin monarşik danışmanlarından biridir. Kitabında din özgürlüğüne geniş
yer veren More, Ütopya’da ateistlere dahi yaşam hakkı tanırken gerçek hayatta
“sapkın” Protestanların diri diri ateşte yakılmasını dahi onaylayan cezalara
imza atacaktır. Yine çarpıcı bir şekilde, kitabında monarşik cezaları adli ve
etik yönleri ile tartışan, hırsızlara ceza vermek yerine hırsızlığa yol açan
nedenleri ve dengesizlikleri ortadan kaldırmayı dahi konu eden yazar; köktenci
bir Katolik olarak 8.Henri’nin tartışmalı boşanma ve müteakip evliliğine onay
vermemesi nedeniyle başlayan gözden düşme sürecinde çeşitli suçlamalar sonucu
idam edilecek ve kesilen başı ibret olsun diye Thames nehri kıyısında bir kazığın
üstünde sergilenecektir.
Ütopya 16. yüzyılda yazıldığı dönemden itibaren birçok
yazarın aynı türde yazdığı kitaplara öncülük etmiş ve kitapta ele alınan
konular çeşitli felsefe akımlarınca tartışılmıştır.
Ütopyanizm olarak anılan akımla birlikte sınıfsız toplum,
eşitlik gibi konuları ele aldığı için sosyalizm ve komünizm gibi ideolojilerin
öncül fikirlerinin kaynaklarından sayılmıştır. Kent ve yerleşke planlaması,
kendine yeterlilik, tarım, sürekli eğitim gibi konuları nedeniyle çağdaş akımların
dahi öncülleri arasında anılan kitap günümüzde de tartışılmaya devam
edilmektedir.
Ütopya Terimleri
Günümüzde yaygın olan ve birçok dilde ortak olarak kullanılan
ütopya kavramı sözlüklere ilk olarak Thomas More’un kitabı ile girmiş olsa da
insan zihnine özgü bir yetenek olan geleceğe dönük plan ve tasarım yapma
etkinlikleri birçok farklı terimle ifade edilmiştir.
Antik çağlardan beri güncel gerçekliklerin ötesinde
kurulan gelecek tasarımları farklı kültür ve dillerde çeşitli terimlerle ifade
edilse de bu soyut ve zihinsel etkinlik hayal kurma yeteneğimizle başlamış
olmalıdır.
Dilimizde “hayal”, “muhayyile”, “tasavvur” gibi Arapça
kökenli kelimelerle ifade edilen bu yetenek dış duyu organları olmaksızın gerçekleştirebileceğimiz
bir zihinsel görselleştirme ve canlandırma etkinliğini ifade eder. Benzer
şekilde hayal kelimesinin İngilizce sözlük karşılığı imagination bir
tür zihinsel görselleştirme, göz olmadan görme etkinliği anlamına gelir. Bizim
kullandığımız hayal kurma, hayal etme, göz önüne getirme gibi terimlerle de
zihinsel ve soyut bir görme etkinliğini kastederiz. Batı dillerinde
gerçekleştirilmesi zor veya imkânsız hayaller yine zihinsel bir aktive olan, dream, traum gibi rüya terimleri ile
özdeşleştirilir.
Benzer biçimde biz de düş, düş kurma gibi kelimeleri
hayal anlamında kullanabiliyoruz.
Zihinsel boyutları çok zengin olan hayal kavramını kurgu,
imgelem gibi kelimelerle kullanıldığı yerlere göre çeşitlendirmek ve
zenginleştirmek mümkün.
Bütün bu kelimelerin zihinsel derinliğinde, görülmeyeni
görülür, olmayanı olabilir hale getirme etkinliği yatar.
Ütopya Kavramının Zihinsel ve Düşünsel Kökenleri
Hayal kurma yeteneğimiz olmaksızın planlama, tasarım ve
diğer kurgusal etkinliklerimizi gerçekleştirmek pek mümkün gözükmüyor. Hatta
inançların bile hayal kökenli olduğunu söylemek mümkün. Neden ve nasıl hayal
kurduğumuz sorusunu insan zihni ve evriminden bağımsız olarak ele almak olanaklı
değil. Pek çok zihinsel etkinlikte olduğu gibi tek bir yanıtın olmayacağı da açık.
Bulgularla desteklenmesi gereken zihinsel bir iz sürme denemesi ile, sorunun
yanıtından çok kaynak ve kökenlerine inmeye çalışırsak, zihin kimyalarımızın
oluşmaya başladığı en erken döneme kadar gitmemiz gerekir.
Ana karnındaki fetüs oluşma dönemi organiktir. Bu kelime
ile henüz bilinçli veya bilinçsiz bir zihinsel etkinliğin olmadığı -organ
etkin- biyolojik bir yaşamı kastediyorum. Hem ana karnında gelişmeye başlayan
organların birbirleriyle, hem de annenin organlarının çoklu ilişkisiyle oluşan
bu olağanüstü ilişkiyi ve canlılığı zihinsel olarak kavramamız pek olanaklı
değil.
Organik yaşam moleküler düzeyden başlayarak en küçük
hücrenin hem yanıbaşıyla hem de tüm vücutla ilişkisi ile uyumlanarak gelişen
eklektik ve katkısal bir yapıdır.
Hücrelerin organlaşma süreci ve giderek organların bir
sistem olarak hareketi ile oluşan ve milyonlarca yıllık genetik kodlarla donatılan
ve yönetilen organik yaşamımızda nefesten beslenmeye her türlü gereksinimimiz
herhangi bir isteğe ve kontrole bağlı olmadan karşılanıyor veya ayarlanıyor. Ta
ki dünyaya atıldığımız ve ilk organik kopuşumuz demek olan göbek bağımızın
kesildiği ana kadar.
Aylardır herhangi bir eylem yapmaksızın her ihtiyacımızın
karşılandığı ve bir şeyi bilmek, anlamak gibi sorunumuzun olmadığı bir dünyadan
koptuktan sonra hiç bilmediğimiz, bilmeyi dahi bilmediğimiz bu yeni “dış”
ortamda, henüz yeterince gelişmemiş duyu organlarımızın hisleriyle tanışıyoruz.
Pişik, yanma, sıcak, soğuk, ışık gibi henüz ne olduğunu anlamadığımız duyularla
atıldığımız bu dünyaya ağlamakla başlıyoruz. Belki de bir varlık olarak
kendimizi algılamaya başladığımız bu ilk anlarda genetik kodlarımızın haricinde
henüz bilgi işlenmemiş boş korteksimizde başvurabileceğimiz bir kaynak yok.
Anne kucağına verildiğimiz an, aylarca birlikte olduğumuz sıcaklığı hissedip
rahatlıyoruz. İşte ana karnında herhangi bir eylem ve düşünce olmaksızın her
şeyin sağlandığı, o organik dünya ile “tekrar” eşleşme hissi “hatırlama”
dediğimiz güdü ve reflekslerle başlamış olabilir. Belki de bu ilk güdülerle,
beden dışında bir dünyayı arzulayan zihnimizin hayal boyutları bedenin dışında
kalmış olan ana karnına dönüş dürtüsü ile başladı.
Nörolojik ve psikolojik bulguların desteğini gerektiren
bu düşünce yürütme ile, hayalin, geleceğe doğru bir eylem değil, geçmişi hatırlama
refleksi ile “eski” hazların devamını ve tekrarını arzulama ile başladığı
söylenebilir.
Bilinç ve şuurun henüz olmadığı bu güdüsel ve dürtüsel
aşamayı evrimsel gelişmemizle sürdürdük ve yaşamın koşulları doğrultusunda düşünce,
deneyim, bilgi ve bilinç boyutlarımız oluştu. Hayal kurma etkinliğinin,
zihinlerimizin evrildiği ve zenginleştiği bilinmezlerle dolu bu dünyada hayatta
kalmak ve varlığını sürdürmek için bir yetenek olarak geliştiği bile
söylenebilir.
Önümüzdeki avın koşup saklandığı yer, arkamızda ürkütücü
bir sesin kaynağı, şimşek ve kızgın gök gürültüsünün hiddetli sahibi gibi
görülmeyen ama var olduğu hissedilenlerin zihinde canlandırılan görselleri
milyonlarca yıldır evrilen korteksimizin dış dünya ile ilgili sanrı ve kurgularının
öncül kayıtları olabilir.
Hayatta kalma güdüsü ve korkuların beslediği güçlü sanrı
ve kurgularla başlamış olması muhtemel hayal ve kurgusal yeteneklerimiz -eylem
etkin- bu dönemde bilinmezleri ve tehditleri görselleştirme ve canlandırma
etkinliği ile evrilerek zenginleşmiştir. Deneyim ve bilgilerin hafızaya
kaydedilmesi ile gereksiz tekrarlardan kurtulmak ve daha sonrasını
planlayabilir hale gelmek, zamanın daha iyi kullanılmaya başlanılmasını sağlamıştır.
Yerleşke alanları, barınaklar ve gurup dayanışmaları gibi
güvenli ortamların sağlanması ile birlikte -eylem etkin- konumdan -düşünce
etkin- konuma yükselen zihnimiz, sağlanan “artık zaman” la hayal ve kurgu
yeteneğini daha yaratıcı çabalara dönüştürmüştür. Öğrenme ve anlama etkinliğimiz
bu hayallerin desteklediği masum merak ve ilgilerle başladı. Geceleyin ne
olduğu bilinmeyen yıldızlarla dolu bir gökyüzünü, uçsuz bucaksız bilinmezlerle
dolu bir evrende ne olduğumuzu ve neler olduğunu anlama çabasına hayaller ve
kurgularla başladık. Bugün için artık düşünce etkin konumdan çıkıp bilgi
etkin-döneme giriyoruz. Çoğu alanda hala elimizde daha iyi başka bir yol yok.
Bizi çoğu zaman yüzyıllarca süren yanlışlara ve yanılgılara
sürüklese de ,doğamızın bir parçası olan hayal ve tasavvurlarımız, bilineni
terk cesareti ile bilinmeyene merak ve ilginin sonucunda ürüyor.
Ütopya düşüncesi de mevcudun ötesine geçip daha iyi ve
daha güzelini kurgulayan hayal yeteneğimizin zihinsel bir ürünü.
2000 Yıl Önce Ütopya
Thomas More zengin hayal dünyasının kurgusal ülkelerini
tek bir kelime ile Ütopya adı ile kavramlaştırmadan çok önceleri antik
çağlardan beri güncel gerçekliklerin ötesinde gelecek üzerine tasarımlar yapılmış
ve ütopya ülkeleri inşa edilmeye başlanmıştır.
Çin bilgesi Konfüçyüs More’dan 2000 yıl önce hem
bireylerin hem yöneticilerin etik yaşamının nasıl olması gerektiğini ve yönetim
biçimlerini metinlere döker ve ideal bir toplum ve devletin nasıl olması
gerektiği konusunu ayrıntılı olarak ele alır.
“İyi yönetilen bir ülkede yoksulluk, kötü yönetilen bir
ülkede ise servet utanılacak bir şeydir” (The Analects of Confucius)1
İsa’dan 400 kadar önce yazılan Plato diyaloglarından olan
Politeia ideal bir devleti çok ayrıntılı bir şekilde tanımlar ve
ilk ütopya örneklerinden sayılır. Bu diyaloglarda zamanın gerçekleri ile
örtüşmeyen ve örtülü olarak günü eleştiren çok sayıda ütopik metne rastlanır. “Ya filozoflar kral olacaklar ya da krallar bilge olmayı
öğreneceklerdir.”2
Yine Platon’un Yasalar (Laws) adlı metinlerinde Girit
adasında nüfus, sosyal yaşam, eğitim, göç gibi konuların sıkı kurallarla
belirlendiği Magnesia adlı sanal şehir detaylı
olarak tanımlanır.
Atlantis efsanesi bir felaket sonucunda yok olan gelişmiş
bir ülke veya kaybolmuş bir medeniyettir. Platon’un Timaeus diyaloglarında konu
edilen ve günümüzde yaygın olarak “Kayıp Kıta” olarak anılan medeniyet,
metinlerin yazıldığı dönemde fazlası ile ütopya sayılabilecek niteliktedir.
Ütopya, Din ve İnançlar
Ütopya sadece düşün tarihi ve felsefenin değil, inanç
dünyasının da zihinsel inşasında önemli rol oynar.
Çok genel olarak inanç biçimleri yüce ve erişilemez ilahi
bir kaynağa tartışmasız bir itaatin kimyası ile oluşur. Dünya görüşü ve
gerçeklik anlayışı, doğruluğundan şüphe edilmeyen bu inançlar çerçevesinde
oluşur ve sorgulanmaz. Ütopya ise bir inanç biçimi olarak gözükmeyebilir, zira
hayal ve kurgu etkinliği dışsal bir kaynağa gerek kalmadan kişiye özgün biçimde
gerçekleştirilebilir. Ancak zihnimizin derinliklerinde yer etmiş mekân ve
hacimli boyutları sorguladığımızda inanç ve ütopya ilişkisini ve aradaki güçlü
bağlantıları keşfedebiliriz.
Ütopya, soyut bir kavram gibi algılanmasına karşın kelime
anlamı gereği bir mekân ve üzerine basılacak bir zemin üzerinde kurgulanır.
Yunanca “yer” anlamına gelen ve sıkça kullandığımız topoğrafya kelimesinin de
kökü olan “Topos” kelimesinden türetilen “Topya” kurgusal da olsa toprak, coğrafya, ülke gibi zeminli mekanları
tanımlar. Ancak ütopya ülkesi aslında yoktur ve bu ülkeye ayak basılamaz.
Dinsel inançların ahiret ve öte Dünya algılamaları da bir
mekân ve zemin üzerinde oluşur. Burada söz konusu olan bir kurgu değil, Cennet, Cehennem gibi var olduğuna inanılan
bir mekân ve boyuttur. Ancak buralar da ütopyada olduğu gibi üstüne ayak basılmış
bir mekân değildir ve bu yönleri ile ütopiktir. Çeşitli dinlerin bu Dünya
üzerinde ve ayak basılabilen kutsal toprakları ve mekanlarının inşa ve
oluşturma süreçlerinde de ütopik özelliklere rastlanır. Ütopya kavramını
derinlemesine sorgularken inanç ve ütopya ilişkisine birkaç örnekle de olsa
değinmeden geçmenin konuyu eksik bırakacağını düşünüyorum.
Vadedilmiş Ülke
RAB Avram’a, “Ülkeni, akrabalarını, baba evini bırak,
sana göstereceğim ülkeye git” dedi. (Yaratılış
12:1)
RAB Avram’a görünerek, “Bu toprakları senin soyuna vereceğim” dedi. Avram
kendisine görünen RAB ’be orada bir sunak yaptı. (Yaratılış 12:7)
Eski Ahit’in Yaratılış bölümünde Tanrı İbrahim peygambere
seslenerek baba evini terk etmesini öğütler ve diğer birçok bölümde ayrıntılı
olarak tanımlanan toprakları İbrahim soyuna vadettiğini bildirir. Kısaca Vadedilmiş Ülke
olarak anılan ve günümüze kadar gelen süreçte Yahudi tarihine yön veren bu tanım
tartışmalı da olsa bir Tanrı buyruğu olarak kabul görür.
Kavramın kullanıldığı metinler üzerine yapılan kabalistik
yorumlara ve vaat, toprak, ülke, soy gibi kelimelerin ezoterik arka plan
anlamlarına girmez isek “Vadedilmiş Topraklar” hayali bir ülkeyi değil, sınırları
bile hemen hemen somutlaşmış, ayak basılabilen fiziki bir coğrafyayı, bir ülke
veya toprağı tanımlar. Yani bir “Topos”dur. Bu yönüyle Ütopya kavramı içinde
ele alınması yadırganabilir.
İlgili bölümlerdeki metinlerde geçen verimli topraklar,
süt, bal gibi o dönemde rahatlık ve zenginliği temsil eden cezbedici vaatlerin
Yahudi toplumuna özellikle Mısır ve Mısır’dan çıkış sürecindeki (exodus) zorlu
koşullarda isteklendirici ve cesaret verici bir etki yaptığı düşünülebilir.
Bu zenginleştirici öğelerin ötesinde Vadedilmiş ülke
kavramı toprak, kalıcılık, aidiyet ve sahiplik gibi son derece dünyevi ve
beşerî ve nefsi unsurları da canlı tutarak, yıllarca oradan oraya sürüklenmiş
bir toplumda zorlu koşullara direnmek için gerekli olan umut ve cesareti
beslemiş olabilir.
Yüzyıllar süren ve kuşaktan kuşağa zenginleşerek geçen
efsanevi aktarımlarla mitleşen “Vadedilmiş Ülke” kavramı umut ve hayalleri
besleyerek henüz kurulmamış olmayan bir ülkeyi, yani bir ütopyayı
“gerçekleştirilebilecek bir ülkü ve bir hedef olarak somutlaştırmıştır.
Bu kavramla, mülki ve dünyevi bir sahiplik dürtüsü ile
somut ve fiziki bir ülke mi, yoksa bir amaç doğrultusunda harcanan çaba ve
deneyimlerle kazanılan bilgi ve birikimlerle özgür bir ülke, insan veya toplum
inşasının mı hedeflendiği konusu tartışmalıdır.
Kavramın bu boyutları ve hedeflere ne kadar ulaşıldığı
veya ulaşılacağı bu yazının konusu değildir. Konunun ütopya kavramı içinde alınması
zihnimizin tasavvurlara ve ileriye dönük vaatlere eğilimi itibarı nedeniyledir.
Burada vurgulanan konu gerek Mısır gerek çıkış sürecinde
binlerce kişinin hedef ve umudunun henüz ortada olmayan ütopik bir ülke ile
canlı tutulmasıdır. Ütopiktir, zira Mısır sürecindeki zorlu koşullar ve esaret
altında sahiplik, zenginlik ve sınırları belli özgür bir ülke, yerleşik düzen
ve aidiyet gerçek olamayacak kadar ötededir. Tanrısal bir vaat de olsa, henüz
böyle bir ülke olmadığı gibi, olmayan ülkenin içinde yaşayacak, ilke ve
ülküleri oluşmuş bir ulus da henüz ortada yoktur.
Vadedilmiş Ülke burada ütopya ile uyumlu olarak “ortada
olmasa da” ayakta kalmak ve direnmek için gerekli olan umut ve cesareti veren
ve yol gösteren bir amaç olarak canlı tutulur. Eksik olansa, ütopyanın mevcut
durumu değiştirmeyen eylemsiz ve dirençsiz yanıdır ve soru şudur; henüz ortada
olmayan bir ülkeye nasıl gidilecek ve henüz ülkenin içinde yaşayacak ilke ve ülküleri
oluşmamış insan ve ulus nasıl inşa edilecektir?
Eylem, Musa Peygamber’in önderliğindeki çıkış süreci ile
başlar. Ancak eyleme geçildiği andan itibaren önceden tasarlanmış parlak ve
zengin bir “Topos” ülkesinin aslında henüz ortada olmadığı veya hayal edildiği
gibi olmadığı anlaşılır. Yani gerçekte söz konusu olan topos değil ütopyadır.
Bu yolculuğun hazır bir ülkeye ulaşma serüveninden çok,
eylem ve inşa süreci ile birlikte önceden bilinmeyen, ancak yaşanarak ve
deneyimlenerek tanışılan bir toplumsal yüzleşme süreci olduğu görülür. Ortaya çıkan
bireysel ve toplumsal sorunlarla başa çıkmak, öğrenmek ve yasalanmak
gerekmektedir. Başka bir deyişle, insan, toplum ve ülke inşasının önceden
belirlenmiş olduğu sanılan bir hedeften çok, yolculuk sırasında yaşanılan çile,
deneyim, yıkım ve kazanımlarla sağlandığı ve amaçların bu deneyimlerle
yenilendiği veya yeni anlamlar kazandığı söylenebilir.
Yüzyıllar sürecek bu inşa için hazır tuğla olmadığı,
toprak ve kilden başlanacağı, ilkeler, kurallar, yasalar ve ülkülerin ancak
yaşanarak ve ilişkiler içinde deneyimlenerek oluştuğu ve biçimlendiği görülür.
Metinlerde geçtiği kadarıyla bu gerçekleştirme eylemi,
türlü çaba, deneyim ve kazanımların yanında, yıkımlar, katliamlar ve kanlı
süreçlerle zor ve çaba gerektiren çileli bir yolculuğun öyküsüdür. İlahi,
efsanevi ve dinsel motiflerle birlikte isyan, hırs ve öfke iç içedir ve öykünün
ayrılmaz parçalarıdır.
Ütopyayı topos yapma süreci bir gitme işi değil, bir olma
sürecidir. En azından Musa peygamber için.
Thomas More kurguladığı Ütopya adası ile sorunlu bir
krallıktan adil ve sosyal bir İngiltere ülkesine öykünmüştür. Burada konu
edilen ütopya kavramı herhangi bir gerçekleştirme çabası olmayan zihinsel bir
deneme ve bir kitap metni olarak kalırken, modern İngiltere toplumunun dönüşümü
ve kısmen de olsa ütopya ile öykünülen hedeflere yolculuğu uzun yıllar, kanlı
savaşlar ve yıkımları gerektirmiştir. Ütopya, tanımı gereği -Olmayan- bir
ülkedir ve soyut bir kavram gibi gözükmektedir. Ancak ulaşma çabasının kendisi,
soyut olan bu kavramı belirginleştirebilmektedir.
Buradan yola çıkarak
Ütopya kavramının hallere ve geçişlere açık olduğunu, kurguya ve eyleme bağlı
olarak soyutlaşacağını veya belirginleşeceğini düşünebiliriz.
Benzer şekilde Vadedilmiş Ülke kurguya ve eyleme, hallere
ve geçişlere olanak veren bir ifade. Bir hedef olduğunda bulanıklaşmakta, bir
yolculuk ve bir çaba olduğunda ise somutlaşmakta ve belirginleşmekte.
Tevrat metinlerine göre Musa Peygamber önderliğini yaptığı
bu yolculukta Vadedilmiş Ülkeye ulaşamamıştır. Bu konunun geçtiği ilgili ayet,
tefsir veya yorumlara göre, Tanrı Musa’ya Meribah kaynağındaki kayaya vurması
ile suya kavuşacağını (Sayılar 20:8) emreder, ancak Musa tereddüt eder ve bu
güvensizliği nedeni ile cezalandırılır, Vadedilmiş Topraklara girişi yasaklanır.
(Numbers 20-12)3. Sadece bir tepeden seyretmesine müsaade edilir.
(Tesniye 32:51,52)
Bu konuda yapılan çok sayıda farklı yorum elbette bu yazının
konusu değil.
İlahiyatçı olmadığım için bu konuda yorum yapmak da
haddime düşmez ama Musa Peygamberin uğrunda onca zorlukla kendini ve halkını
bir nehir ötesinin öteki tarafı kadar yaklaştırdığı vadedilmiş toprakları bir
tepeden seyredip gidememiş olması bende sürekli canlı kalması için erişilmemesi
gereken bir hayali sembolize ediyor.
Diğer İbrahimî dinler olan Hristiyanlık ve İslamiyet’in
de Ütopya kapsamı altında ele alınabilecek inanç ve anlayışlarına rastlamak
mümkündür. Kitap ve hadislerdeki metinler üzerindeki ütopik algı ve anlayışların
oluşumunda çoğunlukla kurgu ve tasavvurlarla yüklü yaygın inanç ve kitlesel
anlayışlar etkindir. Aynı konularda Yahudi Kabalası, Hristiyan ezoteriği ve
İslam tasavvufu gibi akımların görüş ve anlamlandırmaları çok farklı olabilir.
Hristiyanlığın “Tanrı’nın (veya Göklerin) Krallığı” inancı,
gerçekte ve mevcutta olandan daha yüksek ve ileri bir toplum ve yönetimi
gözetir ve hedefler. Ütopya anlayışında da tam olarak yapılan bu değil midir?
“Ve Vakit geldi, Tanrı’nın krallığı yaklaştı. Tövbe edin,
iyi habere iman edin” (Markos 1:15)
“İsa yaklaşıp onlara şöyle dedi: “Gökte ve yerde bütün
yetki bana verildi” (Matta 28:18)
“Bu kralların zamanında, göklerin Tanrısı asla yıkılmayacak
bir krallık kuracak, krallık başka bir halkın eline geçmeyecek. Bütün bu krallıkları
ezip sona erdirecek ve kendisi sonsuza dek duracak” (Daniel 2:44)
“Çöl ve çorak yer sevinçten coşacak; bozkır neşelenecek, çiğdem gibi
çiçeklenecek” (İşaya 35:1)
“Krallığın gelsin. Gökte olduğu gibi yerde de Senin
isteğin gerçekleşsin” (Matta 6:10)
“Yeni bir gök ve yeni bir yer gördüm; önceki gök ve önceki yer geçip
gitmişti, artık deniz de yoktu. Ayrıca kutsal şehir Yeni Yeruşalim’i gökten,
Tanrı’nın yanından inerken gördüm. Damat için süslenmiş bir gelin gibi hazırlanmıştı.
O sırada tahttan güçlü bir ses duydum: “İşte, Tanrı’nın çadırı insanlarladır.
Kendisi onlarla birlikte oturacak, O’nun toplumu olacaklar. Tanrı da onlarla
olacak. Gözlerinden bütün gözyaşlarını silecek. Artık ölüm olmayacak, artık
matem, feryat ve acı da olmayacak. Önceki şeyler geçti” (Vahiy 21:1-4)
Görüleceği üzere İncil’de birçok ayet, dinsel ve ilahi
motiflerle yüklü de olsa, özünde, mevcut toplum ve yönetim biçimlerine
eleştirel bir gönderi niteliği taşır ve Ütopyada olduğu gibi daha yüksek bir
insan ve toplum tasarımı sunar.
İslamiyet’te genel kabul gören anlayışa göre bu dünyanın
bir sınama yeri olduğu ve asli makamlara ahirette kavuşulacağı düşünülür.
Ütopya ahiret kavramı içinde yüklüdür ancak yaygın “Yalan
olan bu Dünya’dır “anlayışı bu Dünyayı ve yaşamı ütopyalaştırmıştır aslında.
Genel olarak, sorgulamaya kapalı inanç ve anlayışlar,
umudu ve “Daha iyi bir Dünya’yı” insanın ötesine ve dışına iter. Orası öldükten
sonra ulaşılması gereken bir makamdır. Öyle ki, insan yokken de orası vardır ve
hazır beklemektedir. İnsanın gerçeği ve şimdisinin pek bir anlamı yoktur. Bu
dünya söz dinleme ve imtihan yeridir. Daha iyi bir dünya, umut ve ödül, öte bir
zamanda, öte bir yerde, öte bir alemdedir ve dıştadır. Ondan gelecek olan
değil, ona verilecek olandır.
Sevap ve günah, ödül ve ceza ile donanmış korku temelli
bir inancın kuşattığı yaşamda coşku, heyecan ve ilgiler yadsınır. İnşasını ve
varoluşunu kendisi üzerinden gerçekleştiremeyen birey, selameti kendini güvende
hissettiği bir topluluk içinde aidiyetlere, guruplara ve genellikle doğumu ile
birlikte girdiği ve hiç sorgulama zahmetine girmediği dine koşulsuz sadakatte
bulur. Böylelikle din, dışa kapalı bir aidiyet ve üyelik kurumu haline dönüşür
ve hepsi kendine özgü kurgulara dayalı birbirinden kopuk yalıtılmış toplumlar
ortaya çıkar.
Ütopya bugünün sorunları ve çıkmazlarına karşı kurgusal
da olsa “Daha İyi Bir Dünya” tasarımı iken, korku, sorgusuz inanç ve sanrıların
meşrulaştırıldığı kapalı ve bağnaz bir din anlayışının böyle bir arayışı ve
tasarımı yoktur. Kendi inançları, anlayışları ve yaşamları zaten yeterince iyi
ve doğrudur ve bir “Tanrı buyruğu” olarak sorgulamaya kapalıdır. Bu anlayış ve
inancın karşılığı olarak da burada değil öte alemdeki “Daha İyi Bir Dünya ve
alemin” kendilerinin hakkı olduğuna inanılır.
Bu kendine özgü ve
sanrıların kuşattığı yaşam da aslında yalıtılmış ters bir ütopyadır. Bireysel
ve toplumsal umutlar öteye bağlanmış, yaşam ve özgürlükler yadsınarak yabancılaşmıştır.
Korkuların kaynağı yüceltilir, liderler ikonlaşır, itaat ve tabaat olumlanır.
İbadet ve ritüeller bu değerler üzerinden tekrar, taklit ve tapınmalara
dönüşmüş, anlam ve mana değerini yitirmiştir.
Bütün bunlar aslında mevcut anlayışın ve yerleşik
inançların yüceltilmesi ve mutlak doğru kabul edilmesinden başka bir şey değil.
Sorgulamaya kapalı, inanca temelli, bir yaşam biçimi
ütopyanın tam tersi bir işleyişle gerçekmiş gibi sanrılanır. Bu da bir tür ters
ütopyadır. Zira Ütopyada kurgu ve tasarımı yapan kişi bunu gerçek olarak algılamaz,
kurgu ve tasarım olduğunu bilir. İnanca toplumunda ise inanç mutlak doğrudur.
Tasarım ve kurgu kabul edilmez. Tartışmaya açık değildir.
Süratle değişen çağdaş doğu yaşamının, kökleri ve
gelenekleri ile ilişkisi artık tartışmalı olsa da köklü Doğu disiplinleri ve
ezoteriğinde umut ve “Daha İyi Bir Dünya” kavramı batıdakinden farklı ele alınır.
Buna göre yaşanılan durum ne ise “O” dur. Karşıtlık yaratmak yerine yüzleşmek,
daha derinlerde ise “O”nu tanımaktır. Bu durum aslında mevcut duruma katışmak
ve “O”nla bir olmak demektir. Bununla birlikte Doğuda ütopya fikrinin olmadığını
söylemek de zordur. İsa’dan 500 yıl önceki Konfüçyüs’ün ideal bir devlet ve
bireyle ilgili metinlerine yukarda değindiğim için burada tekrarlamıyorum.
Teolojileri çok farklılıklar gösterse de gerek doğu
disiplinleri gerekse semavi dinlerin ezoterik derinliklerinde ise umut, daha
iyi bir dünya ve öte anlayışları kökten farklıdır. Burada sorgulamaya kapalı
inançların yerine, izleme, sorgulama, fark etme ve keşif yoluyla zihni
derinleştiren, geliştiren ve dönüştüren anlayışlar ortaya çıkar.
Yaygın inançların sığlıklarının ötesindeki bu anlayışlar,
gelecek ve gelecekle ilgili tasarımlarla ilgili olmaktan çok, olanı olduğu gibi
ve katmanlarıyla birlikle çok yönlü anlama çabalarıdır. Öte ve burası, şimdi ve
gelecek kopuk ve ayrı değil her şeyin devinimli ve dirimli birliği ve bütünlüğü
esastır.
Ütopya ve Peygamberler
Din, inanç ve ütopya bağlamında peygamberlerin konumu
önemli. Liderlik ve önderlik vasıfları tartışılmaz olan peygamberler siyasal ve
toplumsal liderlerden farklı olarak, kitlelerin değiştirilmesi çok zor olan
yerleşik ve kökleşmiş inanç ve anlayışlarını terk edip yeni bir inanç ve dini
kabul etmelerini sağlamak gibi bir misyonu yüklendi. İnsanların ve toplumların
böylesine devrimsel bir değişim ve dönüşümü kabul etmelerinde peygamberlerin
önderlik vasıflarından çok onların arkasında ilahi bir gücün varlığına
inanmalarının belirleyici olması muhtemeldir. Öyle ki hemen her peygamberin
bugün bile kuşaktan kuşağa aktarılan ilahi mucizelerinin bu gücün meşrulaşmasında
etkili olduğu rahatlıkla söylenilebilir. Musa Peygamberin asayı yılana
dönüştürmesi, denizi ikiye ayırması, İsa Peygamberin ölüleri diriltmesi, suyun
üstünde yürümesi ve Muhammed peygamberin Ay’ı ikiye bölmesi bugün bile dinsel
literatürün önemli bölümlerinden sayılır. O dönemlerdeki koşullarda köklü ve
yerleşik inançların ,yeni girilen dinin ilahiyatından çok, ancak mucize veya
olağanüstü beklentilerle terkedilmesi ve dönüştürülmesi çok yadırganacak bir
durum değil. Hatta çoğu yerde ve ortamda bugün bile geçerli sayılabilir. Hemen
hemen tüm dinlerin ilahiyatında ibadetler ve ritüeller önemli yer tutar. Ancak
yeni bir dine geçiş gibi devrimsel bir dönüşüm henüz ne olduğu ve ne anlaşılması
gerektiği pek bilinmeyen bir yeni dinin inceliklerinden çok karizmatik peygamberlerin
önderliğinde gerçekleştirilen bir dizi eylem ve mücadele sonucu kitlelerde
oluşan derin bir inanç, iman veya korku ile gerçekleşir.
Kitlelerin yerleşik inançlarını terk ederek türlü
nedenlerle girmeyi kabul ettikleri yeni bir dinin zihinsel boyutları,
çoğunlukla kendilerine gelen metin ve mesajların anlamlarının idrakı ve
içselleştirilmesi ile değil, bu metinlerin zihinde uyandırdığı kurgusal
imgelerle algılanır.Burası ilginçtir. Zira önerilen veya davet edilen dünya ile
kitlelerin algıladığı dünyanın aynı olup olmadığı tartışılabilir. Tasavvurlar
kişinin beslendiği zihni kaynaklara göre farklılaşabilir. Korku temelli bir
tasavvurun idrak ve sevgi temelli tasavvurlardan farklı olacağı kaynakların
doğası gereğidir. Korku korkuyla beslenen, sevgi sevgiyle beslenen tasavvurları
üretecektir.
Her hâlükârda inanç biçimlerinde görsel tasavvurların yazılı
metinlerin ancak çaba ve deneyimle anlaşılabilecek anlamlarından daha etkili
olduğu bir gerçektir. Bunun da kutsal kitap ve metinlerle aktarılan mesajların
anlamlarından çok, kişiyle özel tasavvurlarla algılanması gibi ciddi bir sorun
ortaya çıkaracağı açıktır
Din ve inanç kaynaklı tasavvurlar ölüm, öldükten sonrası
ve öte dünya gibi boyutları tasarlar ve bir tür ütopya dünyası kurgular. Bu
zengin ve güçlü ütopya kuşaktan kuşağa aktarılan ve kökleşen zihni tasarımlar
ve kurgularla birlikte bir Tanrı buyruğu olarak meşrulaştırılır ve mutlak bir
gerçek ve tartışılmaz bir doğru olarak tescil edilir.
İlahi olsun olmasın,
dinlerin ortaya çıkış ve işleyişinde çoğu hayale dayalı görselleştirmeler ve
zihni senaryolara dayalı tasavvurlar, anlaşılmaları çaba ve deneyim isteyen
çoğu metinden daha güçlüdür. Bu metinlerin olası anlamları zengin görsel algılamalarla
örtülür ve giderek kökleşerek sonraki kuşakların da dini inanç ve anlayışlarını
temellendirir.
Sanrıların Meşrulaştırılması
Ütopya bu dünyanın gerçekleri ve işleyişlerinden yola çıkarak
hayali bir dünya kurgular ve bugüne örtülü göndermeler yapar. Güncel olanı
direk olarak eleştirmek yerine, ilerideki bir değişim ve dönüşüm fikrini olmuş
bitmiş olarak tasarlar ve yine örtülü biçimde bir gelecek önerisi olarak sunar.
Ütopya gibi gözüken “inanca” veya korku temelli tasavvurlar
ise öte dünya ile ilgili kurgular temelinde bu dünyayı algılayan ve güncel
yaşamı biçimleyen sanrıları besler.
Kuşaktan kuşağa aktarılarak bir Tanrı buyruğu olarak
meşrulaştırılmış ve mutlak doğru kabul edilmiş bu sanrılar ve tasavvurlar artık
bir ütopya olarak değil gerçeğin ta kendisi olarak algılanır.
Bu konu dinlerin kendi içtihatlarında işlenmiş ve resme
dökülen tasavvurlar bir sorun olarak ele alınmıştır. Hristiyanlıkta ikona
sorunu, İslamiyet ve Yahudilikte ibadet yerlerinde resimle betimleme yasak ve kısıtlamaları
bu sorunla ilişkilendirilebilir.
Rönesans dönemi ressamları ölüm, cennet, cennetten
kovulma ve öte dünya gibi dinsel tasavvurları sayısız temsili resimle ve
olağanüstü sanatsal yorumlarla resimleştirmiştir.
Bu resimlerin zengin
ve soylu ailelerin villaları yanında, önemli katedraller,kiliseler ve Papalık’la
iş birliği içindeki krallıkların saraylarında yer alması ile resmi olarak da
onanmış ve meşrulaşmış olan bu güçlü ve olağanüstü görsel tasvirlerin,
metinlerin önüne geçerek kuşaklar boyu dinsel anlayışları temellendirmesinde
etkin rol oynadığını söylemek mümkündür.
Hayal ve tasavvurlarımız zihnimizi açan ve
zenginleştiren, bilmediğimiz boyutlara girme, keşfetme ve anlama olanağı veren
cesaretli ve yaratıcı zihin teşebbüslerimizdir. Hayalsiz bir sanat edebiyat ve
müzik pek olası değildir. Hemen hemen bütün güzel sanatlar, yaratıcı hayal ve
tasavvurların üretimidir. Ancak hayal ve tasavvurlar bir zenginleştirme ve
keşfetme alanı olmaktan çıkıp mutlak doğru ve gerçeğin kendisi kabul
edildiğinde sanrılara ve inancalara dönüşür ve bizi körleştirir. Bilineni terk
cesareti, merak ve ilgiyle oluşan ve bildiklerimizin ötesine pencere açabilen
hayaller ve tasavvurlar, doğruluğundan şüphe duyulmayan sanrılara dönüştüğünde
gerçeğin arkada kaldığı bir perdeye dönüşüyor.
Sorgulama ve anlama çabası ile birlikte bilinmeyene
uzanan zengin bir alan yaratan inançlar da mutlak doğru kabul edildiğinde
zihnimize set çekiyor.
Ütopyanın cesaretli ama gerçek olmayan bir kurgu olduğunu
anlamak kolay. İnancın ise ütopyalarla dolu olduğunu kavramak ve doğruya nokta
koymamak ise bir cesaret ve sorgulama işi olmalıdır.
Cennet Mükemmel Bir
Ütopya Mı, Ütopyanın Kurgulanamayacağı Tek Yer Mi?
Din ve inançlar kapsamında ütopyayı incelerken ele alacağımız
son konu, inançların ve mükâfatların zirvesindeki cennet kavramı. Irmaklar,
sütler, ballar, meyvalar ve hurilerle dolu beşerî ve hedonist tasvirleri bir
yana bırakırsak, ideal bir cennet aslında ütopyanın kurulamayacağı tek yer
olmalıdır. Zira ütopya “Daha iyi ve daha güzel” için yapılan bir kurgu ve tasarımdır.
Cennet ise bir kurgu ve tasarıma izin ve mahal vermeyecek kadar iyi ve güzel,
başka bir arayış ve hayali olanaksız kılacak bir boyut veya mekân olmalıdır.
Cennet’te “daha iyi bir cennet” tasarımı cennet kavramını
çökertir. Öyle ise “Daha iyi”, “Daha güzel” arayışının olmadığı bir boyutu ve
hayal kurmanın olanaksız olduğu bir boyut üzerinde düşünmemiz gerekir.
Cennet beşerî zevklere hitap eden ve istek ve arzuları
doyuran sonsuz bir tatmin yeri ise, hedonist obezlerle dolu bir yerden
bahsediyoruz demektir. Burada teorik ve paradoksal bir tatmin noktası söz
konusudur. Mutlak tatminin sağlandığı yeri arzu ve isteklerin mutlak olarak
sona ermesi olarak düşünürsek, bu noktadan sonra paradoksal olarak tasvirlerde
konu edilen istek ve arzuları doyuran bir cennetin de pek de bir anlamı
kalmayacaktır.
Daha iyi, daha güzel arayışının olmadığı ve hayal kurmanın
olanaklı olmadığı başka bir boyut ise yaşanılan durumla saf ve katıksız, tam ve
mutlak bir birlik ve bütünlük hali olmalıdır. Zira burada iç ve dış ayrı
olmadan yaşanılan bir bütünlük olduğundan dışarı doğru bir talep yoktur. Her
şeyin bir bütünlük içinde herhangi bir istek ve arzuya bağlı olmaksızın yaşaması
ve dengelenmesi söz konusudur. Böyle bir işlerlik aslında önümüzdeki doğanın
kendi öz doğasında mevcut. En basit bir tek hücreliden en karmaşık
organizmalara ve dev galaksilere kadar tüm yaşayan sistemler istek ve arzulara
bağlı bir bilinç veya irade olmaksızın muazzam bir denge ve işlerlikle çalışıyor.
Bir irade ve bilinç söz konusu ise bilinç ve aklımızla anlamanın pek olanaklı
olmadığı bu bütünlüğün ve dengenin kendisi olmalıdır. Kırlarda otların
çiçeklerin büyümesi, kurtçukların böceklerin eşliği, bir tohumdan bir ağaca,
bir ağaçtan bir ormana sayısız yaşam biçimi ve yıldızlarla dolu gökyüzü ve tüm
Evren kopuksuz ve kesiksiz olarak bir bütün. Evrende hiçbir şey kendi başına
yalıtılmış olarak var olamıyor. Kendi organlarımızın çalışması bile bizim
bilincimize bağlı değil. Kan dolaşımımız şuraya gitsin, atardamarımız şu kadar
atsın, yüreğimiz şöyle pompalasın diyerek çalışmıyor vücudumuz. En küçük
hücresinden, kılcal damarlarından, tüm organlarımız bilincimizin anlayamayacağı
kadar mükemmel bir işlerlik ve denge ile kendi bütünlüğü içinde çalışıyor.
Elbette ki bilinç ve şuurun yeri ayrı, ama burada söz konusu edilen; o bilinç
ve şuurun da içinde ve birlikte oluştuğu denge ve dengenin sağladığı akıl almaz
işlerlik.
Görüleceği üzere, cenneti bildik kelime ve kavramlarla
tanımlamaya çalıştıkça Dünya’ya düşürüyor ve beşerileştiriyoruz. Üzerinde hayal
kurmaya, tasvir yapmaya veya ütopya kurmaya çalıştıkça paradokslar ortaya çıkıyor.
Hayal kurarak, hayal kurulamayacak bir yeri hayal etme paradoksu ve ütopya
kurarak ütopya kurulamayacak bir yeri kurgulama paradoksu ile karşı karşıya kalıyoruz.
Bu yüzden belki de bize düşen sadece iki erdem var. Biri,
kelimelerden, bildiklerimiz ve bildiğimizi zannettiklerimizden sıyrılmak ve
derin ve noktasız bir seyre dalmak. Diğeri, insanın kendisini anlarken “İnsan”ı,
İnsan’ı anlarken Doğayı, Doğayı anlarken Evren’i ve tümü arasındaki ilişki ve
bütünlüğü anlama çabası demek olan yaşam.
Ütopya Eleştirisi
Thomas More ile başlayan ütopya akımı sınıf, eşitlik,
mülkiyet gibi sorunları konu ettiği için sosyalizm ve komünizm gibi
ideolojilerin öncülleri arasında sayılır. Şehircilik, kendine yeterlik, eğitim,
yeşil tarım gibi konuları nedeniyle de yeni çağ akımlarının önünü açan
cesaretli bir girişim olarak da gösterilir. Öte yanda ise ciddi eleştiriler
vardır. Üç başlıkta toparlanabilir.
Ütopya eylemsizdir, gerçekleştirme olanağı olmayanın
kurgulanmasıdır ve totaliterdir.
Marks gibi düşünürler, ütopyayı sosyalizmin öncüllerinden
saymakla birlikte eylemsiz ve aşılması gereken bir düşünce olarak görürler. “Komünizm düşüncesi Marks ve Engels tarafından ütopik
sosyalizmin eleştirisi üzerine kurulmuştur.”5
Eylemsizlik eleştirisi haklı olmakla birlikte Marks’ın sınıfsız
toplum ve komünizm gibi ideolojleri de en azından bugün için ütopik kurgular
olarak düşünülebilir. Sovyetler ve Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki deneyimler
komünizm ve sınıfsız toplum girişimini geçersiz kılmıştır. Kaldı ki ne komünizm
ne de sınıfsız toplum bütün insanlık için geçerli olmadığı sürece çok da anlamlı
değildir.
Bugün ise emek kavramı giderek değişmektedir. Örneğin çok
yakın bir gelecekte tamamen robotların üretim yapacağı bir fabrikada
proletaryadan artık söz edilemeyecektir. Elbette robotları üretenlerin de
emekçiler olduğu söylenebilir ama ideolojinin işlemesi için ciddi revizyonlara
ihtiyaç olduğu da ortadadır. Günümüzde üretimini zihin emeği ve sadece küçük
bir laptopla gerçekleştiren yüzbinlerce yazılımcı, herhangi bir fabrikada çalışmaksızın
ve el emeği kullanmaksızın “değer” üretebilmektedir. Bugün dünya üzerinde 6
milyonu Google Android, 3 milyonu Apple ve 3 milyonu çeşitli platformlarda
olmak üzere 12 milyon yazılım geliştiricisi olduğu tahmin edilmektedir.6 Artık
bir fabrikada mesai yapmayan, evinde çalışan bir tür zihin proletaryası olan bu
gurup kime karşı devrim yapacaktır? Yönetimi ele geçirirlerse üretimlerini kime
satacaklardır?
Hiç şüphesiz çağımızın en büyük felsefeci ve
düşünürlerinden olan Marks’ın yabancılaşma gibi birçok tezi geçerliliğini
korumakta. Ancak hızla değişen ve sorunları çözülemeyen dünyada hemen her
ideoloji ve akımın da hızla ütopyalaştığı ve yenilerine ihtiyaç olduğu da
ortadadır.
Foucault ütopyayı gerçekçi bulmaz ama teselli veren masalımsı
tek tip ve düz mekânlar olarak tanımlar. Buna karşın “Heterotopya” adını
verdiği kavramla yaşadığımız toplumda gerçek olan çeşitli mekanların içindeki
özgün yaşam biçimlerinin birbirleri ile birlikte ve iç içe katmanlı olarak
yaşayabileceğini vurgular.
“Gerçek bir yere ait olmayan, geleceğe yerleştirilmiş
ideal bir varış noktası olarak ütopyanın tek tip, homojen ve aşkın niteliğine
karşın heterotopya, yaşadığımız toplumlar ve kültürlerin içinde var olan ve
olabilecek sayısız alternatiflerin, yaşam, mekân ve örgütlenme biçimlerinin
birbirlerini dışlamadan eş zamanlı şekilde var olabilen birlikteliğidir”7
Ütopya fikrine yapılan diğer bir eleştiri de Platon gibi
düşünürlerin toplumun üzerinde ve toplumun isteklerini hiç dikkate almadan
tepeden inmeci ve totaliter yaklaşımıdır. Bu eleştiride de haklılık payı
bulmakla birlikte, düşünsel bir tasarımı sınırlamanın da sorunlu olacağını
düşünüyorum. Ancak buradan yola çıkarak aslında insanlarla ilgili yapılan her
tasarımın bir miktar tepeden inme hatta totaliter bir yanının olduğunu da
düşünmek mümkün. Örneğin yüzlerce katlı büyük bir gökdelen tasarımını yapan
mimar da bir miktar totaliterdir. Kendi tasarımına göre yapılan binada
yaşayacak kişiler artık bu şablona uygun bir ortamda yaşamak zorundadır. Mimarın
istediği gibi binadan girecekler, onun tasarladığı koridor ve odalarda yaşamaya
mahkûm olacaklardır. Benzer şekilde birkaç kişinin veya gurubun tasarladığı ızgara
planlı şehirler, içinde yaşayan milyonlarca kişinin yaşamını zorunlu olarak bu
plana bağlı kılar.
Şüphesiz bu
zorunluluk halleri ile oluşan durumlar gerçek bir totaliter rejimle karşılaştırılamaz
ki, bu da tam olarak ütopyanın karşıt hali olan Distopya ülkesini ve yönetimini
tanımlar.
Distopya, Karanlık Ülke
“Distopya” olarak
anılan kavram ütopyanın antitezi olarak eşitlikçi, özgür sosyal, suçtan arınmış
ve çevreci ideal bir toplumun tam tersini kurgular ve gelecekle ilgili tasarımlarında
kötü bir gidişatın son ucundaki berbat bir ülkeyi tanımlar. Türkçesini bulmakta
zorlandığım bu kelimeyi “Karanlık Ülke” olarak tanımlayacağım.
Genelde insanların
özgürlüklerini yitirmesi, totaliter bir rejimin yönetimi veya çevre felaketleri
sonucunda mahvolmuş Dünya gibi senaryoları işleyen “Karanlık Ülke tezleri”, bu
koşulların sistematik olarak benimsetildiği bireylerin umutsuz yaşamlarını
sergileyerek iç karartan bir geleceği vurgular.
Öyle ki bu konuyu işleyen yazılı ve görsel yapımları
izleyenler arasında gelecek hakkında karamsarlığa katılıp felaket planları
yapan hatta çocuk sahibi olmak istemeyenlere bile rastlanır.
Bir ülkede aynı coğrafyada çok sayıda karanlık ülkeler
oluşabildiği gibi birinin mutluluğu diğerinin felaketi de olabilmektedir. Tam
bir Distopya ülkesi olan Nazi Almanya’sı çoğu Alman için gurur duyulan bir
dünya gücü (Weltmacht) iken, Yahudiler için kapkaranlık bir kâbus ülkesidir.
1955 yılında Alabama’da Rosa Parks adlı siyahi bir kadın
bindiği otobüste ayakta kalan beyaz yolcuya “yasa gereği” yerini vermesi
gerektiği halde “hayır” deyince şoför silahını çeker ve kadını tutuklatır. Yakın
bir geçmişe kadar beyazlarla aynı otobüse binmeleri bile yasaya tabi olan
siyahlar için ABD karanlık bir ülke idi.
Siyahların ABD’deki özgürlük mücadelesine öncülük eden
Martin Luther King’in, 1963’te 150 bin kişi önündeki “I have a dream” adlı ünlü konuşması
bir “Distopya” ülkesinde güçlü “Ütopya” kurgusu ve vurguları ile doludur.
Konuşma metni her yerde bulunabileceğinden bu vurguları özetlemekle
yetineceğim:
Bir rüyam var.
Gün gelecek, bu
ulus ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak. «Şunu kendinden
menkul bir gerçek kabul ederiz ki, bütün insanlar eşit yaratılmıştır.»
Bir rüyam var. Gün gelecek, eski kölelerin evlâtlarıyla
eski köle sahiplerinin evlâtları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik
sofrasına birlikte oturacaklar.
Bir rüyam var. Gün gelecek, Mississippi eyaleti bile, adaletsizliğin
ve baskıların sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan o eyalet bile, bir özgürlük ve
adalet vahasına dönüşecek.
Bir rüyam var. Gün gelecek, dört küçük çocuğum,
derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir
ülkede yaşayacaklar.
Bizim umudumuzdur bu.
Özgürlüğün yankılanmasını sağladığımızda, her kasabadan
ve köyden, her eyaletten ve kentten özgürlüğün yankısını duyduğumuzda, o gün
yakın demektir ve o gün Allah›ın bütün kulları, siyahlar ve beyazlar,
Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Budistler el ele tutuşup siyahların
eski bir ilâhîsini söyleyecekler:
Sonunda özgürüz! Sonunda özgürüz!
Şükürler olsun Ya Rabbim!
Sonunda hepimiz özgürüz! 8
Edebiyata ve sinemaya yansıyan çok sayıda Distopya yapıtları
arasında George Orwell’in 1949 yılında kaleme aldığı 1984 romanı ve 1984 yılında
gösterime giren filmi önemli bir örnek sayılır.
Totaliter bir devlet, bireylerin zihinlerini metodolojik
olarak eğitim, medya ve izleme yolu ile kontrol ederek, koşullandırarak köreltmiş
ve köleleştirmiştir. Ülke vatandaşları en iyi şekilde yönetildiklerine inandırılmış
ve sahte bir mutluluk hissi ile düzene ve totaliter lidere (Big brother)
bağlanmıştır. “Gerçek Bakanlığı” bireyleri her an izlemektedir. Devlet
Propagandası güncel yaşamın bir parçası hatta eğlencesi haline gelmiştir.
Bireysel haz, coşku ve cinsellik bir hastalık ve düzene
tehdit olarak algılanır, “tedavi” veya ceza gerektirir. Bireylerin sadece
düzeni değil, kendi kişilik ve yaşamlarını sorgulaması dahi büyük tehlike sayılır.
Film birçok tartışmayı tetiklemiş ve birçok ülkenin konu
edildiği şekilde totaliter baskı altında yönetildiği ile ilgili savları gündeme
getirmiştir,
Korku ülkesindeki en belirgin özellik bireylerin
zihinlerinin koşullandırılarak kendilerini ve yaşanılan düzeni sorgulama
yeteneklerinin köreltilmesi ve köleleştirilmesidir.
Bugün yaşadığımız düzeni sorgulamak için öncelikle özgür
veya özgürleşme çabası içindeki bir zihne sahip olmamız gerekiyor. 1984
filminde konu edilen koşullandırma bugün için elbette tartışılabilir, ama
gerçek olan bir şey var ise romanın yazıldığı 1949 tarihinde hiç de normal
olmayan medya hakimiyeti bugün tartışılmaz bir gerçektir. Her ne kadar devlet
medyasından çok özel kanalların ağırlığı söz konusu ise de bunların düzenden ve
otoriteden bağımsız bir medya olduğunu söylemek çok zor. Bugünkü medyanın1984
filminde hemen her yere yerleştirilen ekranlardan gün boyu başarılardan
bahseden, ülkenin parlak günlerini, yöneticilerini ve düzeni öven karartma
medyasından pek farkı yok. Propaganda Nazi dönemindeki gibi despotça değil artık.
Cilalı medya devri dönemini yaşıyoruz. Belli bir plan dahilinde kasıtlı olarak
kurgulanmış kirli ve yönlendirici taktik haberler, artistik senaryolar ve yapay
tartışmalar, eğlence programlarına bulandırılmış ve renklendirilmiş olarak
uygun dozlarda uyutulan zihinlere şırıngalanıyor. Kafa kesen insanları gösteren
TV’ler kitleleri bir gün sonraki bombardımanı, işgal ve katliamları ve savaşı
olumlamaya ve haklı göstermeye hazırlıyor.
Binlerce kişinin öldüğü savaşları canlı izliyor, sıradanlaşmış
buluyor ve bir tıklamayla başka bir kanaldaki eğlence programını
izleyebiliyoruz. Savaşlar, bombardımanlar, yüzbinlerce kişinin evsiz barksız
yurtlarını terk etmesi, çocukların yetim kalması ve ölmesi olağanlaşmış
bulunuyor, umurumuzda değil. Çok acımasız ve katı olduğumuzdan değil,
zihinlerimizin yavaş yavaş bu düzenin işleyişine koşullandırılması süreci ile
uyuşturulduğumuz ve uyutulduğumuzun farkında değiliz çoğumuz.
Yine bugünkü yaşamınızda bir zamanlar sadece askeri
alanlarda görüldüğü üzere her yere kameralar konularak izlenmemizi emniyet
gerekçesi ile normal hatta gerekli görebiliyoruz.
Küreselleşme ile birlikte “Karanlık Ülkenin” belli bir sınırının
da olması gerekmiyor artık. Çoğu devletten daha da güçlü silah, ilaç, enerji ve
finans tekellerinin çıkarları doğrultusunda sınırsız bir düzen değil, düzenek
var artık. Silah firmasına “sürdürülebilir” savaş, ilaç firmasına
sürdürülebilir hasta, bankalara sürdürülebilir borçlu gerekiyor.
Karanlık ülkelerin uyutulmuş, koşullanmış ve dirençleri kırılmış
bireylerinin seyrettiği sadece savaşlar, işgaller, katliamlar ve bombardımanlar
değil elbette. Kaynaklarının elden gitmesi, topraklarının zehirlenmesi,
tohumlarının yapaylaşması, sağlığının ilaçlara ve antibiyotiklere bağlı olması
da pek umurlarında değil. Kendisini sarmalayan ortamdan bu kadar bihaber
bireyin artık kendisine bakışı da yabancılaşacak ve inançlarıyla örtüştürülen
düzen ve liderleri sorgulamadığı gibi kendilerine sadakatle bağlı olacak ve
kendisine sunulanları bir lütuf olarak algılayacaktır.
Özgür düşünme ve sorgulama yeteneklerini kaybetmiş
bireyler, inanç ve ideolojilerle örtüştürülen düzen ve liderlerden gurur duyup
“mutlu” yaşayabilirler. Distopya kavramı ile anlatılan karanlık ülkenin en
belirgin özelliği de bu değil midir?
Che Guavera’nın şu sözünü anımsayalım; “Özgürlüğün en büyük düşmanı halinden memnun kölelerdir”.
Sinema ve Edebiyat dünyasında çok sayıda Distopya filmi
ve kitabı var.
Ancak bireylerinin kendilerini ve düzenlerini sorgulama
yeteneklerini kaybetmiş olduğu karanlık bir ülkede Distopya kurgulamaya,
filmlerde ve kitaplarda aramaya gerek yok.
Nörotopya
Bu kavramla ütopyadan farklı olarak bir kurguyu değil sınırlı
algılar temelinde kabul edilen gerçeklikleri vurgulamak istiyorum. Türkçesi ile
fiziksel algıların gerçek kabul ettiği dış dünya veya biyolojik olarak sınırlı
algı dünyası. Bir örnek olarak gözümüzden ve görme duyusundan başlayalım. İnsan
gözü 360- 760 nanometre uzunluğundaki dalgaları görebilir. Bu bandın dışında
gelen dalgalara gözümüz kördür. Birçok hayvanın gözü çok daha farklı dalga
boylarını algılayabilir ve bizim görmediğimiz birçok nesneyi görebilir. Görme
dediğimiz algı bu biyolojik sınırlama içinde oluşur. Renkler bu sınır içinde
algılanan ışığın beyinde oluşturduğu sinirsel elektriksel sinyallerinin
temsilleridir. Kırda gördüğümüz yeşil çimler, mavi yeşil mor kırmızı çiçeklerin
renklerini onlara ait bir özellik olarak algılarız. Oysa tüm renkler
nesnelerden yansıyan ışığın oluşturduğu bir beyin üretimidir. Saygın bilim yayınlarından
Astronomy dergisinin yazarlarından Bob Berman, hemen her gün gördüğümüz çimler
üzerine çarpıcı bir örnek verir.
“Çimlerin yeşil rengi aslında çimlerin en ‘istemediği’ (kullanmadığı) dalga boylarıdır.
Güneşten gelen ışık enerjisi çimler tarafından kullanılır, kullanılmayanlar ise
‘renk’ olarak dışarı salınır. Biz bu salınan renkleri algılar ve çimleri yeşil
renkle tanımlarız. Yani onları en istemedikleri renkle algılarız.”9
Bunun gibi gülün kırmızısı, leylağın moru bizim algıladığımız
şekli ile çiçeklere ait orijinal bir özellikten çok onların en az istediği, hiç
kullanmadıkları (yansıttıkları) ışığın gözümüzde oluşturduğu nörosinyaller ve
bu sinyallerle beynimizde oluşan bize özgü algılarından başka bir şey değil.
Leylağın üzerindeki kelebeğin bizden çok farklı göz yapısı nedeniyle moru
görmemesi veya bizim hiç görmediğimiz başka renkler algılaması çok muhtemel.
Renkler gözümüzden gelen nörosinyallerin beynimizde
oluşturduğu görsel sıfatlardır ve üçlü bir üretimdir. Çimin yeşil rengi için
hem ışık hem çim hem de gözümüz gereklidir. Biri eksik olduğunda “çim yeşili”
diye bir renk yoktur.
Kulaklarımız da benzer şekilde biyolojimizin doğası
gereği belli sınırlar içinde çalışır. 20 -20000 hertz arasında gelen
frekanslara “Ses” deriz ve duyarız. Başka hayvanların duyabildiği birçok
frekanslara ve bunların onların kulağında oluşturduğu “ses”e sağırızdır.
İnsan bulunmayan bir tepede rüzgâr esebilir ama rüzgâr
sesi yoktur. Gariptir ama ses ancak bir insan kulağı ile var olur. Rüzgârın ses
dalgaları bir canlının kulağına çarpmadığı sürece “ses “oluşmaz.
Geceleyin gökyüzü, binlerce yıldız, takım yıldız,
bulutsu. Bu sihirli manzaranın aslında tam bir yanılsama olduğunu çoğumuz
bilmeyiz ve düşünmeyiz. Uçsuz bucaksız bir Evren’in çok küçük bir kısmında
gördüğümüz yıldızların parıltılarıyla algıladığımız gökyüzü, gerçeğin değil
görüntülerin hareket ettiği bir sinema perdesinden farklı değildir. Belki de
artık olmayan yıldızlardan milyonlarca evvel çıkan fotonların oluşturduğu
görüntüler bize gözüktüğü gibi olmayan zahiri bir görüntü sunar.
Bütün bu biyolojik sınırlılığın doğamız gereği ve doğa
ile en verimli uyumluluğun sağlanması için gerekli olduğunu vurgulayalım.
Doğamız gereği
oluşan biyolojik sınırlılık çoğu durumda beynin diğer yetenekleri ile aşılsa da
algıladığımız dünyanın aslında bize özgü bir Nörotopya olduğunu bize anlatır.
Nörotopya bize kesinliğin olmadığı bir evreni, sınırlı
özelliklerimiz olan bir canlı olduğumuzu ve her şeyin bütünlüğünü hatırlatır.
Ütopya ve Öte
Ütopya, mevcut durumla, kurgulanan ülke arasındaki fark
arttıkça anlamını bulan, gerçekleştirilmesi zorlaştıkça adeta rütbe alan bir
kavram gibi durmaktadır. Mevcuttan koparak soyutlaşan, soyutlaştıkça
seraplaşan, seraplaştıkça öteleşen, öteleştikçe gerçekliğini yitiren ve
yetkisizleşen bir rütbe bu sanki.
Ütopya zamanı ve mekânı öteleyen ve öteyi olumlayan bir
ifade olarak da yansır.
Bugünün ve buranın çarpıklıklarını terk edip, ötelerde
bir yerde ve mekânda kurulan, insanlarını eğiten, topraklarını koruyan, hastalıklarını
iyileştiren, hakça ve adilce ve bilgelerce yönetilen ülkeler tasarlar.
Bütün bu kurgu ve tasavvurlar bugünü özgürce sorgulamadan
ve yaşadığımız yeri özgürce gözlemeden olanaklı mıdır? Veya bu sorgulamaları ve
gözlemleri yaparken mi özgürleşiriz?
Ütopyada tasavvur öteden beriye değil, beriden öteyedir.
Öyle ise ütopya bugüne aittir.
Dipnotlar
1- Analects of Confucius; http://wengu.tartarie.com/wg/wengu.php?l=Lunyu&no=201
2- “Until either philosophers become kings or those now kings and regents become genuine philosophers.” Book 5, pg. 138, line 473c http://www.bookrags.com/notes/rep/quo.html#gsc.tab=0
3- https://www.lds.org/scriptures/ot/deut/32?lang=eng
4- https://www.jw.org/tr/yayinlar/kutsal-kitap/bi12/kitaplar/daniel/2/#v27002044
5- http://www.devrimcimarksizm.net/sites/default/files/utopik_sosyalizmi_asmis_marksizm.pdf
7- http://tr.poetikhars.wikia.com/wiki/Heterotopya
9- “The Sun’s Heartbeat” Bob Berman. Little, Brown (300p) ISBN 978-0-316-09101-5
Kaynakça
“Utopia and
Totalitarianism.” Utopia: The Search for the Ideal Society in the Western
World. Roland Schaer, Gregory Claeys, Lyman Tower Sargent, Eds. New York:
Oxford UP, 20
“Trauma: A Dystopia of
the Spirit.” Thinking Utopia: Steps into Other Worlds. Ed. J. Rusen, M. Fehr
and T. W. Rieger. Oxford: Berghahn, 2005.
“You and the Atom Bomb.” The Collected Essays,
Journalism, and Letters of George Orwell. Eds. Sonia Orwelland Ian Angus.
London: Secker and Warburg.
“The Sun’s Heartbeat”
Bob Berman. Little, Brown (300p) ISBN 978-0-316-09101-5
“Biocentrizm” Robert
Lanza, Bob Berman BenBella Books, 2010-
“Ütopik Sosyalizmi Aşmış
Marksizm” Sait Almış, Ütopya Yayınları”
https://insamer.com/tr/amerikada-ayrimci-politikalar-ve-siyahi-mucadele-tarihi_542.html
https://incil.info/YC2009/arama/Yaratilis+12:7
https://plato.stanford.edu/entries/plato-utopia/
https://www.ancient.eu/atlantis/