Sabit, durağan ve değişmediği varsayılan bir değerden veya aidiyet içeren bir kümeden ayrılma, uzaklaşma ve kopma bir tür vefasızlık ve ihanet sayılabilir mi?
Hücreleşmiş aidiyetlerde tıkanıp kalmak, mevcuda tâbi olup dışarıya kapanmak tutuculuk olarak görülebilir mi?
Bilineni terk etmek ve içeriye yabancılaşmak veya bilinende demir atıp dışarıdan ayrışmak ve yalıtılmak… İnsan ve toplum her iki durumda da bağlanıp kopamamak ve ayrışıp bütünleşememek arasında kendisi ve doğası ile ilişkili olmayan, olduğundan farklı bir kılığa bürünmek durumunda kalır ve ait olduğu duruma yabancılaşır.
Özgürlük ve varoluşu kendi eylemi üzerinden gerçekleştirmek, çoğu durumda bilineni terk etmekle ve hücreleşmiş aidiyetlere yabancılaşmakla mümkün olur. Kendi kaynaklarından beslenemeyen kişi ve toplumlarsa beslendikleri kaynakların güdümüne girip özgünlük ve özgürlüklerini yitirirler. Bağımlı hale gelirler, hatta yok olurlar.
Yabancılaşma bağlanıp yalıtılmak ve ayrışıp kopmak arasında zıtlıklar içerir. Varoluşsal kıpırdanmalar bu zıtlıkların arasında başlar.
Kozmosta yabancılaşma diye bir kavram yoktur. Her an her şey değişmekte, olmakta, bitmekte ve başlamaktadır. Gerçekte resmi çekilebilecek bir kozmos yoktur. Sadece bizim dünyamızda yaşayan insan hatta canlı ve zaman sayısı kadar gerçek vardır. Her gerçek her an olmakta, bitmekte ve başlamaktadır. Gerçeği kavramsallaştırmak boşunadır.
Tutulabilen, resmi çekilebilen ve durağan olan, gerçek değil, “olmakta olanın” resmini çekenin zihnindeki bir anlık görsel izdüşümüdür. Resim çekildiği andan itibaren tarih olur. Ancak görüntü zihinde katılaşıp maddeleşir ve bir gerçek varsayımı ile kodlanıp hafızaya yerleşir. Bir kır resmi zihnimizde bir görüntü olarak nesneleşirken, o resmin çekildiği yerde artık çiçekler, yapraklar, gök ve ışık çok farklıdır. Kurtçuklar, böcekler, tırtıllar çalışmakta, oraya düşen kozmik ışınlar değişmekte ve bir an evvelsi ile aynı olan hiçbir şey kalmamaktadır. Resim ve resmi nesneleştiren zihin tarihtir ve şimdiki gerçeğe yabancıdır. Gerçek, olmakta olanın anlaşılan kadarıdır. Bu yüzden parçalıdır.
İnsan da kozmos gibi hep olmaktadır. Ancak bu oluşların akışında noktayı koyup kendini sabitleyip cümleden ayırdığında bütünle ilişkilenememe sorunu olarak yabancılaşma başlamaktadır. Bütün bu akışı birbirinden kopuksuz izleyip kendinde bütünleştiren zihnin ise yabancılaşmak diye bir sorunu yoktur. Zira kendisinden uzaklaşılan, kopulan, değişmez ve durağan sabitler yoktur. Her şey, izlenen ve izleyen zihin de dâhil olarak katışmakta, her an değişen ve hep olmakta olan bütünü oluşturmaktadır.
Yabancılaşma bir kopuş sorunu olarak ele alındığında miladını bulmak zorlaşır. İlk çağların insanı, ilkelliğinin masum bilmezliği ile olsa gerek, kendini doğadan ayrık bir özne olarak görmüyor ve çevresine uygun olarak gelişen doğasına göre davranarak var olabiliyordu. Varoluşsal amaçları, eylem ve edimleri ile birebir uyuşuyordu. Binlerce yıllık evrimin 6-7 bin yıllık son derece kısa sayılabilecek süresinde ise, korkuların inançlara, inançların sanrılara, sanrıların kanılara, kanıların tanrılara ve tanrıların iktidarlara dönüştürüldüğü bir zihin pratiği öznelleşerek kendi mikro kozmoslarını yarattı. Kendilerini kendileri üzerinden anlama ve var etme yerine, ait oldukları kümeler, sınıflar, guruplar, diller, kültürler, dinler ve ele aldıkları nesneler üzerinden anlamaya başladıklarında yabancılaşma derinleşmiş olmalıdır. Bu yüzden yabancılaşma Doğu felsefelerinde, Mezopotamya ve Hint kültürlerinde ve Antik Yunan’da çeşitli biçimlerde ele alındı.
Kavramsallaştırma süreci ise Hegel ve Karl Marx ile başladı. Konuyu emek ve üretim ilişkileri yönünden ele alan Marx, toprak ve üretim araçlarına sahip olmayan insanlara, doğalarına ve gereksinimlerine uygun olmayan üretim ve tüketimlerin dayatılması ile oluşacak yabancılaşmanın travmaları ile ilgili çeşitli öngörülerde bulunmuştur.
Kavramlar zaman içinde ve değişen koşullarda ilk ortaya çıktıklarından farklı olarak ele alınmak zorundadır. Aksi halde değişmez sabitler olarak görülen ve koşullar içinde yeniden değerlendirilmeyen kavramlar ikonlaşırlar ve boşu boşuna kullanılan, değerlerini yitirmiş malzemelere dönüşürler. Bir kavram içten içe ve tekrar tekrar inşa edildiği sürece ve çaba ile elde edildiğinde anlamını bulur.
Bu çabalara bir örnek olarak çağdaş felsefecilerden Baudrillard, toplum, kitle ve gerçeklik gibi kavramları yeniden ele alarak sorgulamaktadır. Baudrillard, gerçekliğin kapitalizm ve kitle iletişim araçları tarafından emilerek, olduğundan farklı ancak gerçekten daha fazla gerçek hale gelen hiper-gerçekliğe dönüştüğünü savunur. Toplum ve kitle gerçekliğini yitirmiştir ve ortada ne toplum ne de kitle vardır aslında. Asıl ve orijinal olan hiçbir şey kalmamıştır. Her şey tıpkı -mış gibi işlenmekte ve görüntülenmektedir (simülasyon). Zihin kendisine sunulan görünümleri (simulakr) gerçeklik olarak algılamakta ve hiper-gerçekliği derinleştirmektedir. Bu durumda yabancılaşma, asıl olandan farklı hale gelme durumu değil, farklı hale gelenin “asıl” olma durumudur. Marx’ın emek, üretim ve tüketim ilişkileri üzerinden ele aldığı yabancılaşma kavramını günümüz koşullarında anlamak ve güncelleştirmek için bu ilişkilerin küreselleşme üzerinden tekrar ele alınılması kaçınılmazdır.
Küreselleşme ve Çarşının Yabancılaşması:
Kapitalizm kendi işleyişi ile ilgili sıkı kuralları olan ve keyfi uygulamalara oldukça kapalı bir ekonomi sistemidir. Sömürge dönemlerinde gelişen ve Endüstri Devrimi’nden sonra ivme kazanan ticaret, ekonomi, sermaye hareketleri, yatırım, kâr, faiz, arz, talep, fiyat, ücret gibi temel ekonomik konuların işleyişi, tartışmalı da olsa kuramsal çalışmaların sonucunda kurallara bağlanmış ve sistemleşmiştir. Bu kurallar, genelde çalışan kesimin hak ve ücretlerini kısıtlarken sermayeyi kayırmış ve dizginlenemeyen insan hırslarına uygun bir ekonomik zemin hazırlamıştır. Farklılaşan sosyal yapılar, eşitsizlikler ve çatışmalarla birlikte sermaye birikimi büyük ölçüde bu kurallar dâhilinde gerçekleşmiş ve Batı finans sistemi oluşmuştur.
Sistemin serbestçe işlemesi için de olsa, devletin ve siyasetin müdahale alanlarının daraltılması, özgürlüklerin ve demokrasilerin gelişmesinde etkili olmuş, teknoloji ve bilime yapılan aktarımlarla da önemli ilerlemeler sağlanmıştır.
Sovyetlerin dağılması ile başlayan Yeni Dünya düzeninde ise kapitalizm ekonomik bir sistemden çok küresel ve emperyal bir biçimleme işlevine dönüşmeye başlamıştır.
2008 ekonomik krizi, artık kurallı işleyen bir kapitalist ekonominin olmadığını ve sermaye birikiminin büyük ölçüde sanal fonlar, küresel saadet zincirleri ve yolsuzluklarla gerçekleştirildiğini ortaya koymuştur.
Belli kurallar dâhilinde çalışan ekonomik sistemin, sermayeyi ve kârları küresel boyutta dizginleyeceği ve kısıtlayacağını kavrayan sermaye devleri ve sisteminin önündeki iki büyük engel bugün büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştır.
1- Her ne kadar sermaye birikimi sağlanmış ise de, yerel ticaret ve finans işletmeleri, madenler, limanlar gibi sistemin bütün olarak çalışmasını engelleyen kaynaklar hâlâ egemen ulusların kontrolünde idi. Fransız Devrimi’nden sonra belirginleşen uluslaşma süreci ile yerel kaynaklar yerel unsurlar lehinde kullanılıyor ve bölgesel de olsa bir koruma sağlanıyordu.
2- Otomasyon ve robotizasyon gibi verimliliği artıran yeni teknolojilerle sağlanan üretim artışı, doymuş Batı pazarlarında artı veriyor ve ekonomileri yavaşlatıyordu. Bu, talep azalışı, fiyatların ve kârların azalması demekti.
Küresel biçimlemenin önündeki bu iki büyük engelin ortadan kaldırılması günümüz koşullarındaki çağdaş yabancılaşmanın koşullarını hazırlamıştır.
Sınırların kalkması artık savaşlarla değil, ekonomik birliklerle sağlanabiliyordu. Birlik dâhilinde olmayan ulusal hükümetler ve yönetim unsurlarının çoğu, işbirlikçi oldukları takdirde destekleniyordu. Direnen ulusal hükümetlerin ve liderlerinin ise çökertilmesi sorun değildi. Zira tüm parasal gücü elinde bulunduran uluslararası finans ve bankacılık sistemleri, derecelendirme kuruluşları, etkin medya ve iletişim organları bu sistemin elinde idi. İşbirlikçi olanlar desteklenecek, direnenler ise her ne pahasına olursa olsun çökertilecekti. Emperyal bir gücün ancak savaşla elde edebileceği kaynaklar artık savaş yapmadan ele geçiriliyor, bir ulusun yıllar boyu elinde tutmayı becerebildiği verimli tarım alanları, kârlı şirketleri, madenleri limanları çok kısa zamanda küresel sermayenin eline geçiyordu.
İflasın Başlangıcı, Kredi Kartları, Sürdürülebilirlik:
Küreselleşme ve sınırların kaldırılması sürecinin, sınıflar, ülkeler, bloklar gibi insan ayraçlarının kalkmasını amaçlayan insani bir bilincin yükselmesi sonucunda olmadığı açıktır. Sermaye ve malların serbest dolaşımının, devletin kişiler üzerindeki denetimi zayıflatması, seyahat özgürlüklerinin genişlemesi, uluslararası ilişkilerin artması, eğitim ve bilime kaynak aktarımı gibi olumlu etkileri olduğu bir gerçektir. Ancak, sınırların küresel devlerin çıkarlarına ve politikalarına uygun biçimde ortadan kaldırılması, aynı zamanda askersiz ve savaşsız işgal, kaynakların devri, yerelliğin, özgünlüğün ve çeşitliliğin sonu, mal ve hizmetlerin aynılaşması, çarşı ve pazarın kapanması demektir.
Artık ulusal karakterini yitiren yönetimler, ülkeleri için gerekli gereksiz her türlü yatırımı, kendine ait olmayan paralarla, yani kredilerle gerçekleştirecektir. Uluslararası finans sistemleri, borçlandırılmış ülkelerin elindeki her türlü kaynağı ipoteklemiştir. Bireyler, taksitli ödemeler ve kolaylıkla alınan kredi kartları ile küresel sermayenin elindeki bankalara borçlandırılmıştır. Artık para sorunu diye bir şey kalmamıştır. Kibrit dahi kredi kartı ile alınabilir. Medya ve reklamlar zihinlere tüketim ve mutluluğun aynı şeyler olduğunu kazımaktadır.
Hem devletlerin hem de bireylerin, kendilerine ait olmayan paralarla tüketimleri ve gelecek nesilleri dahi sorumsuzca borçlandırması, verilen ipoteklerin de tüketilmesi ile son bulacağı ve iflas sürecinin başlayacağı matematik bir gerçektir. “Becerebilen” ülkelere methiyelerin düzüldüğü bu süreç, bugün “sürdürülebilirlik” olarak adlandırılmaktadır.
Ulusların ortadan kaldırılması ve kaynakları sahiplenecek yerel direnişlerin kırılması ile Hong Kong, Singapur, Dubai gibi küresel sermayenin işleyişine ve serbestisine sorun çıkartmayacak büyüklükte kimliksiz şehir devletleri dönemi amaçlanmaktadır.
Üretimin satıcıya, tüketimin alıcıya yabancılaştığı bu yeni model pazar türünde, oluşturulan ihtiyaçların da yabancılaşması kaçınılmazdır. Yeni düzende üretilen malın nerden geldiği artık önemli değildir. Ayakkabılar Vietnam’dan, elmalar Şili’den, telefonlar Çin’den gelebilir. Balıkçı tezgâhında Norveç’ten gelen uskumrular satılmaktadır. İnsan kendine ait olmayan ürünlerin satıldığı çarşıya, çarşı, yerel kaynaklardan gelmeyen ürünlere yabancılaşmıştır. Esnaf, tüccar zanaatkâr devri bitmekte, çarşı ve pazar yerlerini süpermarket ve AVM’lere devretmektedir.
Alışverişin verişini sağlayabilecek yerel ürün ve kaynaklar işlenmediğinden veya kurutulduğundan, pazar ve raflardaki cazip malları birebir kazanılan kar ve hak edişlerle alma olanağı kalmayan birey, artık borç ve kredi kartına mahkûmdur. Bu durum, sivilceyi bile antibiyotikle tedavi eden ve bir süre sonra vücudu işlevini ve antikor yapma yetisini kaybeden ve ömür boyu ilâca mahkûm olan birine benzetilebilir.
Üretimin kredi ve borçlanmalarla, tüketimin emek ve kazanca yabancılaşmış bir kartla gerçekleştirildiği bir pazarda artık alışverişten söz edilemez. Süpermarket ve AVM’lerde kredi kartlı mahkûmlar dolaşmaktadır.
Yerelliğinden ve kendi kaynaklarından kopan bireyin hüsranından daha da acısı, toprağın tohuma yabancılaştırılmasıdır. Küresel tarım devleri, ülkeleri kaynaklarından kopartarak, yüzlerce yıldır o bölgenin iklim toprak ve suyuna uyumlu ürünleri yerine, laboratuvarlarda üretilen tohum ve tarım ilaçlarını dayatmıştır. Artık toprağın yaptığı ve ihtiyacın gerektirdiği kadarı yeterli değildir. Çok miktarda, çok sayıda, çok defa rafları dolduracak ürün gereklidir. Çiftçi bu çokluktan hoşnut gözükse de, olan bitenin ve kendi tarlasında artık tarım devlerinin ırgat ve bahçıvanı olmakta olduğunun farkında değildir.
Çiftçi toprağa, ürün tezgâha yabancılaşmış, toprak tohuma yabancılaştırılmıştır.
Ben Biz, Onlar:
Yabancılaşma zamirlerin kümeleşmesi ile ifade bulmaya başlar.
Küreselleşmeye uyum sağlayarak var olmaya çalışan ve zamanı artık kendine ait olmayan insan zihni, gereksiz bulduğu “Sen”, “Siz” ve “O” gibi zamirleri sadeleştirmeye başlamıştır. Bu zamirler artık “Ben” ve Ben’in ait olduğu “Biz” kümesi ve “Biz dışındakiler yani “Onlar” veya “Ötekiler” olarak belirginleşmiştir. Jung’a göre “Ben” olarak ifade edilen kişilik Yunanca “Persona” anlamına gelen “Maske”dir.
Bir panik halinde, dağılma ve varoluşu tehdit eden tehlikeler karşısında, kaçılması veya emniyetli bir yerde durulması gerekebilir. Bu durumlarda yön ve güvenli bir pozisyon belirleme amacı ile çoklu ve çok taraflı düşünmekten çok “En”li düşünme eğilimi belirir.
En çabuk, En güvenli, En tehlikeli…
Aynı eğilim ile yığınlar içerisinde güvensizleşen ve yalnızlaşan insan, zamirleri de, Ben, Biz ve Ötekiler olarak kümeleştirir. “Ben” en çabuk, en yakın, en değerli olandır. “Biz” en güvenli, “onlar” veya “ötekiler” ise tehlikeli olanlardır.
Dil artık “Sen” dediğinde, zihin aslında “onlardan biri…” veya “bizden olmayanlardan biri, öteki…” ile konuşuyordur.
“Sen” demek “Sizin gibiler” , “Sizin gibiler” ise “Bizden olmayanlar”, “ötekiler” ve “onlar” demektir..
“O” dediğimiz zamir de aslında “onlardan”, yani “bizim dışımızdakilerden biri…” olmuştur.
Ben, biz ve ötekiler sadeleştirmesi, karmaşa içerisinde yapılması en zor şeylerden biri olan yön belirlemeyi kolaylaştırmak ve darmadağın olmakta olan bir kitlede dayanılması zor bir boşluk, hiçlik ve yalnızlığa karşı içgüdüsel bir eğilim olmalıdır. Kaotik karışıklık, korku ve hasarlı bir kitle içinde, emin hissedilen ve aidiyet duygusu veren bir kümeye yamalanmak özgürlüğe yeğlenir. Efendi-köle ilişkisi, çoğunlukla zoraki değil gönüllü bir birlikteliktir.
İlişkinin ve iletişimin değil, karşılıklı bağımlılığın söz konusu olduğu anne, aile ve okul, çevre, grup, dinsel ve politik aidiyetler ve ideolojiler gibi çeşitli birliktelik ve üyelik türleri, olgunlaştırılmadığı takdirde itaat ve tebaat ilişkisine dönüşür. Aidiyet ve güvenlik duygusu veren bu tür ilişki içinde, özgürlük bilinen bir şey değildir. Talep edildiği takdirde suçluluk duygusu kaçınılmazdır. Boyunduruk altında bulunan efendiye, sınıfa, ideolojiye ve kümeye ihanet söz konusudur.
Özgürleşemeyen zihin köleleşir ve itaati altında bulunduğu sistemi ve efendilerini yüceltmekle kendini ve eylemlerini olumlamaya çalışır. Buyurgana ve boyunduruğa saygı bir ahlâk normuna dönüşerek normalleşir, hatta olumlanır.
Ancak itaat ve tabiiyet karşılığında kazanılan aidiyetin ve dış güvenliğin diyeti ağırdır. Ket vurulmuş doğal davranma bozukluğu, özgüven eksikliği, libido ve bedensel boşalma eksikliği, doğadan kopuk yaşam, suçluluk duygusu, eziklik ve seraplaşan varoluş. Bu ortam içinde coşkusuz ve hayretsiz bir yaşam, kapalı gruplara bağlılığı perçinlerken heyecan aranan taraftarlıkları ve şiddeti azdırır.
Yabancılaşma doğal davranırken suçluluk hissetmektir.
İletişim ve Medya:
Bugün az sayıda ve marjinal kalmış küçük ölçekli yayın organlarının dışında sağlıklı işleyen bir medya ve iletişim aracından bahsedilemez. TV ve gazetelerin oluşturduğu iletişim araçlarına medya yerine büyük çıkar gruplarının yayın organları demek daha doğru olur. Bu yayın araçlarının yayın politikaları ister istemez bağlı veya ilişkili bulundukları ekonomik ve politik sistem doğrultusunda olacağından, yayın yaptıkları kitleye kökten yabancılaşmıştır. Bu yayın organlarından iletişim değeri olan bilgi ve haber yerine bireyleri formatlayan enformasyon yayılmaktadır.
Yaklaşık 20 yıl gibi kısa bir sürede, hayatın hemen her türlü alanını, sosyal, ekonomik, siyasal her türlü işleyişi etkileyen ve değiştiren interneti ise ayrı ele almak gerekir. Zira internetin TV ve gazetelerin aksine herhangi bir sahibi ve otoritesi yok gözükmektedir.
İnternetin bundan sonraki süreçte de devrimsel değişikliklere yol açacağı açıktır. Birkaç tuşla ışık hızında bilgiye ulaşmak artık sorun değildir ve müthiş çekicidir. Artık bilgiye ulaşmak değil, hangi bilgiye ulaşılacağı ve seçicilik sorunu söz konusudur.
Ancak, küresel hız ve hırsa çok uygun olarak, bir tuşa basmak suretiyle edinilen bir bilgi, bilgiden çok dışardan gelen bir enformasyon, bir malumattır. Deneyime dayalı ve kişiyle katışımlı bir bilgiyi edinmek ve bilmekle, bir yerlerden enformasyon bulmak aynı şey değildir. Kendi ile ilişkisiz bir enformasyonla donanmış zihnin interneti işlemesi değil, internetin zihni işlemesi ve biçimlemesi söz konusudur.
Enformasyon çokluğu ve erişim kolaylığı, her önüne konan abur cuburu çiğnemeden yutan, sindirmeden boşaltan ve obezleşen bir birey gibi, her önüne gelen veriyi işlemeden ve kavramadan tuşlayan enformasyon obezlerini yaratmıştır.
İnternet başındaki bir birey milyonlarca kitap barındıran bir kütüphanede, küçük bir pusulada notlar alan birine benzetilebilir. İnternet bu müthiş kaynağı parmaklarımızın ucuna kadar getirmiştir. Ancak bu kitapların nasıl sınıflanacağı, kaçının okunabileceği, hangi sonuçların çıkarılabileceği hâlâ bireye bağlıdır.
Beynimizin korteks örtüsü de kütüphaneler dolusu bilgi ve serüven, zafer ve yenilgi, sevinç ve korku ile milyonlarca yıllık kaydı barındırmaktadır ve her türlü internetten çok daha hızlıdır. Zira tuşa basmak ve duraksamak sorunu yoktur. Ancak onca bilgi örtüsü bunca cahilliğimizi örtmeye yetmemektedir. Sorun, onca bilgi kaynağı ve hızlı erişim değil, bilgiyi işlemekte ve bilgiler arası ilişkileri kurabilmektedir.
İnternet, hızı sağlamıştır ancak paradoksal biçimde zamanı da azaltmıştır. Hızlı giden bir trende internet başında çalışan ve gelecek istasyonda işi teslim etmek zorunda olan birinin durumunda, tren ne kadar hızlı giderse iş o kadar hızlı yapılmak zorundadır. Tren hızlandıkça zaman azalmaktadır.
Büyük hızla ve yığın halinde gelen bilgi akışı karşısında, mevcut ve sabit kalan zamanı çok daha hızlı kullanmak zorunda olan birey, bilgiler arası ilişkileri yeterince kuramadan sonuca ulaşmak zorundadır. Nerdeyse sonsuz sayıda kitap ve bilgi barındıran internet kütüphanesinde, bilgiler arasına bütünleyici ilişkileri kurmak eskisinden de zordur.
İnternet ağı, insanlığın tüm bilgisini barındıran küresel bir korteks örtüsüne benzetilebilir.
Kendi beynimizin korteksi ile bilgi işlemi ve iletişimine henüz çok yabancıyız. Küresel internetle de benzer sorunları yaşamamız doğal ve kaçınılmazdır. Sorun, ilişkiler arasında ağda olmayan bağları kurabilmek ve bütünlüğü kavramaktadır.
Ya bunca bilgi bolluğu ve hız karşısında sinmişlik, eziklik ve derin bir serebral korku içinde beynimizin labirentlerinin çıkmazlarında tıkanıp kalacağız ya da bu selin yüksek debili bereketinde tutsak nöronları, kılcalları ve tıkanmış beyin kavşaklarımızı açıp özgürleşeceğiz.
Belki bu özgürlükle, bilgiler arasındaki ilişkileri kurmak ve bütünlemek kolaylaşacak ve küresel internet ağının beynimizin milyonlarca bilgi barındıran korteksinden başka bir şey olmadığını ve bu büyük kütüphanedeki kitapların hepsini, her cümlesini yazanın kendimiz olduğunu, kendimizde yazıldığını ve bütünlendiğini anlayabileceğiz.
Dil ve Zaman:
Yabancılaşmanın en belirginleştiği ve somutlaştığı iki alan, dili ve zamanı kullanma biçimidir.
Hızla ve yığın halinde gelen enformasyon, eşya ve nesne akışına yetişmek zorunda kalan birey, zamanının çoğunu bunları elde etmek için çalışmak ve kullanmak zorunda olduğundan konuşma, iletişim ve aktarım dilini de uyarlamak zorunda kalmıştır. Dil ve zihin, düşünceyi olabildiğince devre dışı bırakmak ve kısa yollar bulmak zorundadır. Artık kimsenin bir A4 sayfası büyüklüğündeki bir yazıyı bile okuyacak zamanı ve hakkı ile değerlendirebilecek bir anlayışı yoktur. Dil, zihne aktarabileceği kavramlardan, zihin ise dili işletebilecek kurgulardan yoksullaşmakta ve aradaki köprü çökmektedir. Zihin-dil diyalektiği yeni bir evrimleşme sürecinde birkaç kelimelik mesaj ve kodlarla kısıtlanmıştır. Anlatım ve aktarımlar, kısa mesajlar, e-mail, tweet gibi yeni iletişim araçları ile ifade edilmek zorundadır. Uzaması halinde konuşma, anlatım ve anlayış bozuklukları ortaya çıkacaktır.
Gelenek tartışmalarında sıkça gündeme gelen nine, dede torun arasındaki kopukluk, günümüzde anne-baba- çocuk düzeyine inmiştir. Anne ve babanın ayakta kalabilmek ve ortamın hızına yetişmek için koşuşturmaktan çocuğa ayıracak zamanı kalmadığı günümüzde bunun tersi de doğru olmaya başlamıştır. Çocuğun da eline tutuşturulan tabletten anne babasına ayıracak zamanı pek yoktur.
Yerel diller, küresel mal ve hizmet akışına uygun medya ve internet ağının jargonları, yabancı kelime ve terimlerin istilası ile iki kuşağın dahi birbiriyle anlaşabilmesini zorlaştıracak ölçüde yapısal olarak bozulmuşlardır.
Geleneğin, ebeveynlerin anlatabileceği, çocuğun da anlayabileceği kısa mesaj ve kodlarla aktarılması pek mümkün olmadığından yaşatılması da pek mümkün değildir. Çocuk ilgi duyup da geleneği ile ilgilenmek isterse, bunu yine internetten indireceği ve anlayabileceği lisanla yazılmış belge veya kitaplardan ya da müzelerden öğrenmek durumunda kalacaktır.
Yabancılaşma ve Kurumsal Dinler:
Yabancılaşma hemen hemen bütün dinlerin temel konularından biridir.
Teolojileri çok farklılıklar gösterse de çok genel olarak ibadetler, ritüeller ve yasalar, kirlenmiş nefsin terbiyesi ve arınmasını sağlayarak insanın uzaklaşmış ve yabancılaşmış olduğu özüne (kendisine) dönüşünü amaçlar.
Bilinen ifade ile insan vuslattadır ve kendine hasrettir.
Gerek Hinduizm, Budizm, Taoizm gibi Doğu dinleri ve disiplinleri gerekse semavî dinler bu arınmışlığı, Nirvana, Satori, Kurtuluş (Revelation), Vahdet-i Vücud gibi aydınlanma halleri ve Peygamberlik, Mesihlik, Buda, İnsan-ı Kâmil gibi insan zirveleri ile tanımlamıştır.
Bu zirve ve makamlarda, din esas olarak deneyimlenerek öze katışmış bir imanla insanlaşma ve bu dünya ve ötesini insan paydasında bütünleştirme yoludur.
Ancak cehalet, açgözlülük ve hırslarla kabuklaşmış bir yabancılıktan arınmak ve insan paydasında bütünleşmek; emek, gözlem, ilişki ve eylem gerektiren zahmetli ve insana katışmış bir iç iman ve deneyimleme gerektirir.
Zahmet, çile ve sabır isteyen bu yola girme ve kendi bildiklerinin dışına çıkma cesareti gösteremeyen birey, kendi üzerinden arınamaz ve iç kaynaklarından uzaklaşır. İnşasını ve varoluşunu kendisi üzerinden gerçekleştiremeyen birey, selâmeti kendini güvende hissettiği bir topluluk içinde aidiyetlere, gruplara ve genellikle doğuşu ile birlikte girdiği ve hiç sorgulamadığı dine sadakatte bulur. Korkularının kaynağını yüceltir, değerleri totemleştirir, önderler ikonlaşır, itaat ve tebaati olumlar. İbadet ve ritüeller bu değerler üzerinden tekrar, taklit ve tapınmalara dönüşür.
Bu tür bir dindaşlığın varoluşu, kendini kendi gibilerle kapatarak taraftarlaşmak ve ötekilerle hasımlaşmakla mümkündür. Bu ayrışım dinsel kurumsallaşmanın ihtiyaç, temel ve kurulumunu oluşturur.
Bu temel üzerinde kurumsallaşan din ve disiplinler, sorunsal bir alan olan inancalar ve ayrışımlar üzerinden yönetim ve iktidar aracı olarak ruhbanlaşmış ve kurumsal varlıklarını sürdürmenin bir yolu olarak ayrımcı hatta karşıt bloklar haline gelerek insan ve insanlaşma paydasında oluşmuş özlerine yabancılaşmıştır.
Yabancılaşma ve Bütünlük:
Kozmosta ve doğada yabancılaşma ve ölüm yoktur. Değişim, dönüşüm ve döngüler her an oluşmakta, bitmekte ve başlamaktadır.
Yabancılaşma ve yabancılaştırma insana özgü kavramlar olup, değişim ve dönüşümün doğallıkla gerçekleştirilememesi durumu ve gerek içten gerek dıştan zorlamalarla olduğumuzdan farklı olmanın getirdiği bir yük ve uyumlanma sorunsalıdır.
Toplumlar kendi yerellik, özgünlük ve kaynaklarından koparılarak yabancılaşır. Kendini ve ortamı yeterince kavrayamayan insan doğasına ve gerçekliğine uymayan kılıklara bürünür.
Tek bir yabancılaşmadan bahsedilemez. Değişen zaman ve koşullanmalar sonucu yabancılaşma eklektik ve birbiri üstünde katmanlaşmış hale gelmiştir.
Kozmosta düzen içerden dışarı, dışardan içeri nefes misali salınımlar ve birbirine uyumlu yörüngelerin hareketleriyle oluşur. Sağa sola belirsiz vektörel ve tesadüfi hareketler (okla gösterilebilen yönler) kaotiktir.
Yabancılaşma hareket ve yönle de ilgilidir. İnsan ve topluma özgü yabancılaşma, içten dışa, dıştan içe uyumlu ve notalı hareketlerden yoksun oradan oraya kaotik savrulmaların sonucudur.
Yaşam, bir karşıtlık içermeden herkesi, her yeri, her canlıyı tüm evrenle birlikte kapsayan, her an oluşmakta olan canlı bir bütünlüktür. Böyle bir bütünlükte ayrılık gayrılık olamayacağından yabancılık da söz konusu değildir. Günümüz böyle bir bütünlükten ve yaşam anlayışından henüz çok uzaktadır. Bu durumun doğal sonucu olarak yabancılık, kendi kabuğu içinde ayrışarak diğerlerini ötekileştirmek kadar, dışarıyla da bütünleşememenin bir göstergesidir. İnsanın kendisi ve dünyası ile kopuk ilişkisine ayna tutar. Bu yönü ile insanidir.
Günümüzden binlerce yıl öncesinde, Kuzey Afrika’dan köle olarak getirilen, ancak kabiliyetleri nedeni ile özgürleştirilen ve ünlü bir yazar olan Publius Terentius yazdığı bir tiyatro oyununda şöyle seslenir:
“Homo sum, humani nihil a me alienum puto.” Ben insanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir.