Sınır ben’dir.

Ben varsa sen de vardır. Ben, seni işaretler, sen beni.

Ben sen “varoluşlar coğrafyası”nın sınır çizgilerdir.

Bu sınırlar, ötekileştirme “kültürsüzlüğü”yle daha bir örülüp yükseltilir.

“Birey” olmak, “benci” olmak, dolayısıyla yanı başındakine duyarsız, ilgisiz bir “duvar” olmak halini alır.

“Komşunun” yerini “yabancı”, güvenin yerini “kuşku” alır.

Güven ki, sınırı “belirsizleştirir”, kuşku ise sınırı “derinleştirir.”

Ama sıra ben’in kendi isteklerine gelince sınır çekilmesini hiç sevmez. Ben sınırsız isteklerle nefsânîleşmeye hep eğilimlidir.

Bir ben’in “sınırsızlık” özlemini sınırsız istekler üzerinden doyurmaya kalkışması kadar o ben’i iflah olmaz bir “bencil” kılan başka bir şey yoktur.

Bu “nefsânî ben”dir ve başkalarına olduğu kadar kendine de zulüm eder.

Ruhunun “ağırlığı” özgürlük olan insanın “sınırsızlık özlemi” elbette anlaşılır bir şeydir ve de kaçınılmazdır. Yaradılışının hamuru, yazgısının manasıdır.

Bir kere, çamurun içine “ruh” üflenmiştir; sonlunun içine sonsuzluk; sınırlının içine sınırsızlık.

Bu durumda, ben’ini her şeye yayarak “benleştirmeye” çalışmak, burada ve şimdi kaydından her yerde ve bütün zamanlarda olabilmek özlemi, insanın ontolojik bir dürtüsüne karşılık gelir.

Çocuk buradan doğar, sanatçı buradan doğar, fatih buradan doğar, âşık buradan doğar, rekorlar da buradan doğar.

Ne var ki, ben, ne etrafı benleştirerek ne de, ben’de kalarak aşılması mümkün olmayan bir sınırdır.

O halde sorunun çözümü bensizleşmek midir? Hayır, bensizleşmek değil, ben’i nefsânîleştirmemektir. Başka bir deyişle, “beşeri ben”den, bir “rahmânî ben” çıkartabilmektir.

Bu anlamda ben, “ego zindanını” kuran bir “sınır” da olabilir, sınırsızlığa açılan bir “koridor” da olabilir.

Kolay değildir sınırlı gövdenin içinde, sınırsız ruhu temsil eden bir “ben” olmak, sınırlı ile sınırsız olanın  “sınırında” bulunmak.

Bu durumdur ki, “halifelik” makamını üslenecek kadar özel bir varlık kılar insanı, bir o kadar da trajik, bir o kadar da gerilimli.

Ama işte insanın konumu, tam bir “sınır” olma halidir. Sonlu ile sonsuzun, geçici ile ebediliğin, yokluk ile varlık’ın sınırında olma halidir.

İnsanın böyle “sınır varlık” oluşu, ben’ini hangi yönle bağlantılı olarak “aktive” edeceğini son derece kıymetli bir mesele kılar. Ya, ben’ini dünyeviliğin ve sınırlılığın içine gark ederek manadan ve sınırsızlıktan kopartacak, ya da dünyadan değil ama dünyevilikten arındırarak sınırsızlığa sınır olma “yapaylığına” son verecektir.

İlki ben’in ruhu mahvetmesidir. İkincisi ben’in kendini “mahvetmesidir.” İlki ben’e varlık vererek “sahte” bir varoluş edinmektir. İkincisi ben’e yokluk vererek  “hakiki” bir varoluş edinmektir.

Bilmem söylemeye gerek var mı, “hakiki varoluş” Allah’la olan ben’in varoluşudur. Sınırlı ben’in “Sınırsızlık”a katılmasıyla, sınırsızlık bâtıni de zaten kuşattığı sınırlılığa zahiride de “gönüllülük esası” içinde nüfuz etmiş olur.

Ancak bu kendinden vazgeçişi gönüllülük esasıyla gösterebilen, kendine “aşkın ben”, ruhun “sonsuzluk kaynağı”yla buluşmasında bir set oluşturmaz.

Ama bunun için, bir ben’in sınırsız istekleriyle kendini nasıl bir “sınır” haline getirdiğini görebilmesi şarttır.

“Ben’cil bakış” bu hakikati göremez. Bencil bakış, ben’le “sınırlı bakış”tır, baktığı her yerde  “ben” görür.

Bir bakışın sınırları ise görebildiğidir.

Ben, ben’le sınırlı bakmadığında, ufku sınırsız olana doğru büyür.

Bu büyümeyle, bir başka göz açılır, “kalp gözü.”

Kalp gözü, ben’in de içinde “yitikleştiği” sonsuza bakar. Sonsuz da ona.

“Sonsuz’la bakışma” birler. İnsan “sınır varlık” oluşundan kurtulur, “ben kaydından” kurtulur. Sınırlı yeryüzünde, sınırsız bir “cennet hali” tecrübe eder.

Tabi bütün bunların yaşanabilmesi için, insanı “sınır varlık” kılan “nefsânî ben” den “evrensel varlık” kılacak olan “rahmânî ben”e, ben’i ulaştıracak yolu kat etmek gerekir. Bu da nefsle zorlu bir mücadeleye girişmek demektir. Nefsin “istek ambarı”  olan “ben aşkı” yerine “Allah aşkı” demektir.

Ben aşkı ki, aşkın en “kötürüm” halidir. Uçmayı öğrenebilmek için kendine değil başka bir ben’e, uçabilmek içinse Allah’a âşık olmak gerekir.

Ben aşkı, aşkın, ben ve ruh sınırını ortadan kaldırıp birleyebilme gücünün tamamıyla zaafa uğradığı en “nefsânî” tecellisidir. Başka ben’e aşk, aşkın, ben sen sınırını ortadan kaldırıp, iki kişiyi birleyebilme gücünün “dünya içi” tecellisidir. Allah’a aşk, aşkın, beni seni, tüm var olanlarıyla âlemi aralarındaki sınırları kaldırıp birleyebilme gücünün doğrudan “ilâhî özüyle” tecellisidir.

Nerden bakarsanız bakın, aşk sınırsızlıktır, sınırsızlık gücüdür ve bu özsel niteliğini en yetkin biçimde Allah aşkıyla “yaşama olanağı”na çevirir.

Her insan bu yaşama olanağının potansiyelini taşır. Her ben bunun için yola çıkabilir.

Bir kere yola düşüp Allah aşkının ateşiyle “Bir” de kendini eriterek sınırlarından azade olan ben, döndüğünde asla “eski ben” olamaz. O “ezelî ben”dir, “Elest Bezmi”ndeki ikrarına bağlı kalarak yaşamaya mazhar olmuş bendir.

Böyle bir ben, sınırlı varoluşunu, aşkla “Sınırsız” olanın tecelligâhı kılarak, Yaradan’ına “can bağı” ile bağlı olandır.

Böyle bir ben, sınırsızlık özlemini, tutkudan tutkuya koşarak, iktidarla, kibirle, bencilliğini yayarak dindirebileceği yanılsamasına düşmeden, Allah’ın önünde aşkla ve tam bir itaatle durarak Onun sınırsızlığından nasiplenmeye hazır olandır.

Böyle bir ben, zahir de kendine bir varlık tanırken, batında tanımayandır. Dolayısıyla dışsal hayatında “ben” olarak iş işlerken, içsel hayatında “Bir” ile bir “yok” olarak iş işleyendir.

Böyle bir ben, “ben” derken, mahcup olan bir bendir.

Böyle bir ben bilir ki, “ben” gidince Allah gelir, Allah gelince “sınırlar” silinir.

Vefa Önal
+ Son Yazılar