Modern dönem öncesinde sistemin temel aktörü olan imparatorluk gitmiş, yerine egemen ulus-devlet gelmiştir. Böylece yeryüzünü ve insanlığı kuşatan evrensel bir düzen arayışı, yerini egemen ulus-devletin sınırları dâhilinde evrensel bir düzen arayışına bırakmıştır. Mevcut sınırlar mutlaklaştırılmış ve bu sınırların ötesine geçerek tüm dünyayı tek bir çatı altında birleştirme idealinden vazgeçilmiştir. Uluslararası siyaset açısından modernite, küresel düzlemde bir evrensellik arayışı karşısında, partikülerlik (devlet) düzleminde bir evrensellik arayışının zaferinin ilan edilmesidir. Modern devletler sistemine hâkim olan sınır anlayışı, toplumlar arasına kalın ve kapalı hatlar çizen border kavramıdır.
Modern dönemde uluslararası siyaset, ağırlıklı olarak savunmacı bir nitelik kazanmış; kesin ve mutlak hatlarla çizilen sınırların dış dünyaya, içeride de devletin “millet”inin topluma karşı korunması siyasetin temel dinamiği haline gelmiştir. Bu değişimin altında yatan, imparatorluğun kendini merkezine yani imparatorun ikamet ettiği saraya ya da başkente atıfla, ulus-devletin ise kendini egemenlik alanını diğer devletlerin egemenlik alanından ayıran sınırları esas alarak tanımlamasıdır. Bir başka ifadeyle, siyasetin odağı “yayılmak”tan “sınır”lamaya kaymıştır. Devletin “sınır”lama fiili modern döneme ait iki cephede tezahür etmektedir: Devlet-uluslararası sistem (iç-dış ayrımı) ve devlet-toplum (kamusal-özel alan ayrımı).
Modern dönemde egemen devlet, kendi içine dönerek sınırları içerisinde yaşayan insan topluluklarını “millet” kategorisinde, kamusal ve özel alan arasında bir “sınır”lamaya giderek, homojenleştirmeye çalışmaktadır. Bunun temel sebebi ise iktidarın kaynağı konusunda yaşanan değişimdir. İmparatorluklarda siyasi iktidarın kaynağı dünya dışında metafizik bir temel olarak bir tanrıya veyahut bizzat tanrısal bir nitelik taşıyan imparatora dayanmaktaydı. Modern dönemde siyasi otoritenin kaynağı sekülerleşmiş, önce tanrısallığından arındırılmış territoryal kral, 1789 Fransız Devrimi’ni takip eden dönemde ise “millet” (nation) iktidarın/egemenliğin kaynağı durumuna gelmiştir. İktidarın kaynağı durumuna gelen insan topluluklarının, devlet tarafından başıboş bırakılması söz konusu olamazdı. Devlet etkin bir şekilde, tespit ettiği “ideal vatandaş” tanımı ışığında “millet”ini kurgulamakta, yeniden üretmekte ve bu tanımın dışına çıkmaya çalışanları “ötekileştirerek”, “tehdit” unsuru addederek ve kamusal haklardan yararlanmalarını kısıtlayarak cezalandırmaktadır.
1648 Vestfalya Antlaşması’yla tüm siyasi birimler birbirlerinin egemenlik alanlarına saygı göstereceklerini ve hukuken eşit olduklarını kabul etmişlerdir. Avrupa’da gerçekleşen bu dönüşüm zamanla Avrupa dışındaki siyasi birimleri de kapsamış, 1960’larda sömürgeciliğin sona ermesiyle tüm dünyada geçerli kurucu bir norm hâline gelmiştir. Böylece devletin egemenliği ve otonom varlığı garanti altına alınarak devletler sistemi, tarihî-toplumsal varlık alanını organize eden temel ontolojik anlayış olarak küresel çapta kurumsallaşmıştır. Bu yeni düzende devlet, dışarının kapsamındaki insanlıktan, ulus-üstü toplumsal yapılardan ve diğer egemen devletlerden kendini “farklılaştırarak”, “sınır”layarak (b/ordering) kendi egemenlik alanını korumak ve inşa etmek, aynı zamanda da egemenlik haklarını devam ettirmek için anarşik uluslararası sistemin devamı uğruna mücadele etmek zorundadır. Anarşiyi aşıp sınırları (border) dışında egemenlik alanını genişletmek isteyen Napolyon Fransa’sı ve Hitler Almanya’sı gibi revizyonist devletler diğer devletler tarafından sert bir şekilde cezalandırılmıştır.
Devletler sınırlarının gerisine çekilip bekler mi? Elbette ki hayır. Bu noktada frontier kavramı devreye girer. Devletler sınırlarla kısıtlanmış olmalarına rağmen, “dışarısı” olan uluslararası alanda etkinlik kurmayı hiçbir zaman elden bırakmazlar. Sosyal varlıklar olmaları nedeniyle içerisinde bulundukları uluslararası sistemi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek isterler. Bu çelişkiyi aşmak için frontier kavramı ışığında “dışarı”ya yönelerek, egemenlik alanlarını genişletmeden siyasi, ekonomik ve kültürel etkinlik alanlarını genişletmeye çalışırlar. Mesela günümüzde sistemin en büyük gücü Amerika’nın border’ı Atlantik ile sınırlı olmasına rağmen, etkinlik veya jeopolitik alanı yani frontier’ı tüm yeryüzüdür. Yine aynı şekilde, Osmanlı İmparatorluğu’nun boundary’si Viyana kapılarının ötesine geçemezken, frontier’ı Avrupa’nın daha derinlerine, mesela İspanya’ya kadar ulaşmaktaydı.
Özetle, sınırlar tarihsel olarak farklı şekillerde kurgulanırlar. Modern öncesinde boundary, egemen devletler sisteminde ise border önem kazanmıştır; frontier ise her iki dönemde de gerçekliği olan bir olgudur. Yine somut fiziksel bir olgu olmalarının ötesinde sınırlar, “farklılığın” üretilmesi anlamında toplumsal olarak inşa edilir. Sınır kavramının kapsamı genişletildiğinde ise devletin sadece dışarıya karşı kendi egemenlik alanını “sınır”lamadığı (b/ordering), içeride de “ideal millet” anlayışı üzerinden topluma yönelik bir “sınır”lama yürüttüğü görülür.
*Bu yazı, Temmuz 2009’da Anlayış Dergisi’nde yayımlanmıştır: http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=7…