Tarzan, Augustinus, Hegel ve Türlü Yabancılaşmalar…

“Beni ben yapan bütünü kavrayamıyorum,” der Aziz Augustinus. Bu cümleyi, İsa’dan sonra 354 ile 430 yılları arasında yaşamış, Batı kilisesinin en önemli filozof-ilâhiyatçılarından olan Augustinus’un ağzından duymak ilginçtir. Çünkü Augustinus pagan inancını terk ederek Hristiyanlığa iman etmiştir ve Ortaçağ filozoflarının yürüttüğü “iman ve akıl” tartışmalarında mantıksal önceliği iman etmeye (emin olmaya) vermiştir. “Credo ut intelligam” yani “inanıyorum ki kavrayabileyim” sözüyle bilinir.

“Beni ben yapan bütünü kavrayamıyorum” ve “inanıyorum ki kavrayabileyim”.

Her iki cümle de Augustinus’a ait… Bu bir çelişki mi? Aristo mantığını takip edersek belki de öyle, ama Hegel’i takip edersek bu çelişki, tam da hakikat dediğimiz şeyin zamanın ve mekânın duvarlarına çarparak açığa çıktığı yer… Demek ki Augustinus boşuna ünlü eseri İtiraflar’ı kaleme almamış. Kendi günahlarını ve sevaplarını büyük bir samimiyet ile içebakış yöntemiyle ele alarak, kendi “ben”ine, “bilincin” gözüyle bakabilmiştir.

“Ben” sözcüğü bilincin kendine dönerek varlığını isimlendirdiği ilk sözcük. “Ben” sözcüğünü “özne”nin kendine seslenmesi olarak görürsek bu seslenişin hem bir varlık ifadesi/ayırt etme/ farkında olma hem de bir uzaklaşma yadırgama/yabancılaşma/dışlaşma süreci içerdiğini söyleyebiliriz.

“Ben”e bakmak için bu mesafeye ihtiyaç duyarız. Sözünü ettiğimiz süreç G.W. F. Hegel’in (Entäußerung), yani dışlaşma olarak anlattığı sürece denk gelmektedir. J. W. Goethe’nin “Kişi kendini bir başkasında tanır,” sözü tam da buraya yakışacaktır. G.W Hegel’in sözünü ettiği dışlaşma kişinin kendi varlığının üzerinde yükselip kendi tarihsel “ben”ine bakmasıdır. Bu da ancak varlığın kendi mantıksal karşıtı ile karşılaşmasıyla olur. Örneğin varlık-yokluk kavramlarının diyalektik çarpışmasından “oluş” halinin doğması gibi. Böylelikle Hegel sayesinde başka bir kavrayışa sahip oluruz: “İnsanı insan yapan nedir?” sorusu varlık ve yokluğun çarpışmasından gelen “oluş” kavramıyla yerinden oynar, sabitlikten kurtulur ve tarihselleşir. Hegel’e göre “yabancılaşma” sözcüğü (Entäußerung), ötekine dönüşen kendiliğe, Varlık’la varoluş arasındaki tarihsel ve dünyevi ayrıma atıfta bulunur. Yabancılaşma”yı anlamak için Hegelci görüşe göre insanın özüyle edimi arasındaki bağa bakmak gerekir. Oysa 20. yüzyılın Hegelci-Marksist geleneğinde yabancılaşma kavramı “beden- insan özü” arasındaki bağa atıfta bulunur.

Bütün bunları bir resme oturtmak için çok basit bir canlandırma yapalım. Tarzan karakteri hepimize aşinadır. Edgar Rice Burroughs tarafından 1900’lerin başında yaratılmış bir öykü karakteri olan Tarzan, gemideki isyancılar tarafından Afrika sahillerinde ıssız bir bölgeye bırakılmış İngiliz bir Lord ve Lady’nin oğullarıdır. Kısaca anımsayacak olursak, Tarzan, bebek iken anne ve babası ölmüş ve onu bir maymun türünün üyeleri yetiştirmiştir. Jane ile karşılaşana kadar kendi “ben”i üzerine bilinç sahibi değildir, kendini isimlendirmemiştir. Yani bedenine işaret ederek “ben Tarzan” demeye ihtiyaç duymamıştır.

Tarzan’ın Jane karakteri ile tanışması Hegelci anlamda bir diyalektik çarpışmadır. Böylelikle Tarzan’ın kendi ayırdına varması mümkün olmuştur. Karşılaşma sahnesini anımsayın: Jane kendi bedenini işaret ederek “ben Jane” dediğinde, Tarzan’ın ilk yaptığı onu taklit etmek olmuştu; yani kendi bedenine dokunarak “ben Jane” demişti. Çünkü onun için ilk başta “ben” sözcüğü Jane’in bedeni ile kodlanmıştı. Anlamı sonradan kavradığı için daha sonra “ben Tarzan” diyebildi. Her bir ben’in bağlı olduğu beden-edim ve ruh arasındaki bağları görerek aslında Jane (yani cins ve kültür anlamında karşıtı ve ötekisi) ile karşılaştığı için kendi kendinin bilincine vardı.

Tarzan’ın yerinde Wittgenstein olsaydı eminiz ki bu fırsatı kaçırmaz, gösterimsel (ostensive) tanım üzerinden belki de kişi zamirleri üzerinden Jane ile bir dil oyunu oynardı. Elbette böyle bir şey olamayacağı için bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ama üzerine (çok şükür ki) felsefe yapabiliyoruz.

Günümüz düşünürlerinden Franco Berardi Ruh İşbaşında (Metis 2012) adıyla Türkçeye kazandırılan eserinde “çalışma süreçlerinin ilerleyen bir biçimde zihinselleşmesini ve bu durumun neticede ruhu nasıl köleleştirdiğini” değerlendirir. Yazara göre “ruh işbaşında”dır: “Yabancılaşmanın yeni biçimi tam da budur. Arzulayıcı enerjilerimiz müteşebbis olma hülyalarıyla tuzağa düşürülür, libidinal enerjilerimiz ekonominin kurallarına göre düzenlenir, dikkatlerimiz sanal ağların eğretiliğinde hapsolur. Zihinsel faaliyetin her bir parçası sermayeye dönüşmek zorunda bırakılmaktadır. Özellikle “arzu”ya yeni değerler biçilir ve ruhun iş süreçlerine tâbi kılınması ile psikopatolojik sonuçlar yaratılır.” Modernlik sonrası insanın geldiği son nokta…

Tartışmalara daha güncel bir boyut katmak adına aşağıda iki genç kalemden iki yazıya yer vermek isterim. İlk yazı Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olan Sibel Çokşen’e ait. Çokşen, özellikle “kadın/erkek rolleri, toplumsal cinsiyet” tartışması üzerinden “vahşi” ve “modern” insanın yabancılaşma sürecine bakıyor.

İkinci yazımız yine Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuyan Bozkurt Toral’a ait. Toral ise Yabancılaşma’ya klasik Marksist geleneğin eleştirisi ve “Özcülük” tartışması üzerinden yaklaştı.

Keyifli okumalar diliyorum.