Günümüz sanat dünyasında yeniden dile gelen edimsellik, dirimlilik, performativite, sessizlik, boşluk, yokluk gibi kavramlar, belirli ve sınırlı bir zaman algısının içinde tekrar etmekten –zamanın kendisini meta yaparken metalaşmaktan-, sürecin kutsandığı deneyimlerinin ise öznel, psişik ya da içgüdüye ait bir deneyim algısıyla sınırlı kalmasıyla bir türlü doyum bulamıyor. Kendilerinde –ait oldukları dizgelerde- önemli ve köklü kavramlar olmalarına rağmen sadece biçime hizmet eden ezberlenmiş kelimler olarak kalıyor ve maddenin bu ıssız karanlığından sığınabileceğimiz tek yer, unutulmuş derinliği yansımalarıyla dolduran sözcüklerin tesellileri oluyor -çağdaş zamanlar, bir serzenişten öteye ne bir bakış ne de bir soluk verebiliyor. Plotinos’un (M.S. 203-207) düşünce sisteminde öyle bir kavram var ki bu bahsi geçen kavramları keyfiliğinden ayıltıp diriltiyor, ilişkilendiriyor; işte bu özlenen kavram “Güzel”.
“Güzel”, Plotinos’un dizgesinde üçleme olan “Bir”, “Nous” ve “Can” ilkelerinin ilişkisinde zati deneyimin görünüşe çıkması olarak ortaya çıkıyor. Plotinos’ta hiç bir kavram diğeriyle ilişkilenmeden tek başına –kategorik olarak- bir değere sahip değil ve ancak “Güzel” vasıtasıyla bu üç kavramın ereği beliriyor: insanın kendini Bir’de –“Bir” gibi- deneyimlemesi. “Bir” kavramı, “İyi” ve “Tanrı” kavramlarıyla ilişkili olarak kullanılıyorken, “İyi” bilinmesi mümkün olmayan, kendinde bütünlüklü, kapsayıcı ve her türlü bilişin ve yaradılışın kapsandığı bir kavram. “Nous” ise “Bir”in mekânının bilinci ve onun aklı olarak kullanılıyor. Plotinos “Nous”u Tanrısal bilincin içerden kavranması olarak kullanıyor. Russell Batı Felsefesi Tarihi’nde “Nous”u şöyle tanımlıyor: “Nous” için “Bir”in izdüşümüdür denir. Türetilmiştir. Çünkü “Bir”, kendi kendini araştırmakta bir görüye sahiptir. Bu görü “Nous”tur.” “Can” ise Bir’in bir yansıması olan duyular dünyası, varlık âlemi. Güneş, ay, yıldızlar, görünenler ve algılananlar bu ilkenin dışlaşmaları. “Can”, düşünmeyi tetikleyen varoluş âlemi ve “Güzel”, imgeyi (varoluşun dönüştürülmemiş, tercüme edilmemiş pasif imgesini) aşıp edimselleşmesi yani insana, “Bir”e ait kılınması. Platinos’un karanlık diye tanımladığı “Bir”in hatırasına ait kılınmamış özsüz görünüşler ona göre “İyi”nin eksikliğinde açığa çıkıyor.
Plotinos Enneadlar’da şöyle diyor;
“Anlıksal Ülke’nin armonisini dosdoğru kavrayıp da, müziğe karşı herhangi bir eğilimi de varsa, duyulur seslerin armonisine kim karşılık vermez? Hangi geometrici, aritmetikçi, görünür [1] Plotinos, 5. Enneados, 3.14 (Mc Kenna çevirisi) [2] Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi s.416 şeylerde gözlenen simetriler, karşılıklar ve düzen ilkelerinden zevk almaz? Resimleri düşünün bir de: Resim sanatının ürünlerini beden duyusuyla görenler bir nesneyi tek bir yolda görmez. Göze ilişen nesnelnesnellerde, düşüncede bulunanın temsil edildiğini ayırt edince içten titrerler. Böylece, doğruluğu yeniden anımsamaya doğru itilirler. İmdi, eğer, bir yüz üzerine eksiksiz olarak yansıtılmış güzelliği görünüşü, zihni öbür küreye iletiyorsa, güzeli gören kimse kesinlikle duyular dünyasında boşuna zaman harcamaz. Bu büyük düzen, en uzak yıldızların bile ortaya koyduğu biçimde anılara gitmeyecek ve onları düşünerek bu büyüklükten doğan büyük ve saygı dolu bir korkuya kapılmayacak ölçüde kaba ve duygusuz olamaz kimse. Güzelliğe böyle karşılık vermeyen, bu dünyanın derinliğine inemez ve öteki dünya hakkında bir görüye sahip olamaz.”[3]
Bu kavramların ışığında “Güzel”, “İyi”yi deneyimlemenin aktif ve iştirak gerektiren edimsel yanı olarak karşımıza çıkıyor; ilkelere varmış sanatçının edimi Güzel olarak beliriyor. Nesnenin karakteristiğinden –simetrisi, altın oranı vs.-ziyade, o nesneden ışıyanın her ruhta ortak olan tanrısallığın kendi diliyle dokunuşu, görü vasıtasıyla bir kavuşma. Ruhun kendini “Bir” de duyumsamasının yolu olarak aktif, hatırlatıcı, bütünleyici varoluşu doğrultusunda ışıyan ve insanı kanıtlayan bir kavram “Güzel. Bir’in tanımlanamaz doğası, onu dilin veyahut aklın sınırlı, ümitsiz doğasından özgürleştiriyor ve bireye varolma mekânı sunuyor. Bu nokta da Plotinos, kendi mistik deneyimlerinden bahseder. Bu deneyimler, tersten yürünen bir yol olan –kendinde bulduğundan dışarı doğru yola çıkan– dinin yaşantılanışına dair;
“Çok kez oldu bedenden sıyrılıp kendime çekildiğim. Her şeyin dışına çıktığım, kendimi merkezleştirdiğim ve çarpıcı bir güzelliği seyrettiğim çok olmuştur. O sırada, her zamankinden çok, en yüksek aşamadaki bir topluluğa karışmam bana güven verir. En soylu bir yaşantıyı sürdürür, tanrıyla özdeş duruma gelir, o işlevliği elde ettiğimden, Tanrı’dan bir parça olurum. Anlıksal olandaki ne olursa olsun, Yüce’den küçüktür o. Yüce’nin altındadır. Bununla birlikte, anlığı kullanma işleminden usavurmaya inildiği an gelir. Tanrısal olanda bulunduktan sonra kendi kendime nasıl olup da böyle bir düşüşe uğrayabildiğimi ve Can’ın bedenime nasıl olup da girdiğini sorarım. Bedenin içinde bile, yüksekliğini gösteren Can’ın.”[4]
Bu deneyimin sanatla olan ilişkisini Mozart’ın (1756-1791) kendi yaratım sürecini ifade ettiği an eşlik eder;
“Beynim ateş oluyor, özellikle de rahatsız edilmediğimde. Büyüyor, daha net görene kadar geliştiriyorum onu. O zaman eser, kafatasımın arasında tamamlanmış ya da olmuş gibidir, eğer uzun bir parçaysa bile bir heykel ya da bir resimmişçesine bütününü bir bakışta –bir enstanteneymişçesine- kapsayabiliyorum. Hayalimde onu tamamlandığında olacağı gibi akışında duymuyorum, sanki hep ordaymışçasına bütününü bir blok halinde duyumsuyorum –sanki oradaymışçasına. Ne hediye ama! Keşif, detaylandırma, hepsi bir arada sanki muazzam, muhteşem bir rüyadaymışımcasına oluyor ama ne zaman düzenlenmiş bütünlüğü duyabiliyorum, en güzel an o oluyor (….) belki de Yaratıcıya teşekkür etmemi gerektiren en büyük kârım budur.”
Bu iki deneyim de bana kişilerin kendinde buldukları bir cevher ile girdikleri zamansız ilişkiyi hatırlatıyor. Bu kendinde (görüye çıkan bütünlükle tanışmanın getirdiği) biliş, sanatçının kendi bildiği dilde ifadeye çıkıyor ama bunu keyfi bir şekilde değil, Mozartı’ın “…Ne zaman düzenlenmiş bütünlüğü duyabiliyorum, en güzel an o oluyor” diye ifade ettiği bir özlem ile gerçekleşiyor. Belki de sanatçı nasıl kendinde Bir’i deneyimliyor ve coşkuya gark olup ardından (Plotinos’un nasıl geri döndüğüne şaştığı) bedenine (farkındalığına) dönüyor ise, eylem de –yani üretmek de- onun için varlık dünyasında ki bir çağrısı, kendisi gibi olana özlemidir “Güzel”.
Plotinos’un teolojisi, negatif teoloji diye adlandırılıyor. Negatif teoloji, dili bakımından Tanrıyı olumsuzlayarak anlatan, kişinin bu yolda kendi biliş biçimine yer bırakan bir tutum. Nasıl ki günümüzde pozitif anlayışa dayalı olan yaşam bize bir tek doğru perspektifi dayatıyor ve bu anlayış bakışı –sanat– nesnesinden dışarda tutan bir gözlemci kılıyor ve sanatı deneyimlememizi olanaksız kılıyor ise din de kendinden uzaklaşmış bireylerin iktidar araçları olmaktan öteye gidemiyor. Plotinos’un negatif teoloji ile ifade ettiği “Bir” den, içinden geçilmeyen bir yolun sahibi olunamayacağını, önceden yürünecek hazır ve belirli bir yol değil, yaptıkça oluşan ve yürünebilen bir yol olduğunu, sanatta da tersten perspektifin gerekliliğini, yani “Güzel” olan nesnenin merkezinden, evinden kendimizi izlemedikçe, biricik olan deneyimin gerçekleşemeyeceğini, inancın da öz evini bulamayacağını anlıyorum.