Okuma süresi: 7.16 mintues

Ütopya hem iyi bir yer (eutopia) olup aynı zamanda hiçbir yerdir (outopia). Bir bakıma mümkün olmayan, ancak insanın bulunmak için heves ettiği bir dünyada yaşamaktır. Bu anlamı ile bakıldığında bir hayal niteliğindedir. Utopia diyarı, onu ilk kez adlandıran kitabıyla Sir Thomas More tarafından 1516 yılında keşfedildi. Bu eserde, hayali ve tam da bu yüzden bulmaya çalışmanın çok da gerekli olmadığı, yine de olası olanın kıyısında insanı boş yere umutlandıran, gerçeğin sınırının hemen ötesinde bir yer olarak tanımlandı. Ütopya; hayal ve arzuları tatmin etmenin imgelem alanında konumlandığı bir yerdir.

Ütopyanın değeri güncel uygulanabilirliğinde değil, olması muhtemel bir gelecekle olan ilişkisinde yatar, onu güçlü kılan şey, hayali ve ‘uygulanamaz’ olan niteliğidir. Dini öğretilerde, görünmeyen ve her zaman gizli kalacak olan Tanrı nasıl bizlere mükemmel gerçeği ve mükemmel ahlâkı ortaya çıkarmaya kışkırtıyorsa, ütopyanın ‘hiçbir yerdeliği’ de onu aramaya bizi kışkırtmaktadır. Bu sınır bizleri hapsedebilir, engelleyebilir ya da onu aşmaya davet edebilir.

Bir başka söyleyiş ile ütopya, imkânsız bir mükemmellik halini anlatmaktadır; Ütopyalar monist mutluluk hayalinden doğarlar ve insan buna doğduğu andan itibaren yazgılıdır.

İmkânsız mükemmellik hali insanoğlunun psişik gelişiminin hem başlangıç noktası hem hedefi, aynı zamanda bir bitiş noktasıdır da.

Bir ütopyadan söz edebilmek için ilk olarak sorunlu, eksik, arızalı bir halin varlığını kabul etmek gerekir ve buna ilaveten bir ‘kayıp öyküsüne’ ihtiyaç duyulur. İşte insan bu kaybı, eksikliği gidermek amacı ile kimi zaman bilinçli çoğunlukla da bilinçsizce çabalayıp durur ve üretir.

Canlı bir organizma, içinde yaşadığı çevre ile organik bir bütünlük içindedir. Canlılığını sağlayan yapısal ve işlevsel özellikler, içinde yaşadığı çevresel koşullarla uyumlu bir bütünlük oluşturur. Bu uyumlu bütünlüğü Darwin’e göre, evrimsel mekanizma sağlar. Başarılı bir evrimsel süreç sonucunda organizma çevreye uyum sağlayacak biçime dönüşürken insanlaşma süreci ise diğer canlılardan farklı bir yol katetmiştir. Diğer hayvanların evriminde ‘doğal seleksiyon’ mekanizması, verili çevrenin koşullarına uygun organizmanın şekillenmesine sebep olurken, insanda ağırlıklı olarak yaratıcı-sembolik düşüncenin gelişimini sağlamıştır. İşte, insan bu yaratıcı sembolik düşünce yardımıyla yaşamını sürdürmeyi sağlayacak özelliklerini kendi dışında, organizma ve zihnin dışında ek bir uzuv gibi ‘kültür’ biçiminde inşa eder. Bir başka deyişle, evrim insanlaşma süreci sonucunda, çevresel koşullara uyum sağlayacak bir organizmayı biçimlendirmek (içsel organik yetkin ego) yerine büyük bir oranda yaşamını kültür üreterek onu kullanmaya bağımlı olan yeni bir canlı türü olarak insanı ortaya çıkarmıştır.

Hayvanlar, yaşadıkları çevreleriyle örtüşmeye hazır beceri ve donanıma, genetik olarak belirlenmiş bir zaman süresi içerisinde kendiliğinden sahip olurlar ve bu sayede bir hayvan yavrusu, bir yetişkine uzun süre muhtaç kalmadan, hatta bazen hiç ihtiyaç duymadan kendine yeterli hale gelip yaşamını idame ettirebilir. Oysa insanda, hayvanda olduğu gibi içgüdüsüyle örtüşecek içsel bir ego olmadığı gibi böyle bir ego hiçbir zaman gelişmez de. İnsan yaratıcı düşünce aracılığıyla bizzat kendi oluşturduğu beceri ve donanımlarla, aslında hayatta kalamayacağı koşullarda hayatta kalabilmiş, değişen çevresel koşullara kendini uyarlayabilmiştir. İnsanın bu ontolojik acizliğiyle birleşen yaratıcı düşünce yetisi, gelişiminin temel dinamiği olmuştur. Bu dinamik sayesinde insanoğlu çevresini ve yaşamı kendi lehine dönüştürebilme olanağına kavuşarak yaşadığı koşulların kısıtlayıcılığından bir ölçüde de olsa özerkleşir ve değişen koşullara uymada bir esneklik kazanır.

Kısaca vurgulamak gerekirse; insanı insan yapan, bu dünya ve içgüdüleri karşısındaki ontolojik acizliği ve bu acizliğini yaratıcı biçimde aşma çabasıdır. Kültür ve teknoloji, genetik olarak belirlenmemiş ancak ihtiyaç duyulan beceri ve donanımın insanın eylemleri ile bizzat kendisinin inşa etme çabasının ürünüdür. Bir bakıma kültür; insanoğlunun dünya ile olan ilişkisini libidinal tarzda düzenleyen ve uyumlu hale getiren; ontolojik olarak yetersiz egosunun yarattığı olumsuz sonuçları mümkün olduğunca gideren, yardımcı bir ikincil egodur. Beceri ve donanımların sürekli ve yeniden inşaya açık olması insanı tarihsel bir varlık haline getirir; tarih de, insanoğlunun egosunu inşa etme, arzu nesnesini yaratma, tatmin tarzını oluşturma serüveninin zamansallığıdır. Kültürel gelişimi sağlayan tüm yaratıcılık süreci de aslında benliğin öncelikle eksikliği tecrübe etmesi ve sonrasında yaşamda kalabilmek için eksik olanın yerini tutabilecek bir başka şeyi inşa etme çabasıdır.

İnsani ego, içgüdüleri tatmine taşıyıcı yeterlilikte olmadığı için, libido kendi egosuna yeterince yatırım yapamaz ve nesne ilişkilerini inşa edecek şekilde güç ve yeterlilik atfettiği nesnelere yönelir. İçgüdüsel gereksinimlerinin ontolojik acizlik sebebi ile organizma düzeyinde kronik biçimde früstre (hedefine ulaşamamış) olması, benliğin her arzusunu tatmin edebilecek kudrette omnipotent bir “ego ideali” fantezisine yol açar. Organik yetersizlik nedeniyle içgüdülerin nöral früstrasyonu dolayısıyla insan yalnızca içgüdüsel gereksinimlerini değil, daha ziyade gereksinimlerini tatmine taşıyacak kudrette egoya sahip olmayı arzular. Her ihtiyacın tatmin olacağı, benliğin sınırsız imkân ve kudrete ve nihayet ölümsüzlüğe kavuşacağı ideal bir varoluş hali; psişenin ütopyası, bir başka deyiş ile…

İnsanoğlu ontolojik acizliğine savaş açmış tuhaf bir varlıktır. Bu makûs kaderini asla kabullenmemiş, früstrasyonlarla dolu olan yazgısını bozmaya, arzusu doğrultusunda yeniden şekillendirmeye nafile biçimde çabalayıp durmuştur. Temelde tüm isteği, insan olmanın doğallığında yer alan eksiklikten kaçınmak ve ebediyen kurtulmaktır. İşte “mutlak narsizm fantezisi”, bu istemi destekleyen en önemli ruhsal deneyimdir. Çünkü bu fantezi, eksiklikler-yetersizlikler ve früstrasyonlarla karakterize olan insanlık durumundan kurtulma isteği duyan benliğin nihai arzusunu temsil eder. Her arzunun tatmin olacağı, benliğin sınırsız imkân ve kudrete kavuşacağı ideal bir varoluş hali olarak kurgulanan mutlak narsizm, ruhsallıkla sanrısal bir gerçeklik olarak yaşantılanır. Nesnel dünyada doldurulmak istenen bu ruhsal mükemmellik durumu tüm bireysel ve dolayısı ile de toplumsal ideallerin bilinçdışı güdüsünü oluşturur. Nitekim bireysel ve kolektif tüm narsistik fanteziler, geçmişten bugüne gelen mitolojik ve dini tüm cennet tasavvurları ve birçok ideolojik ütopya bu arzu dolu hayali içerir: Açlığın, yoksunluğun, acının ve kaybın, hayal kırıklığının, tatminsizliğin ve mutsuzluğun, aczin ve cehaletin, emniyetsizliğin ve ölümün olmadığı adaletli fantastik bir dünya özlemi…

Toplumsal idealler bağlamında ise ütopyanın oluşumunda arzu ve tasarım, uyum ve umut taşıyıcı unsurlardır, ancak tek başlarına ütopyanın yaratıcılığı olmazsa yeterli olamazlar. Burada yaratıcılığı sağlayan akıldır. Bir başka deyiş ile ütopya; bilinçli, akılcı insan eylemiyle yaşama geçirilecek bir mükemmelleştirme projesidir.


Kaynakça:

1. Kumar K., (1991) Ütopyacılık. Çev. Ali Somel, 2005 Ankara, İmge Yayınevi.

2. Hakan Kızıltan, (2011) Narsizm ya da ruhsallığın ontolojisi, Doğu Batı Düşünce Dergisi Yıl:14,Sayı 56, 2011 Ankara, Doğu Batı.

3. Hakan Kızıltan, (2016) Sol Memenin Altındaki (Hıncın Psikodinamiğine Giriş), Doğu Batı Düşünce Dergisi Yıl:19,Sayı 77, 2016 Ankara, Doğu Batı.

4. Mesut Hazır, Talha Dereci, (2017) Hayat Bir Distopyadır. Modernlikten postmodernliğe bir ütopya-distopya dikotomisi içinde toplum. Doğu Batı Düşünce Dergisi Yıl:20,Sayı 80, 2017 Ankara, Doğu Batı.

Mustafa Uzan
+ Son Yazılar