İki farklı akıldan söz edebiliriz:

1- Ruh ve bedenden oluşmuş insanın “yaratılmış aklı”

2- Bu aklın nedeni olan “tanrısal akıl”

Birincisi “sınırlı” ve fenomenal dünyaya bağlıdır, ikincisi “sınırsız” bir yapıdır. Buradaki sorun sınırlı bir varoluşun başlangıçta sınırlı olarak tanımlanmış bir şeyi kavrayıp kavrayamayacağı sorunudur. Yani yaratılmış insan aklının kendisine nesne olarak aldığı her anlaşılabilir olan şey, aklın işleyiş kurallarına ve yapısına uygun olmak zorundadır. Eğer bu gerçekten böyle ise, o takdirde insanın Tanrı’yı bilmesi mümkün değildir; çünkü biz sınırlı yapıya sahip bilen olduğumuzdan, O’nu bilmek uğruna yanlış anlamaya yönelik bir teslimiyet içindeyiz demektir.

Aquinas’a göre insan Tanrı’yı bilebilir. İnsanın en yüksek mutluluğu kendisinin en yüksek işlevini kullanmasına dayanır; bu da aklın eylemidir. Eğer yaratılmış aklın Tanrı’yı hiçbir zaman göremeyeceğini düşünürsek, bu akıl ya hiçbir zaman mutluluğa ulaşamayacaktır veya mutluluğu Tanrı’nın dışında başka bir şeye dayanacaktır.

Yaratılmış herhangi bir şeyin kendisini yaratan “ilke”ye doğru giden bir yolu amaçlaması gerekir. Doğal şeyler, ancak kendi ilkelerini buldukları anda yetkinliklerine kavuşurlar; çünkü bu durumda “aktüel” hale gelecek başka bir “potansiyellik” durumu kalmamış demektir. Bu da insanın saflığını gerçekleştirmesi, düşmüşlükten kurtulması anlamına gelir.

Platon, Theaitetos’ta Sokrates’i şöyle konuşturur:

Daha gebe kalabilecek ve doğuracak hiçbir kadın başkalarını doğurtmak için bu mesleğe giremez. Bunu ancak artık doğuramayacak olanlar yapar.

Sanatta da yetkinlik artık cevabı verilmemiş soru kalmadığı andan itibaren başlar. “Bir şey kendi ilkesine ulaştığı anda kendi yetkinliğine sahip olur.” Bir yaratılmış olarak insanın farkına vardığı her etkinin nedenini bulmak ve onu bilmek gibi kendiliğinden bir arzuya sahiptir. Böyle bir arzunun, isteğin amacına ulaşamaması gibi bir durum söz konusu olamaz. Dolayısıyla, Tanrı bir ilk neden olarak bizim tarafımızdan bilinmesi gereken bir yapıdır. Aksi takdirde, insanlardaki nedenleri bilme isteği boşuna bir varoluşu işaret etmiş olacaktır.

Aristoteles’in Metafizik adlı eserinde, bu bilme isteği insanda hayret uyandırır. Başlangıçta ve şimdi insanları felsefe yapmaya iten şey “hayret” olmuştur. Onlar başlangıçta açık güçlükler karşısında hayrete düşmüşlerdir. Ay, güneş ve yıldızlara ilişkin olayları ve dünyanın oluşumu gibi daha büyük sorunları ele almışlardır. Şimdi bu sorunu fark etmek ve hayret etmek insanın kendisinin bilgisiz olduğunu kabul etmesi demektir. Bu pasaj “etki”den yola çıkarak “neden”in bilgisine ulaşma çabasını özetler.

Duyu ya da imgelem tarafından görüntüsüne ulaşılamayacak olan Tanrı, sadece akıl tarafından görülebilir bir varoluştur. Aristoteles’in Metafizik’inde “Tanrısal Aklın Mahiyeti” adlı bölümde, tanrısal düşüncenin düşündüğü şeyin kendisi olması gerekir; çünkü o var olan en mükemmel şeydir ve onun düşüncesi “düşüncenin düşüncesidir.” Plotinos, Aristoteles’in “arkhe”nin düşündüğü yolundaki iddiasını çürütmeyi dener. Burada düşünme eylemi başlı başına bir sorundur. Düşünme eylemi beraberinde bir ikilik taşır. Bir eylemin söz konusu edilebilmesi için düşünen bir özneye ve düşünülen bir nesneye gereksinim vardır. Bu noktada kendi içinde ikiliğe sahip olan bir eylem asla birincil neden olamaz; çünkü birbirinden nitelikçe farklı iki şeyin bir etkinlik için bir araya geliyor olması, o iki şeyi bir arada tutmak, bir “birlik” idesini zorunlulukla beraberinde getirir ki bu da kendisi “ilk neden” olan Tanrı için asla düşünülemez. (Konunun Aristoteles’in entelekheia kavramı ve herhangi bir Hıristiyan yaratılışçı kaygıdan uzak değerlendirilmesi gerekir.)

Aquinas’a göre, Tanrı bizzat kendi ışığından pay verdiği insan aklına kendi özünü eklemek yoluyla bizim onun varoluşu (çünkü onun varoluşu aynı zamanda özüdür de) hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır. Bu tanrısal ışık insanın bir Tanrı bilincine sahip olması konusunda insana yardım etmektedir. Bu yaratılmış ışık aracılığıyla insan aklı Tanrı’nın özüne ulaşmak için bir benzerliğe gereksinim duymayacak, ancak bu şekilde kendi yetkinliğini gerçekleştirebilecektir.

Augustinus da şöyle der: “Tanrı içimizde bulunur(Deus est in homine). O her şeyin ilk nedenidir. Bundan dolayı O hakikati temsil eder.

Aslında bu düşünce özellikle “Stoa Felsefesi”nde derinden yer etmiştir. Seneca Ahlâk Üzerine Mektuplar adlı eserinde şöyle der: “Tanrı’nın insanın içinde bir yerlerde olduğunu ve bütün bedensel yalnızlığımıza karşın içimizdeki Tanrı yüzünden asla yalnız olmadığımızı söylememiz gerekir.” (Epiktetos, Söylevler)

Augustinus, “Tanrı anlaşılabilir, tıpkı bilimin gözlenebilir olguları gibi. Ne var ki bunlar birbirlerinden pek çok bakımdan ayrılırlar. Zira dünya ışık gibi görülebilir. Ancak dünya ışık tarafından aydınlatılmadığı sürece görülemez. Yani herhangi bir şeyin anlaşılabilir bir nesne durumunda olması için onun bir ışık tarafından aydınlatılması gerekmektedir,” der.

Doğal nesnelerin görülmesi için gereken fizik ışığın kaynağı güneştir. Ancak insanın herhangi bir anlaşılabilir nesne üretmesi ve bu nesneyi kendi düşüncesine konu yapabilmesi için gereken ışık aynı fizikî kaynak olamaz; çünkü insan denilen yaratılmış varlık kesinlikle bileşik yapıdır. Bu dünya üzerinde gözlemlenen her şeyi canlı ve cansız olarak ikiye ayırmamız mümkündür.

Bir ruha sahip olanlara canlı, bir ruha sahip olmayanlara da cansız denmektedir. Aquinas’a göre, herhangi bir şeyin bir hayatının olup olmadığını anlamak için o şeyde iki temel (sine qua non) koşul aramamız gerekmektedir. Bu koşullardan ilki “bilgi”, ikincisi de “hareket”tir. Bizim için burada esas sorun bu iki koşulun “nasıl” veya “ne” aracılığıyla belirlenebileceğidir.

Hayatın ilkesi “cisimsel” bir durum değildir. Bununla birlikte, her türlü eylemin ilkesi olarak sadece “ruhu” görmek de doğru değildir. Bu duruma bir örnek vermek gerekirse, hayatın ilkesi “kalp” olmasına karşın kalp, ruh değildir. Benzer türden örneklerle bedensel duyularımızın ilkeleri de ruh değildir. Bedenin bizzat kendisi hayatın ilkesi olamaz. Eğer bedenin hayatın ilkesi olması gibi bir durum söz konusu olsaydı, o takdirde her bir bedenin kendi yaşamsallığının ilkesi olması gerekirdi. Hayatın ilkesi olarak düşünülmesi gereken ruhtur ve o da bedenin eylemidir. Bu bedenin fizikî ve organik bir beden olması gerekir. (Aquinas bununla formun aktüel hale gelmesine olanak tanıyan bir yapıyı anlatmak istemiştir.) Dolayısıyla her cisim, canlılığı ortaya koyabilecek bir olanağa sahip değildir.

Aristoteles’in De Anima’da (Ruh Üzerine) ortaya koyduğu ruh hakkındaki ilk tanıma göre, ruh fizikî organik bir cismin ilk edimidir. De Anima’da Aristoteles farklı iki ruhsal yetiden söz etmektedir: Birincisi, şeyleri (res) aktüel olarak anlaşılabilir hale getirmektedir (intellectus agents). İkincisi, aktüel olarak anlaşılabilir olan şeyleri bir habitus gibi kendisine almaktadır (intellectus possibilis).

Bu ikili ayrımı yapmamıza neden olan ve akılları çoğaltan (etkin ve edilgin akıllar olarak) nitelik farklılıklarıdır; çünkü Aristoteles’e göre “etkin akıl”, etkiye maruz kalmayan, yalın özelliklere sahiptir. Ölümsüz ve ebedidir. Tanrısaldır.

Turgut Özgüney
+ Son Yazılar