Okuma süresi: 35.20 mintues

Dünya benim tasavvurumdur.

-Temel eserinin giriş cümlesi-

Alman filozof Arthur Schopenhauer, 22 Şubat 1788’de Baltık Denizi kıyısında bulunan Danzig’de doğdu. Babası, Arthur’u tüccar yapmak istiyorsa da çok yönlü gelişimi için onu sık sık seyahatlere çıkarıyordu. Dokuz yaşındayken, eğitim alması için iki yıl süreyle Fransa’da kaldı. Geri döndüğünde ana dilini unutacak kadar Fransızca öğrenmişti. Seyahatler devam etti. Küçük yaşta aileden ayrılmak onda olumsuz bir etki yaratmış olacak ki “1833’te günlüğünde bu durumun eleştirel bir değerlendirmesini de yapmıştır: ‘Doğa yalnızlaşmam için gereğinden fazlasını yaptı; bir filozofun sağlam kafası (mens aequa) ile bağdaşmayacak düzeyde şüphe, hassasiyet, coşkunluk ve gurur bahşetti.’ Bir filozofun karakteriyle temkinliği arasındaki çatışmadan bahsettikten sonra, babasından kendisine geçtiğini düşündüğü şiddetli endişe nöbetlerinden de bahseder: ‘Daha altı yaşında bir çocukken, annem ve babam bir akşam yürüyüşten geldiklerinde, beni, terk edildiğim düşüncesiyle girdiğim derin umutsuzluk içinde buldular.’ Sanki yaşadığı aile hayatı, ‘doğasına’ olduğu kadar karakterine de renk vermiş gibidir.”[1]

Yazıda ilerlemeden önce birkaç hususta bilgi aktarmak istiyorum: “Öncelikle şu oldukça ilginçtir ki Schopenhauer, ana kitabı olan İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya’da bir kez bile ‘karamsar’ veya ‘karamsarlık’ terimlerini kullanmamıştır. Bunun yanında pek çok kişi de Schopenhauer’e ‘karamsarlık’ atfederken çok geniş bir skalada farklı şeyler anlatmaktadır. Bu noktada konuya ışık tutması açısından ‘karamsarlık’tan ziyade ‘iyimserlik’ düşüncesine bakmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Schopenhauer’ın ‘iyimserlik’ ile kastettiği dünyanın iyi, şahane, ilâhi, müthiş, takdire şayan vb. olduğunu iddia eden bütün dinler ve düşünce sistemleridir. Bu anlamda Schopenhauer, kesinlikle ‘iyimser’ değildir. Ve bu bağlamda aynı dinin –örneğin Hristiyanlığın iyimser ögelerini yerden yere vururken bu dinin farklı öğretilerini övebilmektedir.”[2] Dolayısıyla iyimser, kötümser, karamsar, pesimist, bedbin kavramlarından hangisini kullanmanın daha doğru olacağı bir problem olarak karşımızda duruyor. Yazar ve çevirmenlerin tercihleri üzerinden bir karara varmak istersek: Schopenhauer hakkında A. Onur Aktaş, dünyanın iyi, şahane, ilahi, müthiş, takdire şayan vb. olduğunu iddia etmek manasında “iyimser değil”; Ahmet Mithat Efendi, “müvesves”; Senail Özkan, “karamsar”; Unamuno, “istenç (irade) anlayışı sebebiyle mantıkî karamsar”; Bedia Akarsu, “kötümser”; Ahmet Cevizci, “kötümser”; Ahmet Uğurlu, “kötümser”; Ernest Karloviç Watson (çev. Emel Saatçi), “karamsar”; David E. Cartwright (çev. Sibel Erduman), “kötümser”; O. Hançerlioğlu, “kötümser”; Ahmet Aydoğan ve Christopher Janaway, “kötümser”; Edouard Sans (çev. Işık Ergüden), “karamsar” sıfatlarını yakıştırmışlardır. Nietzsche de “yalnız, basit, dürüst, neşe verici, eğitici, hakikatliliğin gönüllü ıstırabını üstlenen” (çev. Mustafa Tüzel) gibi yakıştırmalar yapmıştır. Ben de bunlardan hareketle “iyimserliğin” karşıtı olarak “kötümser” başlığını tercih ettim. Burada, umuda yer bırakmayan kavram ne ise onu tercih etmiyorum. Dücane Cündioğlu, bu kavramın kötümserlik olduğunu belirtir ancak bir şeyin “kara, karanlık, karamsar” olması, umuda yer bırakmamayı bende daha çok çağrıştırıyor.

Karamsar-kötümser kelimelerini duyan insanlar genelde bunu “üzüntü-umutsuzluk” haline bağlamaktadırlar, elbette Schopenhauer’in entelektüel huzursuzluğu bulunur lâkin “binlerce neşeli, hoş saatin hiç tadını çıkarmadan önümüzden akıp gitmesine izin veririz” diyen birinin kötümserliği öncelikle “sahicilikle” ilişkilendirilmelidir. Zaten Schopenhauer “Hayatın korkuları ölümün saldığı ürpertilerden ağır basar basmaz bir insanın kendi arzusuyla hayatına son verdiği görülür” demekle bir anlamda mutlak umutsuzluğun –farklı birçok sebeplerden biri olarak– intihara sürükleyeceğini söylemiş olmaktadır. Temelde Schopenhauer kötümserliği, iyimser din ve düşüncelerdeki panta kala lian (her şey çok iyiydi), ellezî ahsene kulle şey-in halekah (O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı) iyimserliklerine eleştiridir.

Yaşadığımız dünya ıstıraplarla dolu bir dünyadır. Bu ıstırapların kaynağını belirlemek ve çözümünde nasıl bir yol izleyeceğimizi seçmek bir hayli önemlidir. Istırapların giderilmesinde dünyaya ve varoluşun mahiyetine dair elde ettiğimiz hakikatler çözümlerimizin temelini oluşturabilmektedir. İnsanın hakikat olarak kabul ettikleri de bizzat bir ıstırap haline dönüşebilmektedir. Schopenhauer’e göre mutlu olmak için var olduğumuz düşüncesi, yaratılıştan gelen bir hatadır. Bu doğuştan gelen hatada ısrar ettiğimiz sürece, dünya çelişkilerle dolu görünür.[3] Mutluluk üzerinde hak iddia etmemiz büyük ıstırapları çağırır bu yüzden “çok mutsuz olmamanın en güvenli yolu, çok mutlu olmayı istememek” olmalıdır.[4]

Schopenhauer’in felsefesi, “kusursuz yaratılış”, “mükemmel düzen” gibi iyimser inançlar üzerinden düşünüldüğünde rahatsız edici olmuştur. Bu konformizm karşıtı ve münzevi düşünür, oldukça marjinal ve put kırıcı bir figürdür. Kant, Hintlilerin kutsal metinleri ve Platon’dan etkilenen Schopenhauer, derin bir etki yaratmaktan geri kalmamıştır; Schopenhauer’in etkisi özellikle Nietzsche üzerinde görülmektedir. Nietzsche Zamana Aykırı Mülahazalar’ın üçüncüsünü Eğitimci Olarak Schopenhauer olarak adlandırmıştır ama ardından sert bir eleştiriye girişmiştir. Schopenhauer’in düşüncesi, Tolstoy’u, Thomas Mann’ı, Fransız natüralist ve sembolistlerini ya da Richard Wagner’den Bergson ve Freud’a, varoluşçu ontolojilere dek birçok yazar ve filozofu yoğun şekilde etkilemiştir.[5]

Schopenhauer, evrenin bir yönünün kendinde varlık, bir yönünün de tasarım olduğu fikrine sahiptir. Ona göre Descartes’la birlikte Batı felsefesinin tanıdığı ve Hint felsefesinde var olan her şeyin öznenin tasarımı olduğu hakikati, şüphe edilmemesi gereken bir gerçektir. Schopenhauer, oluşun derin hakikatini yakalama çabası adına kendinde varlığı bilinir kılma çabasına girmektedir. Çünkü ona göre evrendeki her şey kendinde varlığın izlerini taşımaktadır. Eğer kendinde varlık doğru bir şekilde doğru şekilde tanımlanamazsa bizi kuşatan çevremizi ve kendi iç doğamızı anlamamız mümkün olmayacaktır. Çünkü evrende var olan her değişim ve oluşumun kökeninde kendinde varlığın izlerini görmek mümkündür. Bu anlamda çevremizde var olan her oluşu derinlemesine algılama çabasındaysak, kendinde varlıkla, oluş arasındaki ilişkiyi yakalamak gerekmektedir. Aynı zamanda Schopenhauer’e göre müziği anlamanın ve sanatsal olanın kavranabilmesi için de kendinde varlığın bilinmesi zorunlu görünmektedir.[6]

Schopenhauer’e göre ahlâkî erdemlerin oluşmasını sağlayan metafizik unsur bireyin fenomenal dünyadan zihnini arındırıp her şeyin temelinde iradenin varlığını görmeyi başarmasıdır. Birey, herhangi bir canlıyla karşılaştığında kendisi ile onun arasında herhangi bir farklılık ve ayrılık görmüyorsa ve Budistler tarafından ifade edilen “Bu sensin” algılama düzeyine ulaşabiliyorsa, ahlâkî anlamda kötülüklerden arınıp erdemli olana ulaşmayı başarabilmiş demektir.[7]

Schopenhauer felsefesinin büyük ölçüde Kant’tan kaynaklandığı kabul edilir. Kant benzeri idealist bir bakış açısı benimseyen ve varlığı numen ve fenomen veya gerçeklik ve görünüş olarak ikiye ayıran Schopenhauer, gerçekten var olanın irade olduğunu ileri sürmüş ve iradenin gerçekliği ile ilgili metafizik tezini desteklemek için ampirik delillerden faydalanırken, dünyanın bir parçası olan insanların isteyen, irade eden ve davranışları irade tarafından şekillendirilen varlıklar olması olgusundan yola çıkmıştır.[8]

Kötümserlik, Schopenhauer düşüncesinde iradeyle birlikte merkezî bir kavram durumundadır. Ona göre evrenin ve insan yaşamının temelinde iradenin bulunması canlıların hayatında acı ve ıstırabın var olmasına neden olmaktadır. İrade Schopenhauer’de metafizik içeriği nedeniyle gerek sanat olsun gerek ahlaki olsun, neredeyse insanın diğer bütün varoluş alanlarını içerecek şekilde anahtar kavram olarak kullanılmıştır. Bu acı ve ıstırabın, hayatın her alanından hücum etmesi ve tükenmeyişi sebebiyle irade, kötülükle nitelendirilmelidir.[9] Dolayısıyla “Dünyayı ve ona ait olan her şeyi elde etme isteğinde olan ya da etrafındaki diğer bütün canlılara hükmetme çabasında olan insan, ancak felsefî olarak evrenin kötü olduğu hakikatini kavraması ile hem kendi yaşamında hem de diğer canlıların yaşamında yol açtığı acıya neden olan tavırlarından ve amaçlarından vazgeçebilir.”[10]

Schopenhauer ve Hayat

Dünyanın neresine bakarsak bakalım hemen karşımıza çıkan ve nerede hayat varsa kaçınılmaz olarak orada bulunan ihtiyaç ve zaruretlerden kaynaklanan acı ve ıstırap yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Tarih bizlere ulusların hayatını anlatacak olursa savaşlardan ve ayaklanmalardan başka bir şey bulamayacaktır; barış içindeki yıllar ancak kısa duraklamalar, anlaşmalar arasındaki kısa dönemlerdir.[11]

Dinlerde de olduğu gibi varolumuşuzu bir suçun, bir yanlış adımın neticesi olarak görme alışkanlığı kazandığımızda hayattan beklentilerimiz bu duruma uygun hale gelir; dolayısıyla onun sıkıntılarını, meşakkatlerini, eziyetlerini, ıstıraplarını, kaygılarını, endişelerini, küçük büyük acı ve mutsuzluklarını beklenmedik ve olağandışı bir şey olarak görmeyiz. Bu dünya hapishanesinin -Schopenhauer dünyayı hapishane olarak görmeyi önerir-[12] kötülüklerinden birisi de bizim orada karşılaştığımız toplumdur. Bunun nasıl bir şey olduğu uzunca açıklamaya lüzum kalmaksızın, daha iyi bir topluma layık olan herhangi biri bunu anlayacaktır. Eğer o, iyi bir ruha, soylu bir yaratılışa sahipse yahut seçkin bir kimseyse bu dünyada kendisini zaman zaman suçluların hapishanesine kapatılmış soylu bir mahkûm gibi hissedecektir.[13]

Schopenhauer, dünyanın ve insanın hiç olmaması gereken bir şey olduğu kanaatini, birbirimize karşı tahammüle sevk etmesi amacına bağlamaktadır. O, böylesi berbat ve açmaz bir durumda olan insanlara karşı acıma duygusu hissetmektedir. Hatta insanlar arasında uygun hitap tarzının “bey, beyefendi” değil, “dert ortağım, acıdaşım” şeklinde olması gerektiğini söyler.[14]

Dünya ve insan (bu haliyle) olmasa daha güzel olacağı inancı bizi birbirimize karşı müsamahaya iten bir tutum şeklidir.[15]

Bir insanı yargılarken onun temelinin hiç olmaması gereken bir şey, ilk günah olarak anlaşılmış ve bu yüzden ölüme yazgılanmış, günahkâr, ters, bozuk ve saçma bir şey olduğu fikrini ya da bakış açısını her zaman göz önünde bulundurmalıyız. Bu esaslı biçimde kötü tabiat gerçekte hiç kimsenin alıcı gözüyle bakılmaya, yakından incelenmeye dayanamamasıyla doğrulanır. Böyle bir varlıktan ne bekleyebiliriz?[16]

Dünya cehennem olduğu için, insanlar bir yandan işkence görmüş ruhlar, bir yandan da onun içerisindeki şeytanlardır.[17]

Dolayısıyla eğer bu gerçekten yola çıkarsak, onu daha müsamahakâr biçimde yargılarız; içinde uyur vaziyette bekleşen kötülük tohumları canlanıp başını kaldırdığında şaşırmayız ve ister onun aklının ister başka bir şeyin sonucu olsun her şeye rağmen onda tesadüf edilmiş olan iyi bir noktayı daha doğru değerlendiririz. Aklımızdan çıkarmamalıyız ki hayat esas itibariyle bir yokluk, sıkıntı, zaruret ve çoğu kez sefalet durumudur.”[18]

Schopenhauer her insanın budalalığını, zafiyetini ve kusurunu insanlığın ortak zaafları olarak görerek bunlara hoşgörüyle yaklaşılabileceğini belirtir. Kendimizde insanlığın bütün kusurlarını ve zaaflarını taşıdığımızı, bu kusurların derinlerde uyuduğunu, ilk fırsatta kendilerini göstereceklerini söyler.[19]

Dikensiz gül olmaz ancak gülsüz çok diken vardır.[20]

 Schopenhauer ve Merhamet

Schopenhauer’in kötümserlik anlayışı insanları tahammüle, hoşgörüye ve merhamete sevk etme amacı güder, Schopenhauer’in merhametinin nasıl bir şey olduğunu açıklamak, kötümserlik anlayışını da kavramamıza yardımcı olacaktır.

Schopenhauer insan doğasında temel güdüleri üç kavram altında okumaktadır:

1- Egoizm (Bencillik); yani yalnız kendi iyiliğini istemek (Bu duyguya sınır tayin edilmez).

2- Kötülük; yani başkalarının kötülüğünü isteme güdüsü (Gaddarlığın en yüksek derecesine kadar götürülebilir bu güdü).

3- Merhamet (Acıma); yani başkalarının iyiliğini isteme (Asalete ve yüce gönüllüğe kadar yükselebilir bu acıma duygusu).[21]

Schopenhauer insan davranışlarının temelinde var olan bencilliği ortaya koyduktan sonra insan için bu duygunun aşılma imkânını tartışmaya başlamaktadır. Schopenhauer’e göre insandaki bencilliğin varlığı evrenin kötü olması ile uyumlu haldedir. Fakat evrendeki bu kötülük ve acı yaratan var oluşa karşı insanı erdemliliğe ve ahlâka sürükleyecek bir duygunun var olup olmadığını sorgulayan Schopenhauer kendi açısından bu noktada sihirli kavrama ulaştığını düşünmektedir. Schopenhauer, insanı var oluşun aldatıcılığından kurtaracak ve aynı zamanda (kötü bir öze sahip olmayan) var oluşta olmayıp (bu) var oluşa kaynaklık edeni görmesini ve diğer tüm canlılara karşı insaflı yaklaşmasını sağlayan merhamet duygusunu ön plana çıkarmaktadır.[22]

Çevremizi hatta kendi bedenimizi saran bencilliğimizden ve gaddarlıklardan kurtulmamız için merhameti düşünsel ve pratik anlamda ön plana çıkarmamız gerektiği açıktır. Çünkü yakındığımız ve insani bulmadığımız ne varsa onunla merhametsizlik arasında bir bağ kurmak mümkün olmaktadır. Schopenhauer’e göre ancak içimizdeki bu ses sayesinde başkalarının hissettiklerini hissederek bencilliğimizden ödün verebiliriz. İçimizde, karşımızdaki insan “Beni koru” dermişçesine bir ses belirir. Biz de içimizden gelen “Ona yardım elini uzat!” diyen sesi dinleriz. İşte bu oluşum bizi birçok kavram kargaşasından, kendi kendimizi zorlamalarımızdan ve kendi önümüze sürdüğümüz yasalardan daha çok yönlendirmeyi başarır.[23]

Schopenhauer ahlaklılık dendiği zaman ahlaklı diye tabir edilebilecek kişide bulunması gereken temel güdünün merhamet olduğunun çok açık olduğunu ifade etmektedir. Merhamet, Schopenhauer etiğinin esasını oluşturur. Bu acıma duygusu filozof için tüm ahlaki eylemlerin kaynağı ve etiğin temelidir.

Ben eski bir Hint oyunundaki şu duadan daha güzel bir dua tanımam:

Tüm canlılar acılardan uzak olsunlar.

Schopenhauer insan davranışlarındaki bencilliği evren ile uyumlu görüp ortaya koyduktan ve açıkça gösterdikten sonra insanın bunu aşabilmesi için merhameti ön plana çıkarmaktadır.  Merhametin temellendirmesini metafizik iradenin kötü oluşu dolayısıyla bu hakikati görmek ve ona direnmek manasında kötümserliği ile ahlaki bir amaca bağlamaktadır. Ona göre kendi “metafizik zâviyesinden” bakılması kaydıyla yâni nihai olarak böyle bir hayatın reddi ve bu kötü iradenin ilgâsı esas alındığı takdirde mutluluk fikrine yer verilebilir. Eğer mutluluk düşüncesi bizi bu hayata bağlıyor ve ıstırapları çoğaltıyorsa o zaman bu fikrin etik bir tarafı yoktur.[24]

Schopenhauer merhamet, iyilik olarak gördüğümüz davranışların varlığı bir görmekle ve başka canlılarla aynileşmekle gerçekleşeceğini belirtir. Benim etiğimi okuyanlar bilirler ki benim ahlak öğretilerimin temelinde insan ve hayvanların her ikisine yöneltilmiş olan Veda ve Vedanta’da ifade bulan tat twan asi (Bu sensin; Chandgya – Upanishad, VI, 16) ve büyük söz anlamına gelen muhavakye yer almaktadır. Bu öğretilere paralel olarak gerçekleşen ve iyilik, hayırseverlik diye adlandırabileceğimiz davranışları, mistiğin başladığı nokta olarak ele alabiliriz. İnsanlar kendilerini, kendileri dışındaki nesnelerden ayrıymış gibi kabul ederler. Oysa iyi niyetle yapılan her davranış, buna karşı bir isyan niteliğindedir. İnsan, iyi diye tabir ettiğimiz bir davranışı sergilerken kendisini bir başka canlı ile özdeşleştirir.[25]

Beni okuyan, …münhasıran sûfilerin tasavvufunu da okumalıdır.[26]

Şartlar ne olursa olsun Schopenhauer, insan iradesinin çekirdeğinde sade ve hakiki bir merhametin yattığını ve bu acıma duygusunun bir şekilde aktif hale gelerek başkalarının ıstırabına iştirak etme ve bu acılara son verme isteğine dönüştüğüne inanmaktadır. Ona göre bu acıma hissi “kadim bir etik fenomen”dir ve “ahlakın büyük sırrı” burada saklıdır. Acıma güdüsünün aktif hale gelmesiyle birlikte Ben ve Ben Olmayan arasındaki aşılmaz duvarlar ortadan kalkar ve egoizmin tüm baskılarına rağmen Ben, başkalarının iradesinde kendi iradesini aynileşmiş olarak bulur. Böylece o, başkalarının Ben’inde kendi Ben’ini bir kez daha keşfetmiş olur. Kendisini bütün başka varlıklarla aynileşmiş olarak kavrayan kişide, egoizmden eser kalmaz. Bu itibarla başkalarına kötülük yapmak ve acı vermek için gerekli olan tüm saikler kendiliğinden ortadan kalkmış olur.[27]

Aslında herkes her şey şeyde suçludur ancak insanlar bunun farkında değillerdir. Bu durumu bilmiş olsalardı bu dünya cennet oluverirdi.

-Karamozov Kardeşler (Peder Staretz Zosima)[28]

Schopenhauer hayatımızdaki acılardan kaçamayacağımızı, kor gibi yanan bencilce duygularımızın üstünü örtmek ve onları söndürmek gibi bir şansımızın olmadığını dile getirmektedir. İşte doğanın bize verdiklerini böyle görmektedir Schopenhauer. Merhameti devreye sokmadığımızda ise karşılaşacaklarımızın pek hoş şeyler olmayacağını söyler. Tabiatın yaptığı en güzel şeyin, insana yerleştirdiği metafizik olarak adlandırabileceğimiz bu merhamet duygusu olduğunu dile getirmektedir.110

Schopenhauer’in ahlak düşüncesindeki önemli bir yön de insan yaşamındaki trajediden yola çıkarak merhamet gibi insan sevgisine dayalı bir ilkeye ulaşmış olmasıdır. İnsanın hayata geldiğinde sınırsız bir mekânda ve kuşatamadığı bir zaman döngüsünün içinde bulunması ve sonu gelmez ıstırapta ortaklığının olması Schopenhauer için insanın merhamete ihtiyaç duyduğuna açık bir kanıttır. Kuşatamamanın getirdiği tedirginliğin ıstıraba dönüşmesi sebebiyle insan için bu duruma uygun düşebilecek tek duygunun merhamet olduğunu ifade eden Schopenhauer, böylece bu duyguyu varoluşsal bir ihtiyaca dönüştürmektedir. İnsanın dünyaya gelir gelmez zorunlu olarak kendisini içerisinde bulduğu ıstırap sürecinin insanlar arasında bir duygudaşlığı meydana getirmesi gerektiği ve var oluşun verdiği ıstırabın insan için yeterli bir acı olduğu açıktır. Ona göre insanların büyük kötülükler yaşamaması ve acı çekmemesi için her insanın merhametle karşılanması gerekmektedir. Yani bir şekilde insan, içinde bulunduğu kendi türünün trajedisinin farkına vararak türüne merhamet etmeyi öğrenecektir. Kendi ıstırabının bir benzerinin de diğer insanlarda olduğunu fark eden birey onlara ve kendine karşı ortak bir acıma duygusunu geliştirecektir. Böylece merhamet duygusu vasıtasıyla insanların birbirlerine gösterdikleri acımasızlığın bitmesi sağlanacaktır.[29]

Istırabın, tükenmez bir zaman süreci ve evrendeki kuşatılmazlığın getirdiği bir sonuç olması hasebiyle insan zorunlu olarak buna karşı acizlikle yüz yüze kalmaktadır. Acizlikten kurtulmasının imkânsızlığından dolayı insanın bu sürece kapılıp hayal kırıklıkları yaşaması ondaki ıstırapların sürekli katlanarak artmasına kaynaklık etmektedir. İnsanın acının içinde doğması ve bu acıdan kurtulmaya çalıştıkça da acısını arttırması, insanın merhamet edilmesi gereken bir varlık olduğunun en açık göstergesidir. Çünkü ıstırap kaçınılmazdır ve bundan kurtulmak neredeyse imkânsızdır. Fakat insan bu acının biteceğine sürekli bir şekilde kendini inandırarak hayatına yeni acılar taşımakta ve sürekli mutlu olamayacağı durumlar yaratmaktadır. Oysa birey bu acılardan kurtulmayı, acıların insanın kaderi olduğunu bilerek ve diğer insanlara bu konuda bir ayniyet duygusu taşıyarak merhamet etmeyi öğrenerek başarabilir. Fakat insanoğlu acıyı bireysel olarak algılamakta ve bunun üstesinden gelebilmek için de sürekli kendi dışındaki insanlarla bir rekabetin içerisine girmektedir. Bu da türsel anlamda hem kendine hem de diğer bireylere ıstırabı artırmaktan başka bir şeye yaramamaktadır. Bu nedenle Schopenhauer için merhamet hem bireyin hem de insan türünün acılarını dindirecek bir çare olarak görünmektedir.[30]

Bulgular

Schopenhauer doğanın kelebekler ve sevimli hayvan yavrularından ibaret olmadığını aksine doğanın ve dünyanın birbiriyle mücadele etmek “zorunda kalanların” yeri olduğunu söylemektedir. İnsan hayatında, kötümser verilere kolaylıkla rastlanabilir. Sözgelimi zenginler daha zengin olmakta; fakirler ise daha fakirleşmektedir.[31] Doğal afetleri düşünün, son bir yıl içinde (2002) on beş milyon insanın doğa felaketleri sonucunda öldüğü düşünülüyor. Son birkaç yılda, sel felaketleri, her sene tahmini 20.000 kişinin ölümüne ve on milyonlarcasının ıstırap çekmesine sebep olmuş. Bazı yıllar sayı artıyor. 2004 yılı aralık ayının sonunda birkaç yüz bin insan tsunami sonucunda hayatını kaybetti. Her gün yaklaşık 20.000 insan açlıktan ölüyor. Tahmini 840 milyon insan, ölmeseler de açlık ve yetersiz beslenmeden mustarip. Bu, şu anda hayatta olan 6,3 milyar insana oranlandığında büyükçe bir oran. Hastalıklar yılda milyonlarca kişiyi öldürüyor. Örneğin vebayı düşünün. 541-1912 yılları arasında 102 milyondan fazla insanın veba yüzünden öldüğü tahmin ediliyor. Unutmayın ki bu dönemde insan nüfusu şu ankinin sadece küçük bir bölümüne denk geliyordu. 1918 grip salgını, 50 milyon insanı öldürdü. Dünyadaki güncel insan nüfusu ve küresel hareketliliğin sıklığı ve hızındaki artış düşünüldüğünde, yeni bir grip salgını milyonlarca ölüme daha neden olabilir. HIV şu anda her yıl neredeyse 3 milyon insanı öldürüyor. Diğer bulaşıcı hastalıkları da eklersek, öncesi ıstırap dolu her yıl neredeyse 11 milyon ölüme ulaşırız. Habis urlar her sene 7 milyon hayata mâl oluyor. Bu ölümlerin de öncesinde kayda değer ve uzun süren acılar çekiliyor. 3,5 milyon kişi kazalarda ölüyor.[32]

Diğer tüm ölümler eklendiğinde, 2001 yılında neredeyse 56,5 milyon insanın öldüğü anlaşılıyor. Bu büyük rakam saniyede 107 insana tekabül ediyor. Dünya nüfusu arttıkça ölüm rakamları da artıyor. Dünyanın, bebek ölümleri oranının yüksek olduğu bazı bölgelerinde, bu ölümlerin çoğu hayat başladıktan birkaç sene sonra gerçekleşiyor. Fakat ortalama yaşam süresi artsa da daha fazla doğumun daha fazla ölüme neden olduğunu biliyoruz. Şimdi ölenlerin sayısını bir de ölenlerin arkalarında bıraktıkları ve onların yasını tutan ve onları özleyen aile fertleri ve arkadaş sayısıyla çarpın. Her ölüm için geride çok daha fazla sayıda yas tutan insan kalıyor. Çoğu hastalık insan davranışlarına bağlıysa da türdeşlerimizden bazılarının diğerlerine kasıtlı bir biçimde verdiği zararları düşünün. Bir uzman, 20. yüzyıldan önce toplu katliamlarda 133 milyondan fazla insanın öldürüldüğünü tahmin ediyor. Aynı yazara göre, 20. yüzyılın ilk 88 yılında 170 milyon insan (en yüksek tahmin 360 milyon) vuruldu, dövüldü, işkence gördü, bıçaklandı, yakıldı, aç bırakıldı, dondu, ezildi ya da ölene kadar çalıştırıldı; canlı canlı gömüldü, boğuldu, bombalandı, hükümetlerin, silahsız ve çaresiz vatandaşlarını ve yabancıları öldürdükleri binbir yoldan biriyle öldürüldü. Hepimizin bildiği üzerine, milyonlarca insan savaşlarda öldürülüyor. Şiddet ve Sağlık Dünya Raporu’na göre, 16. yüzyılda çatışmalar sonucunda 1,6 milyon, on yedinci yüzyılda 6,1 milyon, on sekizinci yüzyılda 7 milyon, on dokuzuncu yüzyılda 19,4 milyon ve en kanlı yüzyıl olan 20. yüzyılda 59 milyon insan öldürüldü. Dünya Sağlık Örgütü, savaşta yaralanma sonucu 2000 yılında -akıllarda özellikle kanlı olarak kalmayan bu yılda- 310.000 insanın öldüğünü tahmin ediyor.[33]

Saldırıya uğrayan, sakat bırakılan ya da cinayete kurban giden insanları düşünün (hükümetler tarafından değil, sivil vatandaşlar tarafından öldürülen). Her sene yaklaşık 40 milyon çocuk kötü muamele görüyor. Şu anda hayatta olan 100 milyondan fazla kadın ve çocuk kadın sünnetine maruz bırakıldı. Bunlara ek olarak, kölelik, haksız yere hapsedilmek, dışlanma, aldatılma, aşağılanma, zorbalığa maruz kalma ve baskı altında tutulmanın binbir şekli de hayata dâhil. Yüzbinler için, acı o kadar büyük ve göz ardı edilmesi o kadar imkânsız ki kendilerini öldürüyorlar. Örneğin 2000 yılında 815.000 insanın intihar ettiği düşünülüyor. Polyannacılık birçok insana, bütün bunların kendilerinin ya da çocuklarının başına gelmeyeceğini düşündürüyor. Ve tabii ki gerçekten de çok az sayıda olsalar da bazı insanlar bazı acılardan kendilerini sakınabiliyorlar. Fakat istisnasız herkes, yukarıdaki ıstırap kategorilerinden en az birini ya da birçoğunu tecrübe ediyor.[34]

 Son Söz ve Bir Diyalog

Schopenhauer’in bize göstermek istediklerinin başında kendi doğamızın ne tür olumsuzluklar ve kötülükler içerdiği gelmektedir. Schopenhauer eğer kötülük yapma fırsatımız olursa içimizdeki canavarın nasıl ortaya çıkabildiğini göstermek istemiştir. Bunun için her zaman temkinli olmak gerektiğini, kötümser bakış açısının bize yardımcı olacağını, bu şartlarda, mevcut haliyle varoluşa karşı duruşun erdemli bir duruş olacağını belirtmiştir.

Kötümser dünya görüşü ve felsefesinin oluşumunda hayattan elde ettiği tecrübelerden ve kendisinde acıma hissi uyandıran vahim tablolardan faydalanan Schopenhauer, her ne kadar maddi imkânsızlık çekmese de hayatın çok da fazla iyimser bir bakış açısıyla ele alınamayacağını görmüştür.

İnsanlardan ve hayatın her yanından zarara uğrayabileceğini bilen Schopenhauer hayatında birçok zaman münzevi bir şekilde yaşamayı tercih edilebilir bulmuştur. Bu sayede düşünce insanı olarak gerekli zamanı da bulabilmiş, derin düşünce ürünü eserler ortaya koyabilmiştir. Münzevi kişiliğinin getirdiği birtakım dezavantajların olması da doğal karşılanabilir bir durumdur.

Schopenhauer metafizik irade anlayışı ile bu dizginlenemez var oluş mücadelesinin ve trajedinin temelindeki istemeyi fark ederek, irade etkisinden kurtulup, ahlaki anlamda kendi bireyliğini aşabilen, bir metafizik temelde diğer varlıklarla ayniliğini görebilen bir anlayışa ulaşmak istemektedir.

Schopenhauer dünyada gerçek dürüstlüğün ne kadar nadir rastlanır bir şey olduğunu ve erdemli görünen işlerde dahi günahkârlığın, ahlaksızlığın pusuda beklediğini göstermek istemiştir.

Başka insanların kendisi hakkındaki yargılarından korkmayan Schopenhauer, kendi özgün düşüncelerini oluşturma konusunda gayret göstermiştir. Her ne kadar rahatsız etse de eserlerinde, düşünürlerin de çabaladığı gibi, bir hakikat arayışını görmek mümkündür. Bu hakikat arayışını kendisi şöyle ifade ediyor:

“Benim felsefemdeki umutsuzluk ve melankoliden dolayı feryat ediyorlar; bunun hikmeti şurada yatmaktadır:

Zira ben onların günahlarının bedeli olarak müstakbel bir cehennem efsaneleştirmek yerine, dünyada nerede bir günah varsa orada cehennemî bir şeylerin muhakkak olduğunu gösterdim.[35]

Gerçeği söylemekten başka bir derdim olmadığı için, zannederim felsefemin rahat ve huzur vermekten uzak, soğuk ve neşesiz bir şey olduğu söylenecektir, oysa insanlar Tanrı’nın her şeyi tam olması gerektiği gibi yarattığını duymak istiyorlar. Siz kilisenize gidin ve biz filozofları rahat bırakın! Ve ne olursa olsun onlardan öğretilerini kendi kalıbınıza göre kesip biçmelerini istemeyin. Bu, sahtekâr ve filozof taslakları tarafından yapılıyor zaten, ne istiyorsanız istediğiniz türden öğretileri onlara sipariş edin.”[36]  

Dünyanın sunabileceği en iyi şeyin acısız, dingin, katlanılabilir bir yaşam olduğunu dile getiriyor Schopenhauer ve çoğunlukla bunu tecrübeyle öğrenebileceğimizi… Ardından şu veciz ifadeyi kullanıyor: “Çok mutsuz olmamanın en güvenli yolu çok mutlu olmayı istememektir.” Kendisini Goethe ile sağlamlaştırıyor: “Mutluluk üzerinde tiksindirici ve üstelik düş görme boyutunda hak iddia etme, bu dünyadaki her şeyi mahvediyor. Kendini bundan kurtarabilen ve elindekinden başkasına heves etmeyen kendine bir yol bulabilir.” Buna göre haz, mülk rütbe, onur vb. istemleri olumlu bir ölçüye indirmek uygun olmaktadır; çünkü büyük felâketleri çağıran büyük mutluluk, şan ve haz için durmadan çalışıp durmaktır.[37]

Hayatın mevcut işleyişine yani birbirlerini yok ederek ve acı vererek hayatta kalma düzenine itiraz eden Schopenhauer ne kadar karşı koysa da zorunluluklarımız olduğunu biliyordu ve kaçınılmaz olarak bunların bizi hayata meftun edeceğini, dolayısıyla ıstıraptan kaçışımızın olmadığını söylüyordu. Schopenhauer, ihtiyaçlarımızın sürekli karşılandığı anda da can sıkıntısı denilen belanın hazırda beklediğini, sonuçta hayatın acı ve sıkıntı arasında bir sarkaç misali ileri geri sallandığını dile getiriyordu.

Hulâsa, Schopenhauer felsefesi, varlığı bir görmekle ve hayatın ıstırabını göz önünde tutarak ondan en az şekilde zarar görmeyi istemektedir; hayattan zorunlu olarak zarar gören diğer acıdaşlarına kaşı merhamet etmek, acımak etiğine varmak istiyor gibi durmaktadır. Buradan da “mutluluk” değil ama kendi hayatında da ulaşmaya çalıştığı “huzur”u ve “acısızlık”ı istediği aşikârdır. Bu durumda Schopenhauer için birkaç yol görünmektedir; etik, erdem (merhamet) ve sanat. Her iki yolda da Schopenhauer’e göre olumsuz anlamdaki kendi bencilliğimizden ve bireyselliğimizden kopuş vardır. O, etik (merhamet) ve sanat ile iradeden kopulabileceğini düşünür ancak böylesi bir durumun çok nadir rastlanacağını savunur. Böylece Schopenhauer için irade, bir “karanlık” olarak görünse de merhamet ve sanat bu karanlık içerisinden geçen iki hüzme olarak resmedilebilir. Schopenhauer’in hayatı ve düşünceleri bu karanlığın her yeri kapladığını fark etmek ekseninde olmuş ise de kendisinin bu iki hüzmeye katılmak gibi bir umudu olduğu söylenebilir. Ona göre kendi metafizik bakış açısından bakılması kaydıyla yani böyle bir hayatın kesin reddi ve bu kötü iradenin varlığının ortadan kaldırılması düşünüldüğü takdirde mutluluk fikrine yer verilebilir. Esasen, Schopenhauer’in ve diğer insanların, kötü bir sonuca yol açmayan mutluluğu reddetmesi beklenmemesi gerekir. “Mutluluk düşüncesi bizi bu hayata bağlıyor ve ıstırapları çoğaltıyorsa o zaman bu fikrin etik bir tarafı yoktur.”[38] Burada reddedilen salt mutluluk değil, acıların ve ıstırapların artmasına sebep olan mutluluktur. Ayrıca ânın tadını çıkarmayı değerli görerek “Binlerce neşeli, hoş saatin hiç tadını çıkarmadan önümüzden akıp gitmesine izin veririz,”[39] diye hayıflanan ve “Hayvanların gerçek bir bilgelik gösterdikleri husus vardır, sessiz ve kendi hallerinde ânın tadını çıkarmaları,” diyen birisinin hiçbir açık kapı bırakmayacak şekilde varoluşu lânetlemesi beklenemez.

Bilge kişi zevk aramaz, kaygı ve acılardan uzak durur.[40]-Aristoteles-

 Bir Diyalog

Frederic Morin: Sizin öğretilerinizde düşündüğünüzden belki daha fazla Hegel bulunuyor, siz irade üzerine nasıl akıl yürütüyorsanız, aşağı yukarı o da öyle akıl yürütüyor; düşünce sisteminizin temel katmanında Leibniz’in metafizik öğretisinin, güç öğretisinin ve kubbesinde de sizin eleştirdiğinizden aslında farkı olmayan bir panteizmin yer aldığını sanıyorum.

Arthur Schopenhauer: Aman, sevgili bayım, ikimizin de panteist olduğuna ilişkin şu saçma gerekçeyle beni Hegel’le karşılaştırmayın lütfen. Aslıda ben panteist değil, Budistim; her halükârda, Hegel yalnızca zihnen bir panteisttir, yani hiçliğin, boşluğun panteisti; bense kalpten bir panteistim, yani gerçek, tam ve kusursuz varlığın filozofuyum. Leibniz’e gelince, onunla bağlantılarımı kabul ediyorum; onun güç felsefesi benim irade felsefemin öncülüdür: İrade, ruhumuzun sakin ve sonsuza dek aydınlık özünde açığa çıkan tüm güçte görülen güçtür. Ancak Kant’ın yüce selefinin töz kavramı bana uygun gelse de başka hiçbir şeyini benimsemem, özellikle de iyimserliği beni dehşete düşürür.

Frederic Morin: Yine de iyimserliğin “yeterli neden” ilkesinin dosdoğru sonucu olduğunu ve Leibniz’in sisteminde “yeterli neden” düşüncesiyle güç düşüncesinin tek ve aynı düşünce olduğunu göz önünde bulundurun.

Arthur Schopenhauer: Leibniz’in sistemini oluşturan çeşitli kuramların sıkı ilişkisini mükemmel bir biçimde kavrıyorsunuz; ama az önceki sözleriniz tek bir şeyi kanıtlıyor: İyimserliğin bu sistemde anlamsız bir ayrıntı, önemsiz bir sözcük yinelemesi olmadığını; iyimserlik oradaki egemen ifadedir, bu yüzden de temelde bir iyimser olan Lebniz’le, temelde kötümser olmaktan onur duyan benim birkaç ortak görüşümüz bulunmasına karşın, aslında aramızda mutlak bir ayrım vardır.

Frederic Morin: Öyleyse insandan çok mu nefret ediyorsunuz?

Arthur Schopenhauer: İnsandan değil ama yaşamdan nefret ediyorum. Ben kötümserim, insan düşmanı değilim; tersine, tüm nefretimi iyimserliğe adadım, çünkü iyimserlik mücadele edilecek kötülük olmadığına, erdemin başlangıcı olan çaba ve onun kutsanması olan öz veri dışında her şeyin hoş görülebilir, meşru, gerekli olduğuna inandırarak insanı onursuzlaştırıp sinirlendirir. Az önce dediğiniz gibi, insan özellikle sıradandır; ne var ki onun tek sözcükle kötülüğün karanlık topraklarında yitmesi için zayıf düşmesi, dış etkilere kapılıp gitmesi, yaşama boyun eğmesi yeterlidir. Dolayısıyla, yaşam kötülüktür. Yaşam, varlığı saklayan örtüdür; iradenin çektiği yüktür! Yaşam güçten düşmedir, ilk büyük günahtır. İnsandan bir parçacık daha iyi olan bir varlık, sefaletleri, karanlıkları, iğrenç bayağılıkları bir an olsun hoş görmezdi. Aristoteles şöyle yazmıştı: “Doğa tanrısal değil şeytancadır.” Biz de bunu şöyle dile getirebilirdik: “Cehennem dünyadır.” Ah, yerlerinden hiç kıpırdamayan eski Hint fakirleri bunu biliyordu ve Orta Çağ’ın hayran olunası amansız keşişleri de bundan habersiz değildi. O keşişler yaşamdan var güçleriyle nefret ediyordu, öyle ki ahlak onlarca, tek sözcükte özetleniyordu: Nefsi köreltme. Hint fakirleriyse daha da iyisini yapıyordu: Nirvana’nın sakin ve sessiz meditasyonuna, yani yok olmanın esrimesine dalarak hiç yaşamıyormuş gibi “yaşıyorlardı”.[41]


Kaynakça:

Akarsu, Bedia (2017). Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul: İnkılâp Kitabevi.

Alain de Botton (2018). Felsefenin Tesellisi, Banu Tellioğlu (çev.), İstanbul: Sel Yayıncılık.

Alternatif Düşünceler Sözlüğü (2004). İstanbul: İnsan Yayınları.

Benatar, David (2018).  Keşke Hiç Olmasaydık, Cansu Özge Özmen (çev.), Ankara: Doğu Batı Yayınları.

Cartwright, David E.  (2014).  Schopenhauer, Sibel Erduman (çev.), İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.

Cevizci, Ahmet (2017). Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Say Yayınları.

Hançerlioğlu, Orhan (2018). Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi.

Karatay, Namdar Rahmi (2018). Felsefî Meslekler Vokabülleri, İstanbul: İz Yayıncılık.

Kemalettin, Suut (1932). Büyük Mustaripler Schopenhauer, Nietzsche, Tolstoy, İstanbul.

Kuçuradi, İoanna (2013). Schopenhauer ve İnsan, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.

Miguel de Unamuno (2021). Yaşamın Trajik Duygusu, İstanbul: Ketebe Yayınları.

Nietzsche, Friedrich (2018). Eğitici Olarak Schopenhauer, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.

Özkan, Senail (2009). Schopenhauer Paradokslar Üzerinde Raks, İstanbul: Ötüken Neşr.

Raymond, Didier (2016). Arthur Schopenhauer: Bir Filozofun Huzurunda, Barış Tut (çev.), İstanbul: Sel Yayıncılık.

Sans, Édouard (2006). Schopenhauer, Işık Ergüden (çev.), Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.

Schopenhauer, Arthur (2016). Aşkın Metafiziği, Murat Batmankaya (çev.), İstanbul: Şule Yayınları.

Schopenhauer, Arthur (2017). Hayatın Anlamı, Ahmet Aydoğan (çev.), İstanbul: Say Yayınları.

Schopenhauer, Arthur (2017).  Hiçliğin Mutlu Sessizliği Aforizmalar, Nuran Gündüz (çev.), İstanbul: Aylak Adam Yayınları.

Schopenhauer, Arthur (2020). İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya, A. Onur Aktaş (çev.), Ankara: Doğu Batı Yayınları

Schopenhauer, Arthur (2017). Merhamet, Zekâi Kocatürk (çev.), İstanbul: Dergâh Yayınları.

Schopenhauer, Arthur (2019-2021). Parerga ve Paralipomena I-II, Gürkan Başay – Murat Kaymaz (çev.), İstanbul: Ötüken Neşriyat.

Schopenhauer, Arthur (2017). Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, Mustafa Tüzel (çev.), İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Shaffer, Andrew (2013). Aşkta Kaybeden Büyük Filozoflar, Mehmet Eren Dinçer (çev.), İstanbul: Ntv Yay.

Uğurlu, Ahmet (2015). Istırap ve Merhamet Schopenhauer’de İrade-Ahlâk İlişkisi, İstanbul: İz Yayıncılık.

Watson, Ernest Karloviç (2018). Arthur Schopenhauer Hayatı ve Felsefî Çalışmaları, Emel Saatçi (çev.), Ankara: Dorlion Yayınları.

https://tr.wikiquote.org/wiki/Arthur_Schopenhauer (29.05.2019)


[1]  Cartwright, David E. (2014), Schopenhauer, Sibel Erduman (çev.), İstanbul: s. 17.

[2]  Schopenhauer, Arthur (2021), İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya, A. Onur Aktaş (çev.), ‘Çeviriye Dair’ Ankara: s. 34.

[3]  Schopenhauer, Arthur (2017), Hiçliğin Mutlu Sessizliği Aforizmalar, Nuran Gündüz (çev.), İstanbul: Aylak Adam Yayınları s. 88.

[4]  Schopenhauer, Arthur (2017), Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, Mustafa Tüzel (çev.), İstanbul: s. 118.

[5]  Sans, Edouard (2006), Schopenhauer, Işık Ergüden (çev.), Ankara: s. 7.

[6]  Uğurlu, Ahmet, Istırap ve Merhamet, Schopenhauer’de İrade-Ahlâk İlişkisi, s. 149-150.

[7]  Uğurlu, Ahmet, Istırap ve Merhamet, Schopenhauer’de İrade-Ahlâk İlişkisi, s. 216-217.

[8]  Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, s. 388.

[9]  Uğurlu, Ahmet, Istırap ve Merhamet, Schopenhauer’de İrade-Ahlâk İlişkisi, s. 34.

[10]  Uğurlu, Ahmet, Istırap ve Merhamet, Schopenhauer’de İrade-Ahlâk İlişkisi, s. 35.

[11]  Schopenhauer, Hayatın Anlamı, s. 13-16.

[12]  Schopenhauer, Hayatın Anlamı, s. 33.

[13]  Schopenhauer, Hayatın Anlamı, s. 36.

[14]  Schopenhauer, Hiçliğin Mutlu Sessizliği Aforizmalar, s. 36.

[15]  Schopenhauer, Hiçliğin Mutlu Sessizliği Aforizmalar, s. 36.

[16]  Schopenhauer, Hayatın Anlamı, s. 39.

[17]  Schopenhauer, Hiçliğin Mutlu Sessizliği Aforizmalar, s. 27.

[18]  Schopenhauer, Hayatın Anlamı, s. 39.

[19]  Schopenhauer, Hayatın Anlamı, s. 40.

[20]  Schopenhauer, Hiçliğin Mutlu Sessizliği Aforizmalar, s. 20.

[21]  Özkan, Senail, Schopenhauer Paradokslar Üzerinde Raks, s. 359.

[22]  Uğurlu, Ahmet, Istırap ve Merhamet, Schopenhauer’de İrade-Ahlâk İlişkisi, s. 274.

[23]  Schopenhauer, Merhamet, s. 128.

[24]  Özkan, Senail, Schopenhauer Paradokslar Üzerinde Raks, s. 371.

[25]  Schopenhauer, Merhamet, s. 147.

[26]  Özkan, Senail, Schopenhauer Paradokslar Üzerinde Raks, s. 7.

[27]  Özkan, Senail, Schopenhauer Paradokslar Üzerinde Raks, s. 372.

[28]  Özkan, Senail, Schopenhauer Paradokslar Üzerinde Raks, s. 373.

[29]  Uğurlu, Istırap ve Merhamet, Schopenhauer’de İrade-Ahlâk İlişkisi, s. 210.

[30]  Uğurlu, Istırap ve Merhamet, Schopenhauer’de İrade-Ahlâk İlişkisi, s. 211

[31]  https://www.dogrulukpayi.com/bulten/kuresel-esitsizlik-raporu (20.02.2019)

[32]  Benatar, David (2018), Keşke Hiç Olmasaydık, Cansu Özge Özmen (çev.), Ankara: s. 109-110.

[33]  Benatar, David, Keşke Hiç Olmasaydık, s. 111.

[34]  Benatar, David, Keşke Hiç Olmasaydık, s. 113.

[35]  Özkan, Senail, Schopenhauer Paradokslar Üzerinde Raks, s. 19.

[36]  Schopenhauer, Hayatın Anlamı, s. 29.

[37]  Schopenhauer, Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, s. 118.

[38]  Özkan, Senail, Schopenhauer Paradokslar Üzerinde Raks, s. 371.

[39]  Schopenhauer, Hiçliğin Mutlu Sessizliği Aforizmalar, s. 112.

[40]  https://tr.wikiquote.org/wiki/Aristoteles (28.05.2019)

[41]  Raymond, Didier, Arthur Schopenhauer: Bir Filozofun Huzurunda, Barış Tut (çev.), İstanbul: s. 44-46.

Fatih Gökhan Tevfikoğlu
+ Son Yazılar