Okuma süresi: 27.14 mintues

Ateşin Kökeni ve Mitoslarda Ateş

İnsanın nesnel dünyayı kavrama çabası onu doğaya yöneltmiş ve insan belli anlam çıkarımlarıyla, kendi dışındaki maddî dünyada gizil olarak sürüp giden esrarı, çözümleyemediği düzenin şifrelerini bulmaya yönelmiştir. Ancak aslında bu yöneliş, özünde kendi kendini keşfetme isteği ve edimidir.

Bu bağlamda bilinçten bağımsız olarak işleyen maddesel düzen, en eski kaynaklardan başlayarak birçok araştırmanın, en başta da felsefenin alanına girmiş ve bir daha da çıkmamıştır. Antikçağ düşünürleri, evrenin özünün ne olduğu ya da ne olabileceği konusunda çeşitli görüşler ortaya atarlar ve bu çeşitli görüşlerin sunduğu tezler damıtılarak sonunda bir havuzda birikir. Ve evrenin; canlı yapının, dört temel elementin kendine özgü ancak birbirinden bağımsız yapıları ve özellikleri sonucunda evrensel düzenin işleyişleri ortaya çıkar; canlı varlık bu işleyişin kanıtı olarak gösterilir. Bu savın üstüne oturan metafizik varsayımlara göre maddesel varoluş, değişmeyen bir “töz” olarak bulunur; devinimsiz ve süreçsizdir. Şeyler ilişki içine girmezler. Maddesel yapı durağandır, mutlaktır ve öyle kalacaktır. Bu oldukça zayıf ve tutarsız sav, daha sonra 20. Yüzyılda diyalektik yöntemin olgunlaşıp tahtına oturmasıyla yıkılacaktır. Çünkü hiçbir şey durağan değil, hareket halindedir ve değişmektedir. Dolayısıyla şeyler daima birbirleriyle ilişki içindedir ve birbirlerini etkilerler. Bu da evrimsel düzeni hazırlar ve sürekli kılar.

En eski Hint metinleri olan Veda’larda evrendeki bütün varlıkların toprak, su, hava ve ateş’ten oluştuğu ileri sürülmektedir. Antikçağ Yunan düşünürleri de doğayı gözlemleyerek, evrenin oluşumunu, yapısını yine doğanın işleyişinden çıkarmaya çalışarak benzer savlar öne sürmüşlerdir. İlk düşünür olarak bilinen Thales evrenin su’dan oluştuğunu ileri sürüyor ve her şeyi canlı tutan şeyin “su” olduğunu savlıyordu. Thales’i izleyen Anaksimandros, varlığın sonsuz çeşitlilik içerdiğini, ilk maddenin doğrudan herhangi bir ilişki ve etkileşim içine girmeden anlaşılamayacağını öne sürerek, su’yun, özdeğin (bilinçten bağımsız olarak varolan her şey, madde) durumlarından sadece biri olduğunu ya da olabileceğini iddia eder. Thales’in öğrencisi Anaksimenes ise, çeşitli varlıkların meydana gelişini, “hava’nın sıklaşması ve seyrekleşmesiyle”  açıklamaya çalışır. Evreni oluşturan ve canlı tutan şeyin “hava” olduğunu ileri sürerek ruh kavramına da işaret eder.

Herakleitos ise ilk örneği, ilk maddenin “ateş” olduğunu ileri sürmekte, özdeksel durumu başlangıçsız ve sonsuz olarak düşünmektedir. “Öncesiz ve sonsuz” olarak tasarladığı bu maddesel düzen “ateş”ten oluşmuştur. Ve bu ateş yandıkça bu düzen varolacaktır. Herakleitos için en güzel uyum karşıtların çarpışmasından doğar ve evrenin yassı ve de işleyişi bu çarpışma ritmine bağlıdır. Karşıtlardan oluşan bu yasal düzen birbirlerine dönüşerek sürekliliğini sağlarlar. Herakleitos ateş konusunda ısrarlıdır; çünkü ona göre ateş’in devingenliği, dönüşme ve dönüştürme özelliği su’dan ve hava’dan çok daha fazla canlılık içermektedir. En gizemli ve tartışmalı olan “insan ruhu” da bir özdektir ve ateşin geçiş durumlarından biridir sadece.

Bu bağlamda şöyle söylenebilir: Ateş maddede hep gizil olarak vardır. Nesnel olarak açığa çıkması evrenin kendine özgü işleyen yasalarına bağlıdır. O, evreni oluşturan potansiyel enerjidir. Kaybolup tekrar açığa çıkan sonsuz devingenlikte canlı bir enerji. Ateş evrenin yanış biçimidir. Söndüğünde başka bir duruma geçer. Evrense daima yanıştır. İçten içe kaynayan bir mağma.

Doğasal dengenin, çok uzun bir zamanı içine alan evrim süreci sonunda oluştuğunu, “hareket” ve “değişim”in yasalarına göre işleyen bir dengeye oturduğunu anımsayacak olursak; doğasal-maddesel yapıyı ve en hızlı biçimde bozacak olan anahtar element ateş’tir diyebiliriz. Değişimi ve dönüşümü hızlı bir biçimde etkileyen, birçok şeyin yeniden üretilmesine, varlaşmasına ya da yoklaşmasına özellik değiştirmesine – en etkin bir biçimde müdahale eden ateş’tir. Astronomi biliminin verileri evrenin oluşum başlangıcının, insan usunun ölçemeyeceği “yüksek ısıdaki” yıldız atomunun patlaması sonucunda oluştuğu yönünde bir sav içindedir. Bu noktada ateş, sıcaklığın – ısının – nihaî aşamasıdır. Isı ise varlığa canlılık veren itici güçtür.

Mitoslarda Ateş

Mithos’un yayıldığı alan, tarih öncesi ya da modern-öncesi toplumlardaki insanın davranış ve duyumlarına ilişkin, zengin düşsel öykülere dayanmaktadır. Ne tamamen uydurma, ne de kesin olarak yaşanmışlığı olan şeylerin toplamıdır. Ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, ilkel denilen dünya ve ona ilişkin kavrayış biçimini anlamada her mithosun payı vardır ve gerçek yaşamda bir dayanağı olması gerektiği düşüncesine yakın durmamız gerekmektedir.

Simgesel dilin oluşumu ve gelişimi, çeşitliliği olağanüstü zengin mitsel öykülerle beslenip yaşanan ya da yaşanılması arzulanan olaylara; süreç içinde, unutuşa izin vermeyecek ve tekrarı olanaklı kılacak biçimde düzenlenip estetize edilerek, gündelik yaşamdaki kutsal biraraya gelişe çağrı olan ayinlerle pekiştirilmiştir. Biraraya gelişlerin yarattığı ortak dil ve jestler zengin ifade olanaklarını üretmiştir. Ancak “ilkel, arkaik insan bilinçli davranışında daha önce birisi tarafından, insan  olmayan bir varlık tarafından yapılmamış ve yaşanmamış herhangi bir eylemi yaptığını ileri sürmez. Onun yaptığı her şey daha önce yapılmıştır. Yaşamı başkalarınca başlatılmış hareketlerin bitmek bilmez tekerrürüdür.”(1)

Arkaik insanın, nesnel dünyaya ait doğasal olayları kavramadaki yetmezliği, genel davranış biçimini, insanî eylemlerini bir “aşkın, gücün” buyruğuna girmeye yöneltmiş, bu anlamda “ne dışsal dünyanın nesneleri ne de insanî eylemler, kelimenin tam anlamıyla, özerk, kendine ait herhangi bir değere sahip değillerdir. Nesneler ve eylemler onları aşan bir gerçekliğe bağlıdırlar.”(2) Kendi yaşamlarına aktarılmaları ve ait kılınmaları, bir kutsanmayı gerektirir. Ancak bu biçimiyle değer bulur, gerçeğe dönüşür ve kabul görerek imgesel hafızaya alınır. Dışsal aşkın güç, nesnenin tözünde ya da biçiminde bulunabilir. Ona sunulan şey tanrısal bir armağandır ve özü, bir sırrı içerir. Örneğin, yıldırımlarla gökten düştüğüne inanılan “yıldırım taşı”nın dinsel ya da büyüsel güç atfedilerek, gökselliği, tanrısallığı işaret eden bir anlam giydirilerek kutsanıp “değerli taş” düzeyine yükseltilmesi gibi.

Özellikle ilkellerde olmak üzere, hayatın sürekliliği ve güncel yaşama ilişkin bilgi ve deneyim yetersizliği, hastalık, avlanma, doğum ve özellikle ölüm içgüdüsünün yaratmış olduğu korkuyu hafifletmek, giderek de yenebilmek için bir çareye; umutsuzca da olsa bir kurtuluş arzusuna; yakarışa, af dileyişe yanıt verecek güce; kendi zayıflığı, donanımsızlığıyla yaratmış olduğu olağanüstü kahramanlara ve onların üstünde daha bir esrarlı güce gereksinimleri vardı. Bu güçler genellikle doğaüstü güçlerdir. Güneş, rüzgâr, ay, ateş, vs. tanrıları. Totemik inançta, tanrısal güç doğanın kendisidir; doğa tanrısal gücün tezahürüdür. Bu anlamda, hem doğaya sinmiş, yerleşmiş hem de onu simgeleyen göksel kozmik üstün gücün nesnel yansımasıdır. Toprak tanrısal bereketi sağlar ve “Bereket tanrısı” doğar. Güneş ısıtır, ışık verir, hayat verir “Güneş tanrısı” doğar. Ateş yakar, cezalandırır, yok eder, ısıtır, pişirir, dost olur ve “Ateş tanrısı” doğar. Kendi gücünü aşan her şey kutsanır, tanrısallığa bürünür.

Maddesel yapıya müdahaleyle yepyeni nitelikler kazandırabileceği ateş’i İ. Ö. 70 bin yılında keşfettiği sanılan insan, bu keşife boyun eğdi ve secde etti. Ateş’i kutsadı. Çünkü var edebilen ve yok edebilen üstün gücünü farketti. Onunla savaşmayı değil, onu yanına alarak savaşmayı öğrendi. Ancak yine de kendini o güce adayarak, onunla özdeşleşmeyi denedi. Böylece onun üstün gücüne karışarak sonsuza kadar yaşayabileceğine, kötü ruhlardan korunabileceğine inandı. Bunun için çeşitli ibadet biçimleri geliştirdi. Çünkü ateş, hem öfkelenip felâkete dönüşen “nar”, hem de ışığını ve ısısını veren “nur”du. Canını yaktığı için boyun eğdi, ama yararlı olduğu için de korudu. Yine de “ateşin dostluğu olmazdı”. Çünkü, zamanın bize daha yakın aşamalarında gösterdiği gibi – belgeleriyle biliniyor ki – yargılamalarda bir hükmün uygulama, cezalandırma aracı olarak kullanıldı ve kullanılma olasılığı bilinçaltında hep beklemekteydi, sinsice bir bekleyiş.

İlkel insan, yaşamına hem bir gerçeklik hem de gerçeklik yoluyla anlam kazandırmak zorundaydı. Eğer ki törensel jestler bir ilk eylemi tekrarlıyor ve mitsel bir eylemi-imgeyi anımsatıyorsa, o zaman anlam ve gerçeklik kazanmaktaydı (avın ya da toprağın bereketi için adanan kurbanlar gibi). Ateşin etrafında dönecek olan olaylara, tanrılar, kahramanlar ve atalara yönelen dinsel ve dindışı jestler ve ayinler, bilinçli tekrara dayanan ve buna her defasında olanak sağlayan kurgulamalar yoluyla gerçeklik kazandırılmıştır(ki bu bir estetik gerçekliktir). Bu davranışlar, tanrılar, kahramanlar ve atalar kültüne atfedilen anlamları nesnelleştirmeye yöneliktir. Çünkü bu oldukça içselleşmiş, kültsel temel motiflerin tekrarlar yoluyla dışavurumu, kutsal anlamın kaybolmasına ve unutuşa izin vermeyerek hayatiyet kazandırmak içindir.

Mitsel birikime ait verilerin önemini Joseph Campbell oldukça doğru bir saptamayla ikiye ayırır: Mitoloji, yaşama anlam veren imgelerin örgütlenişi olarak kavranmalıdır. İmgelerin örgütlenişi ise iki yolla ortaya çıkar; düşünce ve deneyim yolu. Düşünce olarak mitoloji, bilime atılan ilk adımdır. Deneyim yolu ile mitoloji, çok açık olarak sanattır.

Bu araştırmanın alanını doğrudan ilgilendiren sanatsal yapıdaki imge, (özellikle şiirde çok gelişmiş olmasına karşın, araştırma plastik sanatları kapsadığı için şiirdeki örneklere yer verilmemektedir) yaratıcı nitelik bakımından oldukça zengindir, gelişmiş durumdadır. “Mitos içindeki kavramlar ise simgesel, ritüelik ve alegoriktir. Mitos içinde saklı, örtük-kapalı olarak varlığını sürdüren kavram ve buna bağlı olarak da bilinç, sanat, din, felsefe yoluyla süreç içinde açığa çıkar ve netlik kazanır.”(3)

Bilinçten, deneyimden yoksun ve bu nedenlere bağlı olarak da korkmakta olan insan, oldukça muğlak ve uzun, karanlık bir dönemeçden geçmektedir. Bir arayış vardır, bu arayışta usun kıpırtıları belirir. Önce doğaya yönelecek, doğayla olan ilişkisinden yaşamsal varoluş deneyimleri çeşitlenerek geliştikçe “kendini farketmeye” başlayacak ve en sonunda insanda insanı arayacaktır. Bu yöneliş bir bilinç gelişimini kökleştirir ve olgunlaştırır. Bilinç ışıktır. İçinde çoğu zaman uyurgezer gibi dolaştığı muğlak karanlığı bilincin yarattığı ışıkla aşacak ve gelişmiş bir ruhsal tutarlılığı yakalayacaktır.

Kendi usunu arayan insan bağlamını Antik Mısır’a yöneltecek olursak, son derece görkemli bir kaynakla karşılaşırız. Thebes ve Memphis tapınaklarında, Rahip, Kral ve seçkinlere özgü, özel geliştirilmiş, dönemin üniversiteleri niteliğini taşıyan, dışa kapalı (ezoterik) Hermetik öğretinin, bilinçlenme deneyimlerine yönelmiş ve kurumsal disiplin bazında eğitim verdiği görülür. Doğabilimleri, Matematik, Astronomi, Felsefe, Hukuk, Mistik deneyimler ve Mitoloji eğitimi ve disiplinleri verilmektedir. Bu eğitimi alarak daha sonra Antik Yunan’a geri dönen isimler oldukça ilginçtir. Çünkü bu isimlerin Batı kültürünü besleyen Yunan uygarlığına katkıları büyük ve önemlidir: “Solon hukuk uzmanı, Thales doğabilimcisi, filozof ve dönemin mühendisi, Pythagoras geometri ve matematikçi, Orpheus bir mistiktir ve mistik deneyimleri (İ.Ö. 1000 yılları) kavramlaştırmıştır. İnsanın gelişim süreci yatay kültürde mitos, sanat, din ve felsefe evrelerinden geçerek kavramsallaşmış; dikey olarak da her bireyde algılar, duygular, inançlar ve us sürecinden geçerek niteliklerine kavuşmuşlardır. Bilincin örtüklükten açıklığa geçişi aydınlanmadır. Hermetik Öğretinin temel kavramı, Yunanca Hermes olarak kodlandırılmış olan sözcük aslen «HRM» olarak kodlanmakta ve «HİRAM» diye ünlendirildiğinde «NURLANMIŞ» anlamına gelmektedir.”(4) Hermes tek bir kişinin adı değil, RA’ya kavuşmuş, RA’ya ermiş olanların ortak adıdır.

RA: Güneş tanrı, Işık tanrı, Nur tanrı olarak simgeleşmiştir; Güneş, Işık, Nur gibi simgeler, aklın bilgiye, gizil gücün şifrelerine ulaşarak dışa vurulması, açıklığa kavuşturulması hemen bütün varlıkların ortak belirteçleri olarak kullanılmıştır. Bilinmeyeni açığa çıkarmak, ışığa kavuşmak, “nura gark olmak”, karanlık-kösnül durumdan kurtulmak gibi anlamları simgelemektedir.

Hermes’e ait bir söylem şöyle demektedir: Asıl insan nurdur. Belki insanlar bunu tanımazlar ve belki onu farketmezler ancak, gerçek budur. Nur her yerde her kayada, her taşta vardır. Bir insan nur olan OSİRİS ile birleştiğinde tikel tümel ile birleşmiş olur ve o zaman nuru perdeler arkasında gizlense de yine her şeyi görür. Başka her şey geçicidir, ancak nur süreklidir. Her insan için bu nur kendisine her şeyden daha yakındır. Bir insan bilgi ile ayinlerin üstüne yükselir ve OSİRİS’e ererse nur’a, o her şeyin başlangıcı olan ve baştan başa NUR ile çağlayan AMON-RA’ya varır. (RA: Nur, Güneş, OS-İR-İS: Tümel Zekâ, AM-ON-RA: Kozmik Sevgi Güneşi)

Musevîlik’te (Musa’nın öğretisi) Antik-Mısır kökenlidir. Ve Tevrat’ta tanrının, Musa’ya ateşli bir çalı gibi göründüğü miti belirtilmektedir. Musa’nın Mısırlı olduğu, sarayda prens olarak yetiştiği ve Firavunlar gibi Hermetik öğretiyi öğrenmiş bir Rahip-Prens olduğu bilinmektedir ve bu dikkat çekicidir.

Yerleşmiş kanı, Antik Yunan kültürünün, başta felsefe olmak üzere birçok öğretiye kaynaklık ettiği yönündedir. Ancak Antik Yunan’a kaynaklık edenin Mısır; Mısır kültürüne de kaynaklık edenin Sümer, Hitit, Asur, Babil, Fenike ve Kafkas vb. uygarlıkları ve kültürleri olduğu görülür.

Örneğin dünyanın yaşayan en eski dillerinden biri olarak bilinen Abhazca’da RA ateş anlamındadır. “Abhazca’da meşale anlamındaki Metze=Mese=Mse sözcüğü ateş anlamında da söylenmeye başlanmadan önceleri ateş’e Ra=Re’ denirdi. Bu anlamda türettiği bileşik sözcükler hâlâ kullanılmaktadır.
Ra-çve (Ra-sönüğü, Ateş-sönüğü)’den Raçve (kömür)
Ma-ra=Me-re(Tanrı-Ra, Ateş-tanrısı)’dan Mara=Mere (Güneş) gibi.”(5)

Görüldüğü gibi Ra’nın doğrudan karşılığını “ateş” anlamına geldiği dil Abhazca’dır. “Abhaz ataları (Apsu’lar) ın ilk buldukları tanrı Ra’dır. Zamana, mekâna, akla, ölçüye sığmaz olduğuna inanılmasından olmalı ki, daha sonra bulunan tanrılar gibi buna bir şekil tasarlanmamıştır. Tapınıldığını ve tapınışını gösteren bir iz de hemen hemen yoktur.”(6)

Abhaz mitolojisinde Ra’ya yüklenen anlam, başsız ve sonsuz kozmik bir gücü imlemekte, nesnellikten arındırılarak soyutlaştırılmakta ve kavram düzeyine çekilmektedir. Çünkü “Ra, bütün varlıkların yaratıcısıdır. (Evrensel ruh, evrensel güçtür). Hepsi onun zerreleridir. Olaylar ve değişimlerin oldurucusu odur. Başka yaratıcı yoktur. Varlıkların her zerresinde o  var ve hâkimdir. Öncesiz ve sonsuzdur, zamana sığmaz. Büyüklüğü sınırsızdır, mekâna, akla ölçüye sığmaz. Her şeye gücü yeter. Eksiksiz ve kusursuzdur. Şey değil kişidir, ama erlik ve dişilik onda yoktur. Ölümsüz ruh er son ona dönecektir. Ra, ışı, ısı, zerre-su-güç alemi ve hazinesidir.”(7) Çağrışımsal olarak, büyük tek tanrılı dinlerdeki tanrıya yüklenen anlam (biçimsel ve öz olarak) ile, en eski mitosların anaçı sayılabilecek Abhaz inanışlarındaki tanrı kavramı arasındaki benzerlik çok ilginçtir!

Mitolojide ateş sembolü birçok öykünün, yaşamsal oluntuların neredeyse temel motifidir. Çünkü üstün gücü temsil eder. Ve bu nedenle geriye birçok iz bırakmıştır. Çünkü üstün gücü temsil eder. Ve bu nedenle geriye birçok iz bırakmıştır. Örneğin “Nemrut dağı, mitolojide tanrılar mabedi olarak geçer. Tanrıların başkenti de denilebilir. Günümüze tanrı ve tanrı-kral heykelleri, tören sahaları, yollar ve ateş sunağı gibi ana kayaya oyulmuş mekânlar kaldı. Ateş sunağı, dev heykellerin tam karşısında ve kare plânlıdır.”(8)

Anadolu topraklarında egemenlik kurmuş birçok uygarlıkta, kaçınılmaz olarak tanrılar ve mutlaka ateş tanrısı vardır. Hititlerin altmış üç tanrısından ikisi, Şiu ve Şıwat ateş tanrılarıydı. Urartular’ın yetmiş dokuz tanrısından biri ise Şivni ateş tanrısıydı. İran’da Mitraizm’in (Zerdüştlüğün yanı sıra yayılan başka bir inanış) ateş tanrısı Mitra’dır. Bu inanca göre, “Mitra dayanılmaz bir ateş kılığına bürünerek bütün dünyanın tutuşup yanmasını idare edecek, karanlıkları aydınlatacak ölüleri diriltecektir.”(9)

İnsanı ilkel ve çağdaş olarak ikiye ayırabiliriz. Ancak kavram olarak insan ilkelden başlayarak, yaşam deneyleriyle somut bilgiler edinerek kültürü yaratmışsa, hayal gücünün sınırsız işleyişini hep canlı tutarak maddî olarak olanaksızı da hep istemiştir. Bu tipik olarak yaşam-ölüm karşıtlığını içeren oluntular ve mitsel öykülerde karşımıza çıkar. Umutsuzca da olsa ölüme üstün gelme, onu yenme, tekrar hayata dönme isteği ister ilkellerden olsun, ister çağdaş insanda, bilinçaltında hep bu arzu vardır. İlkeller bu arzuyu, gerçeği aşan fantastik zenginlik ve olağanüstü imgesel yaratımla üretirler. Bu, olması istenen şeyin, gerçeğin dışına çıkarak anlatımı ve üretimidir. Bu yolla kendi yaşamsal oluntularına bir değer kazandırırlar. Örneğin tekrar doğuş arzusunun ve hep inadına yeniden varolarak sağlanacak sürekliliğin bir kuş imgesinde somutlaşması gibi. Bu, küllerinden yeniden doğan, Araplar’ın Anka, Türkler’in Zümrüdüanka, İranlılar’ın Simurg ve Batılılar’ın Latince’de Phoenix olarak adlandırdıkları “Ateş kuşu”dur.

Mısır mitolojisinde Benu olarak da anılan bu kuş kartal büyüklüğünde, kızıl ve yaldız kanatlıdır. Yüzyıllarca yaşadığına inanılan kuşun, sonunda bir çalı yığını üzerinde kendini yaktığı ve kendi küllerinden yeniden doğduğu söylencesi ve kutsal Ra kentinde, erken çağlardan başlayarak, güneşe eşdeğerde bu kuşa tapıldığı anlatılmaktadır. Renginin kırmızı-kızıl ve kanatlarının yaldız parlaklığında oluşu, sanırım güneşle özdeşleştirilerek güneşin yeryüzündeki temsilcisi olarak algılanmıştır.

Yunan mitolojisinde ateş tanrısı Hephaistos’tur. Antalya körfezinin batı kıyısında yer alan Olimpos dağı, ateş tanrısı Hephaiston’un kutsal alanı, yaşadığı mekânı olarak geçer. Ateş bu dağda topraktan çıkarak binlerce yıldır yanmaktadır. Günümüzde de yanışını sürdüren, ancak, geçmişte kutsal olarak simgelenen “doğal gaz” yanışının günümüzdeki ifade ettiği şey, sadece yanında fotoğrafı çektirilen, yanan “antik bir obje”dir.

Yunanlılar ateşten yararlanmayı Prometheus’la sanat düzeyine çıkarırlar. Prometheus, güç simgesi olarak Tanrı Zeus’un tekelinde bulunan ateşi çalarak insanlara verir. Egemenliğini ateşin gücüyle sürdüren Zeus gazaba gelir ve Prometheus’u Kafkaslar’ın en yüksek zirvesine çiviletir. Sonra da onu kazıklatır ve karaciğerini yesin diye kartal gönderir. Kartal’ın gündüz yediği bölümü gece yeniden büyür. Prometheus’un çektiği acıyı sonsuza kadar devam ettirebilmek için uyguladığı bu yöntemle Zeus, intikam duygusuyla sürdüreceği işkenceyi de sonsuza kadar tekrarlayabilecekti.

Prometheus üzerine yazılan birçok şiir, oyun, öykü vardır. Goethe’nin romantik çağında yazmış olduğu Promete’si (1773), Zeus Promete karşıtlığını, otoriter gücün yarattıı kölelikle başkaldırının ürünü “özgürlük” arasındaki çarpışmayı irdeler. Zeus’a başkaldırarak özgürlüğünü kazanan, akıl gücünü Tanrı Zeus’un tekelinden kurtaran Promete, kendinin egemen olduğu ülkede bağımsız, mağrur ve uygarlığın simgeselliğini üstlenir. “Zeus yıkıcıdır; Promete yapıcıdır; Zeus hunhar ve despottur; Promete eşitlikçi ve uygar. Hesiod’dan beri Promete asidir.”(10) İnsanın gelişme evresinde, insana özgü yaratma yeteneğinin bir göstergesi olarak Promete yaratıcıdır; heykeltraştır ve yaptığı heykellere can verme yetisine sahiptir. İnsanın düşünce dünyasını genişletir, zenginleştirir ve akıl gelişimini hızlanırır. Çünkü sanatla uğraşmaktadır, heykeltraştır ve sanat aracılığıyla her şeyi sorgular. “Yani Promete dört ana elementten üçünün ustasıdır; su, toprak ve ateş.  Su ve toprak yaratıcılığının, ateş ise getirdiği aydınlığın simgesidir.  Aynı zamanda su ve toprakla yoğurduğu heykele can katan gücünün simgesi de ateştir;  çünkü ateş duygudur, ihtirastır, arınmadır, atılımdır.”(11) Bilincin örtüklükten kurtularak aydınlanmaya yönelmesinin tarihsel dönemeci olarak bilinen Rönesans, aynı zamanda Tanrı merkezli düşünce ve inanış sistemlerinin iyiden iyiye sarsıldığı dönemdir de. İnsanın ussal yeteneklerini farkedip Tanrıya göre konumlanan sistemi sarsmayı hem akıl düzeyinde hem de yaratı alanında kanıtladığı, kendini biçimlendirdiği bir dönemdir. Sanatsal yaratıyla tanrıya ait olan yaratma edimini, onun elinden almaya yöneldiği ve aldığı bir dönemde Promete, insanı temsilen; onda varolan ve açığa çıkmayı bekleyen sayısız yeteneğin sembolü ve kaynağıdır. Calderon’un Promete’si (1677) ise gelişmiş Promete’dir. “İsyanda ilk varoluş coşkuları da dinmiştir; artık Promete uygarlık meşalesidir. Aynı zamanda zamanın şair anlayışının da simgesidir. Çünkü ateşle yaratıcılığı birleştirmiştir”(12) Anlaşılacağı üzere mitoloji, yaratıcı düşüncenin kaynaklarını, şiiri ve inanış sistemlerini harmanlayarak, imgenin sonsuz devinimini bize sunar. Yaratı, ateşin simgelediği aydınlanma ile, deneyim ve yaşayan bir mitosun simgesel anlamıyla beslenerek yeni “ateş hırsızları” türetilebilir.

Kültlerde Ateş

Ateşin olumsuz, tahripkâr, yıkıcı gücüne burada bir nokta koyarak, kült olarak aldığı role dönelim.

Güneşin yeryüzündeki temsilcisi olarak kutsal sayılan ateş birçok kültürde önemli bir yere sahiptir. Ancak bu kutsallığın noktaları vardır: İlkel tapınmalar, ibadetler; ateşin arındırıcı olduğu inancı ve hayatın sürekliliğini sağlayan temel güç olduğu inancı gibi.

“İyilik ve kötülük aynı kaynaktan çıkmaz” diyen Zerdüşt’ten hareket edecek olursak, bu inanca göre “iyi” ve “kötü” sürekli savaşım, çarpışma durumundadır. İyiliği Ahura-Mazda (Hürmüz-Hermes),  kötülüğü de Ahriman yapmaktadır. İyi tanrı Ahura-Mazda ateşi temsil eder, kötü tanrı Ahriman dumanı. Ancak erdemli insanlar “iyi”ye sahip çıkacaklardır. Çünkü bu çarpışma ışıkla karanlığın, gökyüzüyle yeryüzünün çarpışmasıdır. İnsan olmak, erdemlere sahip olmak isteyenler iyilikten, ışıktan, gökyüzünden yana olmalıdırlar. Böylece toplumsal düzen sağlanacak, üretimin mutlu ve adil paylaşımı gerçekleşecektir. Gerçek dindarlık oruçta, tapınımda değil, dürüst çalışma ve paylaşımdadır. Zerdüşt’ün bu düşünceleri, yaşam kaynağı olan güneşin yeryüzündeki temsilcisi ve onun yansımasıdır. Isı ve ışık kaynağıdır. Canlıların varolabilmesi için bu iki kaynağa gereksinimleri vardır. Işığın olduğu yerde karanlığa ve dolayısıyla kötülüğe yer yoktur. Bu nedenle ateş kutsaldır. Bu inancın İran’dan başlayarak Hindistan’a kadar yayıldığı bölgelerde ateş mabedleri kurulur ve ateş kutsanır. (Bugün bile Hindisan’da bu inanış sürmektedir.) Zerdüştlüğün temel felsefesi sevgi, bilgelik, çalışkanlık ve erdemlilik (doğruluk)’tir. Bu nedenle ateşe tapma, doğrudan nesnel ateşe tapma değil, onun temsil ettiği üstün Tanrısal yaratıcı güce tapmadır.

Kendine “tehlikeli belki’nin filozofu” diyen Nietzsche’nin başyapıtı Böyle Buyurdu Zerdüşt’te, “yeni düşünce” dediği “her şeyin sonrasızca yeniden gelişi”ni, İranlı bilge Zerdüşt esiniyle şöyle dillendirir: “Ey Zerdüşt, senin kim olduğunu, kim olman gerektiğini pek iyi bilirler: bak, sen sonrasızca yeniden gelişi öğretensin, senin yazgın budur artık!”(13)

En eski inanışlardan biri olan Şamanizm’de de ateş ayinleri vardır. Altaylı Şamanist Türkler ateş yakarak etrafında dans etmeyi kutsal sayarlar. Efsaneye göre “Tanrı Ülgen biri kara biri ak iki taş getirdi. Kuru otları avucunda ezerek bir taşın üstüne koyarak diğeriyle vurdu, otlar ateş aldı. Ülgen ateş yakmasını insanlara öğreterek, «bu ateş atamın kudretinden taşa düşmüş ateştir»dedi. Bundan dolayıdır ki Altaylar ve Yakutlar’da çakmak taşı kutsaldır.”(14)  Bu nedene ayinlerde yakılan ateşte kibrit kullanılmaz. Şaman inancına göre, ateş arınma sağlar. Kötü ruhları kovar, her şeyi temizler. Başkurt ve Kazak Türkleri, hastalık anında, hastanın etrafında yağlı bir paçavrayı ateşe vererek dolaştırır ve kötü ruhları kovma ritüelleri yaparlardı. Ateş, ailenin süregiden yaşamını sembolize eder. Anadolu’da geçmişte olduğu gibi hâlâ kullanılan “Ocağının sönmesi” ya da “Ocağının kör olması” deyimleri bu kutlu inanışın işaretleridir.

Hititler’de savaştan yenik çıkmak günah sayılırdı. Bu gerekçe de içinde olmak üzere, her türlü günahlarından ve kirlerinden arınmak için ateş ayinleri düzenlerler ve ateşin üzerinden atlarlardı.

Amerikalı yerli kabilelerde, ateş yaşamı temsil eder. “Yaşamın kendisidir.” Pawniler, Apaçiler, Çerokiler, Ponkalılar, Creekler ateşin kutsallığını simgeleyen ayinler yaparlar. Savaş öncesinde ve sonrasında, kazanılan zaferi kutlarken ateş dansları yapılır. Çerokiler dolunay zamanlarında dans alanlarında toplanarak yaptıkları ayinlerde “Ateş, beyaz kül öbekleri üzerinde açılan bir çiçek gibi parlardı. Ki sonsuz ateş, Çerokiler’in yaşamı demekti. Onun etrafında dua ederek, döne döne dans etmek, onlar için yaşamın ta kendisiydi.”(15)

Her yıl 21 Mart’ta, doğadaki uyanışın, yeniden doğuşun ve özgürlüğün simgesi olarak da Kürtler için kutlu sayılan “Newroz” ateşi (yeni gün) yakılarak şenlikler düzenlenir. Ateşin etrafında halay çekilir, üzerinden atlanarak kutsama törenleri yapılır.

Budistler ise, ölülerini yakarak küllerini Ganj nehrine savururlar. Buda öğretisinin temeli “evrensel acı”dır. Buda: “Doğmak acıdır, yaşlılık acıdır, hastalık acı, ölüm acıdır, sevilmeyenle birleşmek acıdır, sevilenden ayrı kalmak acı. İstediğini elde edememek acıdır…”(16) der.

İnsanın en temel korkusu olan “ölüm korkusu” Buda öğretisinde acıyla birlikte öğretinin temelini oluşturur. Bu nedenle “ölümsüzlük” mitosu çok önemlidir. Budistler acılardan arınma ve ölümsüzlüğe ulaşmadaki mistik deneyimi “Meditation” ile gerçekleştirirler. Meditasyon, nesnel dünyadan arınıp uzaktan bakma, seyretme anlamındadır. Buda “doğa olmak korkunç, fakat doğaya uzaktan bakmak (seyretmek) o ölçüde güzeldir” der. Çileci bir hayat ve çetin bir mücadeleyle, bütün tutkularından sıyrılarak nefsini ve dünyayı yenebilen, meditasyonun son aşamasına ulaşır. Bu ulaşılan nokta “Nirvana”dır. Burada istekler susar, irade durur ve dünya kusursuz bir kayıtsızlık içine gömülür. Nirvana, “tek tanrılı dinlerin vaadettikleri gibi cennet değildir, yok olmadır. (…) Nirvana ölüm anlamına da gelse, ölüm burada karanlık bir son olmuyor, ölmezliğe kavuşma oluyor.”(17)

Buda, yaşamın anlamını irdelerken yaptığı gözlem ve mistik terapilerle maddî dünyanın, sosyal ve ekonomik yaşamın basıncına karşı çıkar. Ancak Buda’nın eylemi dışa dönük değil, tersine içe yöneliktir. İsteklerin sustuğu ve nesneyi aşmaya yönelik düşünüşün mutlak hakimiyetinin ulaştığı yoğunlukta âdeta evrensel hareketin durdurulduğu zaman boyutuna ulaşmaya yöneliktir.

(1) Mircea Eliade, Ebedî Dönüş Mitosu, Çev.: Ümit Altuğ, İmge yay., 1994, S.19.
(2) M. Eliade, a.g.y.,S.18.
(3) Metin Bobaroğlu, KSM Felsefe Toplantıları: Anadolu’da Aydınlanma (I), 15.11.1994, S.2-3.
(4) M. Bobaroğlu, a.g.y., S.3
(5) B. Ömer Büyüka, Abhaz Mitolojsi Anaç mı?, İstanbul Matbaası, 1971, S.106.
(6) B. Ö. Büyüka, a.g.y., s.114.
(7)  B. Ö. Büyüka, a.g.y., s.114.
(8) Hüseyin Şimşek, Ateşinsan, Alan yayıncılık, 1995, 1.Baskı, S.15.
(9) H. Şimşek, a.g.y., S.16.
(10) Jale Parla, Çağdaş Düşünce ve Sanat,  a+A Plastik Sanatlar Derneği Yayın Dizisi, 1991, S.141.
(11) J. Parla, a.g.y., S. 141
(12) J. Parla, a.g.y., S. 141
(13) F. Nietzsche,  Böyle Buyurdu Zerdüşt, Cem Yayınları, 1977, S.212.
(14) Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm,  Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1972, S.66.
(15) Alice Marriot-Card, K. Rachlin,  Kızılderili Mitolojisi, İmge Kitabevi, S.230.
(16) Walter Ruben, Budizm, Okyanus Yayınları, 1995, S.11.
(17) Nazan-Mazhar İpşiroğlu,  Oluşumun Süreci İçinde Sanatın Tarihi, Cem Yayınları, 1983, S.25.

Cemil Ergün
+ Son Yazılar