“Umut, geleceğe ait değildir.
Şimdi ve burada yeşerir.”
Umut konusunda bir düşünme süreci sonunda vardığım sonuç bu cümlede ifade edildi. Düşünce süreçlerimi ve işin felsefesini yazarak, birlikte düşünmeyi diliyorum.
1975’in Ankarası’ndan kalkıp, ilk yurt dışı deneyimimi yaşamak için İngiltere’ye vardığımda yoğun şaşkınlık hissi içindeydim. York Üniversitesi’ne gidebilmek için son bir tren yolculuğum kalmıştı. Yaşlı bir gar görevlisi trenin kalkmak üzere olduğunu, acele bilet almam gerektiğini, kendisinin valizlerimi taşıyıp, boş bir yer bulup yerleştireceğini söyledi. Telaşla koştum, biletimi aldım, ancak son vagona kadar görevliyi bulamadım. Panik içinde son vagona geldiğimde, valizlerimi yerleştirmiş beni bekliyordu. İngiltere ondalık sisteme oldukça yeni geçtiği için avucumda, değeri hakkında hiçbir fikrimin olmadığı bir dolu bozuk para, ondalık ve şilinler; avucumu açtım ve kendisine durumu açıkladıktan sonra ne kadar gerekiyorsa hizmeti için almasını rica ettim. İki adet 10 Pence (yaklaşık 2 Lira) aldı ve büyük bir gülümsemeyle teşekkür etti. Kendimi kaybolmuş hissettiğim o anda, beni bana buldurdu. İnsanlığa olan inancımı tazeledi; içimde umudu yeşertti.
Ben ön bahçemde sokak köpekleri, arka bahçemde de kedileri beslerim. Arada tartışırlar ancak ciddi bir sorun olmaz. Yine de öndeki dişi köpeğin, özellikle soğuklarda, iki kediyi kucağında yatırdığına tanık olanlar çok şaşırır.
Bu insanların, hayvanların varlığı bana göre umudun her anda varlığının kanıtıdır. Bu bir anlamda insanlığın farklı bir düzlemde örgütlülüğünü yansıtır. Görünürde uluslara, etnik kökenlere, dine ve cinse göre ayrılmış insanlar, değerler ve ilkelerin görünmez bağlarıyla bağlılar. Bu bilinçte ne çok umut yüklü! Bunu felsefî bir yaklaşımla incelersek; kavram ve ilkeler zaman ve mekândan bağımsız olduğuna göre, salt varlıkları ve var olduklarına dair “bilgi” bile umudu yeşertir.
Her gün güneşin doğuşunda, rüzgârın esişinde vs. bahar yine gelecek bilgisinde umut yeşerir. Bunları unuttuğumuzda umut yiter.
Sanatta, coşkuda yeşerir umut. Yeşerdiği yer ise “içimiz”dir ve umut yaşadığımız her anda vardır. Unuttuğumuz zaman “mutsuzluk” ya da umutsuzluk yaşamla kurduğumuz bağın adı olur. Aslında, her canlının istediği; kim, ne iseniz o şekilde tanınmak, bilinmektir. Ve umut bir gün birilerinin sizi tanıyacağındadır.
Farkındasınızdır; burada bir anlam kayması oldu, çünkü “şimdi”den, geleceğe dair umut kavramına geçildi. “Umut fakirin ekmeği”,[1] “Pandora’nın kutusundan en son çıkan kötülük umuttu” vb. gibi önermeler hemen tüm kültürlerde var. Doğaldır ki kişi başaracağını umut etmese sınava girmez, karşılaşmaya çıkmaz, ekin ekmez; mutlu olacağını umut etmese evlenmez. Hapiste, bir gün özgürlüğüne kavuşacağını ümit etmese içeride yaşayamaz.
Birçok dinde olan ahiret inancı olmasa, bu dünyada yaşayan insanlar katlandıkları birçok duruma katlanamazlardı. Burada ortak payda, bir gün bir şeylerin daha iyi olacağı inancı; bir başka deyişle, şimdi değil! Bu yaklaşımın, işlevsel ve yararlı yönleri var kuşkusuz. Ayrıca “İnsanlar için aslımıza, ehadiyete olan sevgi (özgürlük sevgisi), bunun sezgisi umuttur çünkü sonsuzdur. Aslına karışma umudu; kendini aşabilme, dönüştürebilme umudu…” [2]
O halde belki de şu soru sorulmalı: “Bu umudu anında yeşertmeden, umudun ereği yerine gelebilir mi?” Hapishane örneğine dönecek olursak, bir gün dışarı çıkabilme umudu ile günlerini geçiren mi yoksa belki de oradan hiç çıkamayabileceği bilinciyle yaşayan mı daha özgürdür? Eğer, insanın kendisini dönüştürebileceğine dair bir umudu varsa, bu ancak anda gerçekleştirilmez mi? Engels, “Özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır” der. Esaret durumunun kavranması, durumun olduğu gibi, umutsuz, yorumsuz “kabul” edilmesidir. Ancak o anda kişi kendisini özgür kılmıştır. Umut bitmiştir.
Geleceğe dair umut ile şimdide yeşeren arasında diyalektik bir ilişki var: İnsanlar umut olmadan amaca yönelik bir şey yapmazlar; sadece umut ederek yaptıkları çok şey de umudun anda olmadığının itirafıdır.
Varoluşun anlamı tekâmül ise bir gün kemale erebileceğimizi umut edebiliriz. Öte yandan, olduğumuz gibi, zaten mükemmel olduğumuzu kavrayamazsak, kendimizi, kendi mükemmeliyetimizin olgunluğunun sınırına ulaştırmak umudumuz olabilir mi? Şimdi ve sonranın mükemmel bütünlüğü…
Umut ettiğimiz varoluş hâline ulaşma eylemi, kim, ne olursak olalım, onu %100 ifade etme zorunluluğu değil mi o halde? Özgürlük bu eylemde var. Bu eylemin yokluğu var oluş krizi ve nihilizmdir. Bir gün dönüşmeyi, kemale ermeyi umutla beklerken kendi mükemmelliğimizi dışsallaştırmaktan çekinmek, kaçmak, aynı anda ereğe ulaşılmasını imkânsız kılmaz mı?
Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı adlı kitabında, Robert M. Pirsig romanın kahramanına şunu sorar[3]: “Mükemmel bir resim nasıl yapılır, bilmek ister misin?” Sonra da yanıtlar: “Önce mükemmel ol, sonra da doğallıkla çiz.” “Önceden doğallıkla çizdiğimiz resim de mükemmeldir – o andaki hâlimizin mükemmeli – olması gerektiği gibi. Resim (müzik, heykel, yemek, nakış vb. gibi) bize hâlimizi yansıtır. Ona baktığımızda kendi hâlimiz hakkında bir geri bildirim alırız. Sonra sorabiliriz: ‘Bu durumda ne yapmayı düşünüyorum?”
Bir başka Zen (belki de Sûfî?) öyküsü:
Uzak bir diyarda bir ermiş yaşarmış. Bu ermişin her soruya doğru yanıtı bulma gibi bir şöhreti varmış. İnsanlar ona, ekinlerin iyi hasat verip vermeyeceğini, hayvanlarının buzağılayıp buzağılamayacağını, yağmurların ne zaman geleceğini, evlenirse çocukları olup olmayacağını ve benzeri bir dolu soru sorar ve cevapların hep doğru çıktığını görürlermiş. Civar köyde yaşayan 11 yaşındaki bir delikanlının gücüne gitmiş bu durum. “Hiç kimse her sorunun cevabını bilemez ve ben bunu kanıtlayacağım” demiş. Bir de harika bir plan yapmış. Avucuna bir kuş alacakmış ve ermişe soracakmış: “Avucumda bir kuş var, ölü mü diri mi?” Ermiş ölü derse, avucunu açacak ve kuşun diri olduğunu gösterecekmiş. Diri derse de avucunu sıkacak, kuş ölecek ve ellerini açtığında kuşun ölü olduğu görülecekmiş. Her durumda ermiş yanılacağı için mutlu mesut ermişin evine doğru yola koyulmuş. Kapıyı çalmış. Ermiş açmış ve “Buyur oğlum” demiş. Çocuk sorusunu sormuş: “Sizin her soruya doğru cevap verdiğiniz söyleniyor; avucumda bir kuş var, bilin bakalım bu kuş ölü mü diri mi?” Ermiş çocuğun ellerine bakmış ve demiş ki: “Her şey senin elinde oğlum, her şey senin elinde…”
Dipnotlar:
[1] Nazım Hikmet’in “Büyük İnsanlık” isimli şiiri bu konuya ışık tutar…
[2] Metin Bobaroğlu Söyleşisi. Kendisi, alıntılanan bu görüşün Plotinos’tan olduğunu, İbn-i Arabî de benzer bir ifade olduğunu belirtmiştir.
[3] Robert M. Pirsig, Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı.