Okuma süresi: 19.55 mintues

Kültürümüz konusunda şimdiye kadar okuduklarımız ve işittiklerimiz, kendi kendimize şöyle bir soru sormamıza yol açmaktadır: “Türk kültürünün diğer milli kültürler arasındaki yeri nedir?” Başka bir deyişle: “Türk kültürü çağdaş mıdır?” Bu sorunun cevabını aramaya başlamadan önce, kültür sözcüğünün anlamını açıklamaya çalışalım.

Meydan Larousse, kültürü, geniş anlamıyla şu şekilde tanımlıyor: “Bir toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden her türlü duygu, düşünce, dil, sanat, yaşayış unsurlarının tümü, medeniyet.” Dar anlamda ise, kültür şu şekilde tanımlanmaktadır: “Belli bir konuda edinilmiş geniş ve sistemli bilgi: matematik kültürü, felsefe kültürü, müzik kültürü gibi.”

Bugünkü kültürümüzün durumunu daha iyi anlayabilmek için, onun oluşumunu etkilemiş olan Osmanlı kültürü ile Batı ülkeleri kültürünün gelişme seyrini ana hatlarıyla incelememiz gerekecektir.

Osmanlılarda Kültür
Orta Asya Türkleri Müslümanlığı kabul ettikleri sıralarda, İslamiyetin kendi toplum yapılarına uymayan özelliklerini kolayca kabul etmediler. Özellikle kadın-erkek ayrılığı, şarap yasağı gibi kurallar kolay benimsenmedi. Orta Asya’dan Şamanlıkla karışmış olarak gelen inançlara en yakını Sufilikti. Sufilik, ortodoks İslam dışında, kişinin ve grupların yorumuna açık olan gizemciliğin (mistisizmin) örgütlenmiş şeklidir. İslamiyet ile geleneksel Türk yapısı arasındaki bu uyumsuzluk, Türkler şehirlere yerleştikten sonra belirgin bir hal aldı. Şehirdeki seçkinler, İslamı olduğu gibi kabul ederken, kırsal bölgelerde yaşayan Türkmen aşiretleri ve kısmen de seçkinlerden olmayanlar, İslamın heterodoks,* yani sufi şeklini tercih ettiler. Sufiliğin kendi içinde kurumlaşması, tarikatların kurulmasına yol açtı.

Selçuklular ve Osmanlılarda, medreseler ve devlet teşkilatı içinde yer alan seçkinler, ilim dili olarak Arapça’yı, edebiyat dili olarak da Farsça’yı kullanıyorlardı. Bunların konuşma dili bile, halkın hiç anlayamadığı, Arapça ve Farsça kelimelerin çok bol bulunduğu melez bir dildi. Kültürdeki bu ikiliği Divan Edebiyatı-Halk Edebiyatı, Saray Müziği-Halk Müziği gibi sanat alanlarında da görüyoruz.

Osmanlı İmparatorluğu’nda, sünni İslamlık ile tarikatların, birbiri ile girift olarak, toplum yapısı ve kültür üzerinde etkisi olmuştur. Bir taraftan resmi dini yayanlar, İslamın sünni görüntüsünü daha ince bir şekle getirirken; edebiyat, sanat, gizemcilik, estetik ihtiyaçların büyük bir kısmı tarikatlar tarafından karşılanmıştır. Bilime ve öteki ülkelerdeki çalışmalara karşı ilgi, beşeri faaliyetler hakkında merak, bu merkezlerde beslenmiştir. Bu eğilimlerin gelişememesini, daha çok, resmi ulemanın zaman zaman bu gibi faaliyetlere yönelttikleri eleştiri ve kontrol altına alma çabalarına bağlayabiliriz.

Özellikle halk arasında, tarikat yapısıyla birlikte, dinsel kültüre paralel olan heterodoks bir kültür gelişmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet, şehirlere tüzel kişilik ve idari özerklik tanımayarak, kapitalist tüccar oligarşilerinin kurulmasını önlemiştir. Devletin ilk zamanlarında, güçlü dinsel bir kılık içinde lonca benzeri kuruluşlar halinde örgütlenmiş olan esnaf ve zanaatkâr Ahilerin şehir özerkliğine gitmeleri olanağı vardı. Ahiler, Osmanlılardan önceki zamanlarda, Batıda şehirlere tanınmış olan ayrıcalıkların benzerlerini elde etmişler, şehirlerde yönetici konumlarda bulunmuşlardı. Ancak Osmanlılar bu ayrıcalıklı duruma son verdiler.

Devletin idari özerklik ve yetkiler vermemesi yüzünden, Osmanlı toplumunda tüccar ve esnaf, halk kültürü ile seçkinler kültürü arasında alışveriş yapılmasında rol oynayamamıştır.

O halde denebilir ki, mahalli kültür temalarını geliştirebilecek grupların önüne devlet çıktığı için, halk kültürü durgun bir halde kaldı. Ne eşraf, ne tüccar, ne de esnaf halk kültürüne dönüşüm verebilecek yeni biçimler ortaya atabildiler. Oysa Batıda, romanın yeni bir sanat biçimi olarak gelişmesi, halk kültüründeki kaynaklardan yararlanılıp bunların dönüşüme uğratılması sonucuydu. Müzikte, köylü temalarını işleyen Osmanlı Beethoven’lerine ya da Schubert’lerine rastlanamaz. Şehrin kültür aracılığı yapma olanağı güdük kaldı ve tasavvufa yönelindi.

Osmanlı modernleşme hareketinin başlangıcı olan Tanzimat da, iki kültür arasındaki uzaklığı azaltmayı başaramamıştır. Yönetenler ve yönetilenler arasındaki farklılaşma, daha açık kültürel bir biçim aldı: bir yanda cilalı, Paris-yönelimli devlet adamları, öte yanda cahil taşralılar vardı.

Kültür ayrılığının giderilmeye başlaması, I. Meşrutiyetle mümkün olmuştur. Meşrutiyetle birlikte, eyaletlerde mahalli yönetim kuruluşlarının (belediyeler) işlemeye başlaması, buralardaki kültür faaliyetlerini canlandırmış ve bazı şehirlerde gazete çıkarılmasına başlanmıştır.

Artık Tanzimat seçkinlerinin çocuklarıyla birlikte yönetici sınıfına girebilen Jön Türk önderlerinin kendileri de kırsal kökenli ya da şehirlerin küçük burjuva kesimindendi. Bunlar kendilerini halkla özdeşleştiriyor ve kültür ayrılığını gidermeye çalışıyorlardı.

Ayrıca, geleneksel eğitim sisteminin yıkılması, seçkinlerle yığınlar arasındaki ayrılığı gidermeye yardımcı oldu. Yönetici yetiştirmek için kurulan yeni okullarda öğrenciler üstün seçkinler olarak biçimlendirilmediler. Bunlara, vatandaşlara yardımcı olabilmeleri için Avrupa’dan ilham alan teknikler öğretildi.

Öte yandan, 1890’larda II. Abdülhamit ile mücadele eden Jön Türkler kuşağı pozitivizme dört elle sarıldı. Bürokrasiyi modernleştirmek için kurulan devlet okullarında öğrenim gören, ama aynı zamanda devleti koruma ülküsüyle yetişen bu genç adamlar, Auguste Comte’un toplumsal mühendislik görüşlerinde olumlu seçkinci görüşlerin temellendiğini gördüler. Bilim, bu genç yöneticilerin dayandıkları güç oldu.

Türk aydınları, tek bir ortak kültür yaratmak için halk kültürü köklerinden yararlanma yönünde çaba harcadılar. Ancak Şerif Mardin’e göre, bu faaliyet genellikle bir kasılma ve ters züppelik içinde yürütülmüştür. Bu da, iki kültür arasındaki ayrılığı giderme işinin yavaş, kesintili ve akla uygun olmayan yoldan ilerlemesine neden olmuştur.

Batı Kültürünün Gelişmesi
Haçlı seferlerinden sonra Doğu ile Batı arasındaki ticari ilişkiler arttı. Batı, İslam ülkelerindeki medeniyetten etkilendi, bilim ve kültür alanlarında birçok alıntılar yaptı.

Batı ülkeleri, İslam ülkeleri kanalıyla, Antik Çağ Yunan ve Roma medeniyetleri eserlerini inceleme olanağı elde ettiler. Çeşitli temas ve alıntılar sonucu, fikir hayatı, bilimler ve güzel sanatlarda köklü bir yenileşme hareketi olan Rönesans meydana geldi.

Gelişen fikirlerin etkisiyle, Katolik Kilisesine bir tepki olmak üzere, Protestanlık doğdu ve dinde reforma gidildi.

Krallar, aristokratlar ve zengin tüccarlar, güzel sanatlarla ilgilendiler, sanatçıları korudular. Sonuç olarak, kültür etkinlikleri arttı, kültür gelişti. Batıda fertle devlet arasında yer alan serbest şehirler, belediyeler, tüccar birlikleri gibi bazı kuruluşlar oluştu. Bunlar, hükümdarın çıkardığı veya onun namına çıkarılan kanunların yükümlülüklerinden muaftı. Kendilerine verilen bu ayrıcalıklara göre, bu kişiler ve gruplar, kendi otoritelerinin geçerli olduğu alanların sınırları içinde, devletin hukuki yetkilerini kullanabiliyorlardı. Bu birimlerin örgütlenmek, kendi kanunlarını çıkarmak, pazar mekanizmasına devleti karıştırmamak gibi ayrıcalıkları vardı.

Bu kuruluşların gelir kaynağı, zengin burjuvaların şehir halkının bir bölümüne saldıkları vergilerdir. Kültür ikiliğinin giderilmesinde bu kuruluşların büyük rolü olmuştur.

Batıda burjuva, haklarını, senyöre karşı yaptığı bir mücadelede elde etmiştir. Ona göre, hak alınır, verilmez. Batıda burjuvaların dindışı ideolojileri, çıkarlarının korunmasını sağlayan fikirleri, eninde sonunda dinsel fikirlerle çatışmıştır. Aydınlanma devrinin, serbest düşünce olarak tanımlanabilecek felsefesi bunun tipik bir örneğidir. Bu devrin edebiyatı, müziği, resmi ve diğer sanatları, doğal olarak bu felsefeden etkilenmiş ve dinamik ürünler vermiştir.

Batı Avrupa’da toplumsal yapı, ihtilalleri kolaylaştıran bir ortam oluşturmaktaydı. İhtilaller sonunda, toplumların gelişmesini engelleyen köhneleşmiş devlet kuruluşları ortadan kaldırılıyor veya ıslah ediliyordu.

Jacqueries (Jaköri) diye adlandırılan Fransız köylü ihtilallerinde köylüler ve Fransız Büyük İhtilalinde burjuvalar bu toplumsal görevi yerine getirmişlerdir. İhtilaller başarılı olursa, bu sosyal sınıfların yapısı, başarının kalıcı olmasını sağlıyordu. Teşkilatları daha ilkel olduğu için köylüler, başarılarını burjuvalar kadar iyi kurumlaştıramıyorlardı.

Aydınlanma devrinin ürünü olan Fransız Büyük İhtilalinin, bütün Avrupa’nın siyasal ve kültürel gelişmesine büyük katkıları olduğunu hemen belirtmemiz gerekmektedir.

19. yüzyılda, sanayileşen Avrupa şehirlerine göçen kırsal bölge halkı, işçi kesimini meydana getirmiştir. İşçi-patron ilişkileri yeni fikir akımları doğurmuştur. Şehirlerin kültür aracılığı yapma olanakları gitgide gelişmiştir.

Yine 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında, sömürge edinme konusunda gecikmiş olan bazı Avrupa ülkeleri, sömürgeci devletler arasında yerlerini almıştır. Asya ve Afrika ülkeleri ile daha yakın temas olanakları, Avrupa kültürünün ufuklarını genişletmiş, dinamizmini artırmıştır. Milli devletlerin sayısının artması ve milletlerin şekillenmesi sonucu, Avrupa ülkeleri kültürü daha milli karakterli bir hale gelmiştir.

Cumhuriyet Devrinde Kültür
Yaratılmak istenen modern Türkiye’de, Cumhuriyet idarecileri, çağdaş Türkiye’yi kurmaya doğru giden yollardan birinin iktisat olduğunu biliyorlardı. Bundan dolayı, iktisadi işlerin yürütülmesinde idari yönden kontrol altında tutulan, fakat mesleki faaliyetlerini özerk olarak yürüten bir iktisadi zümre oluşturdular.

Atatürk’ün devrim ve reformlarının amacı, tam anlamıyla çağdaş bir Türkiye yaratmaktı. Cumhuriyet ve özellikle Atatürk devrinin idari ve siyasi kadroları, eski kültürün bir yana bırakılarak, yepyeni ve çağdaş bir kültür yaratılması hedefine yönelik faaliyetler yürütecek birtakım kuruluşlar kurdular: Halkevleri, konservatuarlar, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu gibi.

Halk kültürü ile aydınlar kültürü arasındaki farklılık giderek azalmasına rağmen, Cumhuriyet Türkiyesi’nde de sürdürülmüştür. Halkla ilgilenen yazarlarımız bile, halkla ilgilendikleri zaman onun cehaletini göstermeye çalışmışlardır. Cumhuriyet bu ‘köhne’ kültürel kalıpları cahil halktan söküp atacak kurtarıcı olarak gösteriliyordu. Daha sonra bazı yazarların, gerçek anlamda halka dönük bir edebiyat aramalarının nedeni bu ayrılıktır.

Halk kültürü ile seçkinler kültürü arasında adeta bir uçurum olması, seçkinlerin halk dinini kuraldışı saymalarıyla sonuçlanmıştır. Diğer yandan, Cumhuriyet seçkinleri, İslamın yüzeyde görülmesi olanaksız önemli fonksiyonlar gördüğünü anlayamamışlardır. Bunun sonucu, kültürel iyimserlik olmuştur. Cumhuriyet seçkinleri, İslamın kişisel fonksiyonlarını kolayca başka bir yapıya devredebileceklerini sanmışlardır.

Dini modernleştirme eğilimleri, Türkiye’de bir tek din olduğu noktasından hareket etmiştir. Dini ciddiye alan veya almayan kimseler, halk inançlarının kendi içinde anlamlı bir tür olduğunu kabul etmemişlerdir. Bunun için yalnız hurafeden söz etmişlerdir. Reformcuların çabaları bu hurafeleri sökmek olmuştur. Ancak bu konuda yeteri kadar başarı kazanıldığını söylemek zor olacaktır. Çünkü reformcular, sünni İslamın ortodoks şekline yeni ve medeni bir şekil vermek üzerinde durmuşlardır. Bu tutumlar uzun vadede, bir halk dini olduğunu bilen ve onu ciddiye alan şeyhlere, hocalara ve batıl inanç ticareti yapan üfürükçülere yaramıştır.

Bugün halk dini, Türkiye’de ümmet yapısından yeni çıkmış olan bir topluma, bir dünya görüşü ve bir kişisel denge bulma yöntemi sağlamaktadır. Zaman zaman hayret ettiğimiz hurafelerin gücü buradan gelmektedir. Modernleştirici görüş, toplum sorunlarını salt iktisadi sorunlar olarak alır ve kısa vadede insanlara insanlıklarını geri verecek olan kişisel denge sağlama yoluna gitmezse, bize güdük, eksik ve kendini beğenmiş bir toplum modeli vermekten başka bir şey yapmış olmayacaktır.

Fakat sorunu, salt psikolojik bir sorun olarak görmek de hatalı olacaktır. Halk tabakasındaki bir birey, yöntem olarak, halk kültürünün ve dininin verdiği olanakları kullanıyorsa, bunun pratik ve mantıklı bir nedeni vardır. Halk kültürü yolu, bütün hurafeleri bir yana, halkın çıkarlarına daha kısa yoldan yanıt vermektedir. Okula gitmenin sağlayacağı olanakların kapalı olduğu yerde, kişi Kur’an kursu yolunu seçecektir. Seçkinlerinin halka çok uzak olduğu bir kültürde, kişi halk seçkini —örneğin Nurcu— olmayı deneyecektir. Doktorun halka yeteri kadar yararlı olamadığı hastanenin çevresinde, üfürükçüler zengin olacaktır.

Toplumun sorunları, hiçbir yerde entelektüel düzeyde vazedilmiş soyut sorunlar olarak ortaya çıkmaz. Halk bu sorunları tatmin edilmemiş ihtiyaçlar olarak görür. Türk aydınları bu gerçeklerden hareket etmedikçe, bir taraftan toplumdan uzaklıklarını sürdürecekler, diğer taraftan da sürprizlerle karşılaşmaya devam edeceklerdir.

O halde denebilir ki, İslamiyetin halk İslamı şekli Türkiye’de tarihi gelişmeler sonucunda bir ‘yumuşak ideoloji’ haline gelmiştir ve bugün bile halk arasında dünya görüşünü şekillendirmektedir.

Tartışma ve Sonuç
Türk Kültürü çağdaş mıdır? Bu soruya yanıt verebilecek bir aşamaya nihayet geldiğimizi söyleyebiliriz.

Yurdumuzda halk kültürü ile seçkinler kültürü arasında bugün de büyük bir fark varken, ulusal kültürümüz tam olarak rayına oturmamışken, Türk kültürünün çağdaş olduğu iddia edilemez. Ancak, Cumhuriyet Türkiyesi’nde, hemen hemen her sanat dalında, dünyaca tanınmış çağdaş sanatçılar yetişmiş olduğu da unutulmaması gereken bir gerçektir.

Türk kültürünün birleştirilmesi ve çağdaşlaştırılması konusundaki çabalar halen sürdürülmektedir. Türk halk kültürü Türk sanatçılarına müziği, dansları, el sanatları ve diğer sanat dallan ile bitmez tükenmez bir hazine sunmaktadır. Sanatçılarımıza düşen görev, bunları yeni teknikler uygulayarak çağdaşlaştırmak, halk kültürümüzden esinlenen modern eserler yaratmak, yeni teknikler araştırmak, ayrıca halk kültüründen bağımsız özgün eserler vermektir.

Kültürümüzün çağdaşlaşabilmesi için aşağıda gösterilen hedefler doğrultusunda çalışılması uygun olacaktır:

Hedefler ve Önlemler
1- Bütün sanat dallarında sanatçı yetiştirecek öğretmenler çok iyi yetiştirilmeli ve bu öğretmenlere yeterli olanaklar sağlanmalıdır. Öteki öğretmenler de elbette gözardı edilmemelidir.

2- Sanat eğitimi veren kuruluşlar çoğaltılmalı; mevcutların kapasiteleri artırılmalıdır.

3- Yetişen sanatçılara devlet kuruluşları, belediyeler, bazı vakıflar ve dernekler meslekleri ile ilgili iş temininde yardımcı olmalıdır.

4- İlköğretim okulları ve liselerde, sanat ve kültür derslerine daha fazla önem verilmelidir.

5- Ne kadar uygar olurlarsa olsunlar, başka milletlerin kültürleri alınamaz. Her milletin kültürü kendine özgüdür. Bize İstanbul Hukuk Fakültesinin birinci sınıfında hocalarımız (Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Hüseyin Nail Kübalı ve Ali Fuat Başgil) içtimai müesseselerin (toplumsal kurumların) ithal malı olmadığını çok kalıcı bir biçimde öğretmişlerdi. Yabancı kültürlerden, Türk kültürünü geliştirmede ancak kısmen örnek olarak faydalanılmalıdır. Başka bir deyişle, yabancı kültürler ülkemizin koşullarına göre uyarlanabilir. Türk Ulusal Kültürü geliştirilmezse, çağdaşlaşma da olamaz. Demek ki, çağdaşlaşma batılılaşma yoluyla değil, uluslaşma yoluyla olacaktır.

6- Halk kültürünü çağdaşlaştırabilmenin bir yolu da, çağımıza uymayan ve milli kültürümüzün gelişmesini engelleyen bir ideoloji haline gelmiş olan halk dininin karşısına, onun yerini alabilecek çağdaş bir ideoloji çıkarabilmektir. Bu ideoloji Atatürkçülük olabilir mi?

Atatürkçülüğün ideoloji olup olmadığı, bilim adamlarınca tartışılmaktadır. Denebilir ki, Atatürkçülük katı (rigide) değil, ama ılımlı, yumuşak (souple) bir ideolojidir. Bu nitelikte olduğu kabul edilirse, Atatürkçülük dogmalar içermez, gelişime ve evrime engel olmaz.

Nitekim devrin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’in kendisine yönelttiği bir soruyu Atatürk şu veciz ifadelerle yanıtlamıştı:

“Ben manevi miras olarak hiçbir nass-ı kati (ayet), hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış düstur (kural) bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Zaman süratle dönüyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğimi iddia etmek, aklın ve ilmin inkişafını inkar etmek olur.”

Atatürkçü düşüncenin milletimize maledilmesi, öğretilmesi, okullarda gençlere devrim tarihi dersleri verilmesi şeklinde yerine getirilmekte, ayrıca Atatürkçü Düşünce Dernekleri üyeleri (genellikle emekli öğretmenler) ilköğretim okulları ve liselere giderek, okullardaki öğretmenlerin bu konudaki çalışmalarını takviye etmektedir.

Fakat milletimizin sayısal olarak küçümsenemeyecek önemli bir bölümünü oluşturan esnaf, işçi, küçük tüccar ve ev kadınları bu konuda nasıl bilgi edineceklerdir? Zaman zaman, çeşitli vesilelerle, zor da olsa onları toplayıp kısa konferanslarla bilgi vermek olanaklıysa bile, bu çaba iyi sonuç veremeyecektir. Çünkü Atatürk’ü ve devrimlerini anlayıp öğrenmek, belirli bir kültür birikimi gerektirmektedir. O halde, Atatürkçülük halk dinini çağdaşlaştırmak için tek başına yeterli olamayacaktır.

Acaba çağdaş olmayan halk dininin karşısına çağdaş bir halk dini ve çağdaş bir seçkinler dini çıkarabilirsek, sorunu çözümleyebilir miyiz?

Ben çözümleyebiliriz diyorum. Nasıl mı? Çağdaş Seçkinler (Aydınlar) dini, Diyanet İşleri Başkanlığının sorumluluk alanındadır. Ancak Diyanet İşleri Teşkilatının ve uygulamalarının ve elbette ki mevzuatının reform yoluyla çağdaşlaştırılması gerekmektedir.

Türkiye uygarlıklar çatışmasının orta noktasındadır. Kemalist ulusçuluğun farkında olanlar, Türkiye üzerinde oyun oynamaktadır. Bir kısım düşünce teorisyeni (Toffler gibi), Kemalizm’in misyonunu yitirdiğini ve artık ılımlı İslam’ın tartışılması gerektiğini ileri sürmektedir.

Ben, bizi bizden iyi bildiklerini iddia eden ve kendilerinde müthiş bilimsel keramet vehmeden sözde bilim adamlarına (yabancı bilim adamlarını kasdediyorum) hadlerinin fikir yoluyla yani bilimsel olarak bildirilmesi taraftarıyım. Bununla da yetinmeyerek, bizim başkalarının reçeteleri ile değil, kendi reçetelerimizle —yani lafla değil eylemle— reform veya devrim yapmaya gücümüzün yettiğini de kanıtlamamız gerektiğine inanıyorum. Atatürk’ün çocukları olduğumuzu kanıtlamanın başka bir yolu daha var mı?

Ilımlı İslam, çok yuvarlak ve iyice açıklanması gereken bir kavram. Onu ancak biz açıklarız. Çünkü gerekli bilgi ve deneyim birikimi yalnızca bizde, yani Türklerde var. Arapların ve diğer müslüman ulusların bu konudaki bilgi ve deney birikimi bize oranla çok çok eksiktir.

Bizim yapmamız gereken, Kemalizmin, yani Atatürkçülüğün emrinde veya hizmetinde bir ılımlı İslam oluşturmaya gayret etmektir. Elbette bazı çevrelerce sahte birtakım modeller yaratılmaya çalışılacaktır. Halen bunlardan birkaç tane var. Hangi cemaatlerden söz ettiğim herhalde anlaşılmaktadır.

Bu uğraşta kişiler ve kurumlar çok önemlidir. Ancak laiklik, devletin böyle bir faaliyete girişmesine engeldir. O zaman bu görevi sivil toplum örgütleri yerine getirmelidir. Bu örgüt, vakıf veya dernek şeklinde kurulabilir. Bunun için hazır model zaten vardır: Ahilik. Bütün sorun ahiliğin eğitim modelini günümüz koşullarına uyarlayarak uygulamaktır. Elbette adı Ahilik olmayacaktır bu kuruluşun. Başka bir ad bulmak gerekir.

Bazı araştırmacılar (bilim adamları), halk evleri ve köy enstitüleri kurulurken, Atatürk’ün ve bunları kuranların Ahilik’ten esinlendiği sonucuna varmaktadır.

Cumhuriyetin 76. yılında diyoruz ki:
“Kültür ve sanat alanlarındaki düzenleme gereksinmesinden kaynaklanan kurumlaşma olgusu, yalnızca istemekle gerçekleşemez. Yasallaşması bir gereksinmeyi karşılamasını, süreklilik kazanmasını, süreklilik kazanması ise partilerüstü bir anlayışla hazırlanmasını, kurumlara kazandırılacak özerkliğin Anayasanın güvencesi altına alınmasını zorunlu kılmaktadır. Bu yapılmazsa, iktidar değişikliklerine bağlı olarak varlık kazanan ya da yörüngesinden saptırılan sözde kurumlar yaratılmış olur”

7- Halkın, kültürüne nüfuz etmiş bulunan halk dini ideolojisinden vazgeçebilmesi için, ayrıca, önemli sosyal sorunların akla uygun süreler içinde çözümlenmesi gerekmektedir: iş bulma, sağlık hizmetleri, bayındırlık hizmetleri gibi.

8- Özgür düşüncenin topluma maledilebilmesi için eğitimcilere büyük iş düşmektedir. Özgür düşünce, yaratıcılığın ve her türlü gelişmenin temel koşuludur. Ancak özgür düşüncenin, fikir anarşisi haline gelmemesi veya demagojiye dönüşmemesi için de gerekli pedagojik ve yasal önlemlerin alınması şarttır. Bunlar da eğitimcilere ve T.B.M.M.’ne düşen görevlerdir.

KAYNAKÇA

  • Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma.
  • Kafkas, Gürşen, “Atatürk’ün Kültürel, Sanatsal ve Sosyal Yapılaşmadaki Devrimleri”, Atatürkçü Düşünce Derneği Konferansı.
  • Mardin, Şerif, Din ve İdeoloji, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi yayını.
  • Söğüt, Nural, “Ulus Devlet ve Alt Kimlikler”, Atatürkçü Düşünce Derneği Konferansı.

* heteros: başka, diğer; doxa: görüş, kanaat; orthos: doğru, gerçek.

Aytaç Barkot
+ Son Yazılar