Okuma süresi: 7.17 mintues

Bireyin, kendisini “toplum” olarak adlandırılan bir şeye karşı ait hissetmesi; kültürel yapı ve ilişkilerin yansımasının zihin yoluyla içselleştirilmesi ve bunun etrafında toplanmasıyla ortaya çıkar. Bu toplaşma organizmanın kendi bütünlüğü içinde zorunlu gibi gözükse de büyük ölçekte sebebi sevgidir. Büyük ölçeğe, büyük resme odaklandığımızda Jung, toplumların (beşerin) hareketini “gözü olmayan dev bir solucan” olarak betimlemiştir. Göz (gaye) olmadığında, toplum içgüdüleriyle (şehvet-şiddet) hareket eder.

En basit haliyle ilk-el kabilelerden, görece gelişmiş (teknolojik olarak) toplumlara kadar olan topluluk yapıları içindeki insan ilişkileri ele alındığında organizmanın evrimi görece yavaş devam etse de aklın evrimi kültürel açıdan bakıldığında çok hızlı bir şekilde, eşzamanlı ve sürekli olarak varoluşta kendini yine edimselliğinde göstermektedir. Fakat bu oluşun, kendisinin ilerlemeci olarak anlaşılması yani kendi halinde bir kemâle ereceğinin ve bir gün –çok uzak bir galakside– olacağının/gerçekleşeceğinin umudu bir kabuldür ve konfor sağlar ama temelinde bu bir illüzyondur. Ya da diğer tarafından bakılırsa, bir şeylerin olmuyor oluşu hususundaki umudun yitimi de yine başkaları yüzünden (toplumun suçlanması) olmayışının kabulü konfor sağlar ama yine bu da bir illüzyondur. Ne yapacağız?

“Sorun bende değil sistemde.”

Öyle bir sistem ki, teknolojinin ilkel olduğu zamanlardan beri var ve hiç değişmiyor. Sanki başında tek bir kişi/şey var ve o hüküm veriyor. Sistemi kurmuş ve dışına çıkmış. Usta gelip tamir etmiş ve çekip gitmiş artık sorunlu olsa da bu sistem devam ediyor.

“Onlar yapıyor/ediyor benim bir gücüm yok.”

Kim onlar? Onların yapmasına izin veren şey ne ve ne yapıyorlar? Yapan kişiler, akıl yoluyla oluşturulan yasalar (Anayasa) çerçevesinde her bir vatandaşın kabulüne dayanarak oluşturulan toplum –sevmediğim şeyler olduğu zaman başkaları. Doğada yok-varlık olan bu kavramları duyular yoluyla kavrayamayız –yani sokağa çıktığımızda bir karşılığı yok ve fakat bunu her seferinde aklın edimselliğinde görüyoruz. Bu kavramlar soyut kavramlar olduğu için, çocuk bilinci (sadece duyulara gelen bilgiyi işleyen ve yine bu bilgiyi harekete ve zaman içindeki değişimlerine bağlı olarak işleyen, dışavurumlarında sadece bu bağlamdaki sınır koşullarıyla hareket eden bilinç tipi) bunu kavrayamıyor ve onun dışında başkalarının karar verdiğini varsaydığımız bir düzlemde, algısal gerçeklik içerisinde yaşıyor(uz).

Toplumsal hayatın içinde eylemlerimizi sınırlandıran şeyler ilk önce kültürel yapılar ve sonrasında yasalar(dır) (akılsal yapılar). Kültürel yapılar akılsal olmak zorunda değil ama yasalar akılsal olmak zorunda. Eğer olmazsa kabile-aşiret toplumu oluyor ve çoğunluğun (toplumun) hakları değil o kabilenin başındaki kişinin inisiyatifinde kalmış oluyor. Eğer bunu akıl yasalarına bağlı olarak yaparsa Filozof Kral oluyor, yapmazsa Diktatör.

Modern toplumun pozitivist bilim anlayışını benimsemesi ve bunu psişesine de dayatmaya çalışması, kendisiyle arasında çok temel bir yarılmaya yol açmaktadır. Bilimsel olanın (duyular yoluyla algılanıp, zaman düzleminde işlenen ve neden-sonuç ilişkileriyle kavranan olguların) dış dünya düzeninin anlaşılabilmesi açısından zorunluluğu kuşkusuzdur. Sağladığı konfor ve zenginlik tartışılamaz. Tartışma konusu, bunun iç’e olan yolculukta da bir yol gösterici olduğu varsayımıdır. Tam tersi de yine aynı problemi barındırır; iç dünyada gerçekleşen şeylerin dış dünya düzenine dayatılması. Duygularımız vasıtasıyla toplumsal düzeyde bir düzen kuramayız. Bunlar birbirinden ayrılmaz (güneş balçıkla sıvanmış) olmasına rağmen kendi bulundukları mertebeye göre değerlendirilmelidir.

Mesela, bir bina inşa ederken hep temelinin öneminden bahsederiz. Onun sağlam olmasından ve üstüne çıkılan yapı elemanlarının temel sağlam olduktan sonra her halükârda ayakta duracağı şeklinde bir analojiyle insanın sağlam bir temeli olmasının gerekliliğinden bahsedilir. Bu doğru bir benzetmedir ve deprem anında temeli olmayan bir yapının diğer yapı elemanları (kolon-kiriş), en alt seviyede birbirlerine bağlı olmadığı durumda (temeli yoksa) –kendi başlarına buyruk– olarak hareket eder ve yüksek bir ihtimalle bütün yapı çöker. Bütün bu anlatımlara ek olarak “zemin” ortamını benzetmeye ekleyip bunu da bilinçdışına benzetebiliriz. Eğer zemin (kültür-kolektif bilinçdışı) kötüyse, iyileştirmeniz gerekir –üzerine ne inşa ederseniz edin… Burada iyileşecek bir şeyden kasıt, “anlamaktır”. Konumuza geri dönersek, bütün bu sürecin, yapı-zemin-temel’in hesabı, dış dünyadan gelen veriler yoluyla yani akıl-geometri ile gerçekleştirilir. Yukarıda anlatıldığı şekliyle akılsal olarak dikkate alınmazsa bütün yapı çöker. Fakat bunu en basit haliyle “Ne için?” yapacağımız sorusuna akıl cevap veremez; sonsuza gider. Oturmak için, daha konforlu bir hayat sürmek için, para kazanmak için, dünyayı daha iyi bir hâle getirmek için… Bunlar aklın verebilmeyi deneyeceği cevaplar ama kendi kuyruğunu yiyen yılana dönüşeceği yani bir anlamda kendi kendini besleyen (feedback) bir şey olacağıdır.

Carl Jung, Collected Works, Vol. 14 para. 513 (Ouroboros)

C.G. Jung’dan bir alıntıyla devam edelim:

“Orta çağ insanına dünya ne kadar da farklı görünüyordu! Onun için yeryüzü ebediyen sabitlenmişti (olup bitmişti) ve evrenin merkezinde hareketsizce dinleniyordu… İnsanların tümü; kendilerini ebedi kutsanmaya hazırlayan En Yüce’nin sevgi dolu bakımı altında Tanrı’nın çocuklarıydı ve hepsi yozlaşmış bir dünyadan, dürüstçe ve neşeyle dolu bir varoluşa yükselmek için ne yapmaları ve nasıl davranmaları gerektiğini tam olarak biliyordu. Böyle bir hayat artık bize rüyalarımızda bile gerçek görünmüyor.” (Modern Man in Search of a Soul)

Tarihsel olarak zamanı algılamak da ne halde olduğumuzu bir nebze de olsa duyumsatıyor:
“Küçük ve saklı olan, içeriye (bilince) doğru götüren kapıdır ve giriş, sayısızca önyargı, yanlış varsayımlar ve korkuyla engellenmiştir. Kişi, her zaman toplumu bataklığa düşüren o büyük politik ve ekonomik planları duymak ister. Bu nedenle, birisi ‘gizli kapılar, rüyalar ve içindeki dünyadan’ bahsedince kulağa garip (grotesk) geliyor olabilir. Peki bu yavan idealizmin, devasa ekonomik programlarla, sözde –gerçekliğin problemleriyle– ne gibi bir ilgisi var?

Çünkü ben uluslara seslenmiyorum; çok az bir kitleye, kültürel değerlerin cennetten bir manna[1] gibi gelmediğinin söylenmesinin gerek bile olmadığı ve fakat bireylerin ‘ellerinden’ çıktığını bilenlere sesleniyorum. Eğer işler dünyada kötü giderse, bunun nedeni bireyle ilgili bir sorun olduğundan, benimle ilgili bir sorun olduğundan ötürüdür. Bundan dolayı eğer duyarlıysam, kendimi ilk sıraya koymalıyım. Bunu gerçekleştirebilmek için –dışardaki otorite artık bana hiçbir şey ifade etmediğinden dolayı– varoluşumun en derinindeki temellerinin hikmeti gerekmekte, bunu da yapabilmek için kendimi insan psişesinin kadim hakikatlerine dayandırmalıyım.”

Akıl toplumu olmadığımız ve bu bağlamda üzerine düşünülüp bedelleri ödenerek oluşturulan kategorik bir düzenimiz (enstitüler, kurumlar) olmadığı için ne yaşıyorsak olması gerektiği gibi yaşıyoruz. Bunları bir belirti olarak ele alıp insanın kendisini dönüştürmesi kaçınılmaz hale gelene kadar böyle yazıları birileri yazacak, birilerinden yansıyacak. Yoksa hoşumuza giden/gitmeyen şeyler, dışarıda başkalarının yaptığı şeyler olarak kalıp, bütün dünyayı (ilişkileri) çocuk bilinciyle idare etmeye çalışacağız. Herkes kendisi için bu yolu yürümek zorunda, aklımızı ipotek edemeyiz. Edersek köle oluruz. Başkasına da değil, şeylere.

[1] Manna: İncil’de bahsedilen ve İsraillilere mucizevi bir şekilde çölde sağlanan yiyecek. (Exodus 16)

 

+ Son Yazılar