Nasıl çıkmalı işin içinden? Kapıları, pencereleri hiçle tıkadılar, merdivenleri söktüler…”
Jack ya da Boyun Eğme – E. Ionesco
1950’li yıllarda ortaya çıkmış olan absürt tiyatro, insanlığın geçmişi ve geldiği yerle derinden ilişkilidir. Temel çıkış noktasını insanın yeryüzündeki anlam sorunundan alan bu söylem, tiyatro tarihinde (belki de sanat tarihi içinde) en keskin biçimsel farklılaşmalardan birini ortaya koymuştur. Dünyaya atıldığı andan itibaren insanoğlu bu koca evrende kendini eğreti hisseder. Sanayi devrimi ile birlikte bu eğretiliği ve anlamsızlığı iyice su yüzüne çıkmıştır. Her teknolojik devrimde (ateşin kontrolü, alet üretimi, tarım vb.) doğayla ilişkisi değişen insan, yeni mitoslarla birlikte kendi anlamını üretir. Fakat sanayi devrimi ve iki dünya savaşı sonrası mitos üretilemez olmuştur. Büyük ümitlerle ortaya çıkan ideolojiler bireyi tutsaklaştırmış, makineleşen toplum içinde insan ruhu iyice ezilmeye başlamıştır. İş gücü ihtiyacı kırdan kente göçü tetikler. Kent nüfusu arttıkça insanlar daha da yalnızlaşır. Milyonların yaşamaya başladığı kentlere göç eden birey, doğadan ve kendi doğasından kopar. İlk çığlıklar her zaman olduğu gibi sanatçılardan ve filozoflardan gelmeye başlar. Nietzsche, Camus, Kierkegaard, T.S. Eliot, Antonin Artaud vb. çığlıklar art arda gelir. Temelde yabancılaşma ve anlamsızlaşma ortaya konur. Bu çığlıklar, yüksek kar marjları ve “ilerleme” için duymazlıktan gelinir…
Yokluğu kolayca paylaşan insanlık, ilerlemeyle ortaya çıkan varlığı paylaşmakta sorun yaşar. Peş peşe iki dünya savaşı patlak verir. Değerlerin en yücesi olan insan yaşamı kolayca ortadan kaldırılır. 50 milyonun üstünde insan yaşamını yitirmiştir. Şiir, söz, sanat kurumuş katılaşmıştır. İşte tam bu anda klasik tiyatronun söylem şekli yetersiz kalır. Tiyatroda bir dönüşüm başlamıştır. Bu dönüşümün en belirgin olduğu alan da dildir. Ne gariptir ki, kutsal kitapların temelini “kelâmdan” alan kıta Avrupa’sında, sözün anlamı kalmamıştır. Picasso’nun deseni eğip bükmesi gibi, günlük yaşam da artık bir şey söyleyemeyen, anlam ortaya koyamayan (anlamsızlaşan) dili eğip bükmeye başlar absürt yazarlar…
Bayan Smith: Yoğurt, mideyle böbrekler için çok iyiymiş. Apandisit ve kutsama için de… Bunu bana Doktor Mackenzie King söyledi –hani şu komşumuz John’ların çocuklarının doktoru. Çok iyi bir doktor. İnsan güvenebiliyor. Önce kendi üzerinde denemediği hiçbir ilacı hastalarına vermez. Parker’ı ameliyat etmeden önce kendini ameliyat etti, hâlbuki hiçbir şeyciği yoktu.
Bay Smith: Peki öyleyse Parker öldüğü halde doktor niye hâlâ yaşıyor?
Bayan Smith: Neden olacak canım ameliyat doktorda başarılı geçti de Parker’da başarılı geçmedi, ondan.
Bay Smith: Öyleyse Mackenzie iyi bir doktor değil. Ameliyat ya ikisinde de başarılı geçmeliydi, ya da ikisi birden ölmeliydi.
Kel Şarkıcı – E. Ionesco
Aynı oyunda Smith’lere misafirliğe gelen ve ev sahiplerini bekleyen çiftin söyleşmelerine bakalım:
(…)
Bay Martin: Sayın bayan, siz bana bavulunu kaldırmamı söyleyip sonra teşekkür eden, sonra da sigara içmem için izin veren hanımefendi değil misiniz?
Bayan Martin: A tabii, muhakkak ben olmalıyım! Aman ne tuhaf, aman ne tuhaf, hem de ne tesadüf!
Bay Martin: Pek acayip doğrusu, çok tuhaf, ne tesadüf! ÖYLEYSE… öyleyse belki tam o anda tanıştık, bayan!
Bayan Martin: Pek acayip doğrusu, hem de ne tesadüf! Gerçekten mümkün, ama hatırladığımı hiç sanmıyorum sayın beyefendi.
Bay Martin: Ben de bayan.
(Bir an sessizlik. Saat 2 kere, sonra da 1 kere çalar.)
Bayan Martin: Ben Londra’ya geldiğimden beri Bromfield sokağında oturuyorum, sayın beyefendi.
Bay Martin: Ne tuhaf, ama öyleyse, öyleyse belki de Bromfield sokağında tanıştık, sayın bayan.
Bayan Martin: Aman ne acayip, ne tuhaf! Olmayacak şey değil. Ama hatırlayamıyorum, sayın beyefendi.
Bay Martin: Ben 19 numarada oturuyorum, sayın bayan!
Bayan Martin: Tanrım ne acayip! Ben de 19 numarada oturuyorum, sayın beyefendi.
Bay Martin: Ama öyleyse, ama öyleyse, ama öyleyse, ama öyleyse, ama öyleyse, belki de birbirimizi o evde gördük, sayın bayan.
Bayan Martin: Niye olmasın? Ama ben hatırlayamıyorum, sayın beyefendi.
Bay Martin: Benim dairem 6. katta 8 numara sayın bayan!
Bayan Martin: Pek acayip, aman Tanrım ne tuhaf şey! Hem de ne tesadüf! Ben 6. katta, 8 numaralı dairede oturuyorum, sayın beyefendi.
Bay Martin: Aman ne acayip, aman ne acayip hem de ne tesadüf! Biliyor musunuz, benim yatak odamda bir yatak var; üzeri yeşil pikeyle örtülü. Bu yataklı, yeşil pikeli oda koridorun sonunda, banyoyla kütüphanenin arasındadır, sayın bayan.
Bayan Martin: Ne tesadüf, Tanrım ne tesadüf! Benim yatak odamda da yeşil pikeli bir yatak var; hem bu oda koridorun sonunda, banyoyla kütüphanenin arasındadır, sayın beyefendi.
Bay Martin: Ne acayip, ne tuhaf! Öyleyse bayan, biz aynı odada oturuyor, aynı yatakta yatıyoruz. Belki de orada karşılaştık.
Bayan Martin: Aman ne acayip, hem de ne tesadüf! Orada tanışmış olmamız pekâlâ mümkündür; hem de belki de dün gece. Ama hatırlayamıyorum, sayın beyefendi.
Bay Martin: Benim küçük bir kızım var, sayın bayan. Benimle oturur. İki yaşında, sarışın, pek güzel. Bir gözü kırmızı, bir gözü de beyaz. Adı da sayın bayan, adı da Alice.
Bayan Martin: Ne acayip tesadüf! Benim de küçük bir kızım var. İki yaşında, bir gözü beyaz, bir gözü kırmızı; çok da güzel. Onun da adı Alice, sayın beyefendi!
Bay Martin: Pek acayip doğrusu, hem de ne tesadüf! Pek tuhaf! Belki ikisi de aynı Alice’tir, sayın bayan!
Bayan Martin: Aman ne tuhaf! Pekâlâ mümkün, sayın beyefendi.
(Uzunca bir sessizlik. Saat 19 kere çalar.)
Bay Martin: Öyleyse sayın bayan, daha önce görüştüğümüze, sizin de benim karım olduğunuza hiç şüphe yok… Elizabeth, yine buldum seni.
Bayan Martin: Donald, demek sensin sevgilim!
Mary: Elizabeth ve Donald. Elizabeth ve Donald beni duyamayacak kadar mutlular. Onun için ben size bir sırrı rahat rahat söyleyebilirim. Burada ne Elizabeth Elizabeth, ne de Donald Donald. İşte ispatı: Donald’ın bahsettiği çocuk, Elizabeth’in çocuğu değil. İkisi aynı çocuk değil de ondan. Donald’ın kızının bir gözü kırmızı bir gözü de beyaz. Tıpkı Elizabeth’ in kızınınki gibi. Ama Donald’ın çocuğunun sağ gözü beyaz, sol gözü kırmızıyken, Elizabeth’in çocuğunun sağ gözü kırmızı sol gözü beyaz! Böylece bu son engelle Donald’ın bütün sistemi çöküyor. Su götürmez birer ispat gibi gelen bütün o inanılmaz tesadüflere rağmen, Donald’la Elizabeth aynı çocuğun anne ve babaları olmadıklarına göre Donald’la Elizabeth değiller. O kendisinin Donald öteki de kendisinin Elizabeth olduğundan yüzde yüz emin. Adam kadının Elizabeth, kadın da adamın Donald olduğuna bütün gücüyle inanıyor. Ama kocaman birer yanlış yaparak. Ama gerçek Donald kim? Gerçek Elizabeth kim? Kim istiyor bu karışıklığı uzatmayı? Bilmiyorum. Siz de bilmeye çalışmayın. Her şeyi oluruna bırakın.
Bay Martin: Sevgilim, birbirimizi tekrar bulduk artık. Şimdiye kadar aramızda geçmeyenleri unutalım; bundan sonra da kaybolmadan eskisi gibi yaşayalım.
Bayan Martin: Olur sevgilim.
—
Absürt tiyatro bulunduğu döneminin ruhunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Bunu yaparken de imge zenginliği çok yüksektir. Dönem içinde en çok saçma, bunaltı, korku, kaygı vb. kavramlar kullanılmıştır. Bu kavramlara baktığımızda karamsar bir hisle dolarız. Fakat absürt tiyatronun konu ve kavramları ne kadar karanlık olursa olsun, özellikle Beckett ve Ionesco oyunlarının sahneleme tarzı, zıt bir şekilde soytarılığa, Anadolu’daki orta oyununa benzerlikleri olan İtalyan halk tiyatrosu commedia dell’arte’ye benzer. Bu nedenle de seyirciyi içine dolaysızca çeker.
Sinemada bu biçimin etkilerini ya da benzerlerini görebiliriz. Yönetmenliğini Jean-Pierre Jeunet ve Marc Caro‘nun yaptığı 1998 yapımı Delicatessen (Şarküteri) filmi bizi bir Ionesco oyunundaymışız hissine sokar. Macar yönetmen Béla Tarr‘ın 2011 yapımı, sarsıcı filmi “Torino Atı” 1950’de atılan çığlığın günümüzdeki yansıması gibidir. Büyük bölümü sözsüz anlatımla geçen filmde, bir haberci gibi gelen Bernhard, uzun bir tiratla dış dünyanın ne halde olduğunu anlatır:
“… Çünkü görüyorsun sen de, dünya bayağılaştı. Benim ne söylediğimin bir önemi de yok, çünkü her şey satın alınarak değersizleştirildi. Sinsi, alçakça bir savaşla ele geçirdiklerinden beri, her şeyi adileştirdiler. Her neye dokundularsa, ki her şeye dokundular, onu değersizleştirdiler…
… Çünkü gökyüzü şimdiden onların, düşlerimizin olduğu gibi. Onların zaman, doğa ve sonsuz sessizlik. hatta ahlâksızlık bile onların, anladın mı?”
Ionesco ve Beckett’ın ortaya koyduğu söylem benzer şekilde Tarr’ın anlatımında da karşımıza çıkar. Burada ortak olan şey, derin bir duyarlılıkla insanlık için ağıt yakılmasıdır. Bu hissiyat, sanat dışında başka hiçbir araçla bu seviyede anlatılamaz.
Bu biçimin “absürt” ismini almasının nedeni (Türkçeye Uyumsuz Tiyatro olarak çevrilmiştir) başta söylediğimiz eğretiliğe ve anlamsızlığa çözüm öner(e)memesidir. Sadece tiyatro değil (İki Dünya Savaşı’ndan sonra) tüm insanlık çözüm konusunda çaresizdir. Bu çaresizliğin anlaşılması ancak absürt tiyatronun trajik olanla karşılaştırılmasıyla açığa çıkabilir. Bu karşılaştırma olmadan, absürt tiyatro birçok kişinin adlandırmasıyla “anlamsız, garip, grotesk veya saçma” olarak kalabilir. Hâlbuki absürt tiyatro “anlamsızlığı ve saçmalığı” kendine konu edinir… Trajik olan anlaşılmadan absürt tiyatroyu anlamak pek de kolay değildir. Peki, trajik olan nedir?
Trajik durum ortaya çıkmak için, trajik bir kahramana ihtiyaç duyar. Trajik kahraman, seçebileceği başka seçenekleri olmasına rağmen yüksek bir değerin savunucusu olarak sahneye çıkar ve bu değer için kendini feda eder. Onu sıradan bir insandan ayıran özelliği de yüksek bir değer için yok olmasıdır. Bu anlamda Deli Dumrul hikâyesinde Deli Dumrul’un karısı trajik bir kahraman olarak ortaya çıkar. Azrail karşısında kendi canına karşılık bir can arayan Dumrul’a sadece karısı canını verir. Dumrul hikâyesinde trajik son yoktur. Ama trajik durum oluşur. Bir tarafta hayat, bir tarafta sevgi arasında seçim yapmak zorunda kalan kadın, kendini feda eder ve trajik durum oluşur.
Antigone hikâyesinde aynı durumla karşı karşıya kalan iki kız kardeş ortaya çıkar; Kız kardeşi İsmene otoriterin söylediğine karşı çıkmazken, Antigone insan olmamızın temel unsuru olan vefa, adanmışlık değerlerini ön plana çıkartarak kendini feda eder. Burada içgüdüler, hayatta kalmamız gerektiğini söyler ama insanı farklılaştıran, içgüdünün üstüne çıkıp yüksek değerleri hayata geçirmesidir. İşte trajik kahraman bize “insan” olmanın yüceliğini gösterir, özgür iradesiyle insanlık değerlerini ortaya çıkartır.
Trajik edim, rasyonel aklın edimi olamaz. Bu ancak trajik kişinin yapabileceği ve trajik durumu yaratan koşulların o kişiyi o edime yönlendirmesiyle meydana gelir. Yani trajik olan, değerleri üstünde taşıyan “insanın” bir durumudur. Bir durumun trajik olabilmesi için bir değerin yok olması, bu değerin yok olmasına da başka bir değerin sebep olması gerekir. Trajik çatışmada çatışan değerlerin özelliği, yok edilenle yok eden değerlerin her ikisinin de yüksek ve aynı zamanda pozitif iki değer olmasıdır… Scheler, üstün değeri yok eden aşağı bir değer olursa, trajik olanın yine ortaya çıktığını söyler. Trajik olan, değerlere bezenmiş ve yüklenmiş insanın temel bir unsurudur. Her zaman değerler ya da değer karşılaşmalarıyla ilgilidir.(1)
“Trajik diye adlandırılabilen her şey, değer ve değer ilişkileri alanında olup biter.”(2)
Max Scheler trajik durumun pozitif bir değerin yok olmasıyla ortaya çıktığını söyler. Trajik kahraman da bir değer, bir erdem uğruna kendi sonunu hazırlar. Ancak absürt kişide böyle bir durum söz konusu olamaz. Çünkü ortada ne bir değer ne de erdem kalmıştır…
Kaynakça:
1) Max Scheler ve F. Nietzsche’de Trajik Olan, I. Kuçuradi
2) Max Scheler