Mimarlığın insanlığın umutları ile bir rabıtası var mı? Bunun için önce mimarlık ve sonra da umut kavramlarının üzerinde durmak gerek…
Mimarlık; dolu ve boş, dış ve iç, ışık ve karanlık gibi birbirlerine zıt görünen ama aslında ‘Bütün’ü hem var etmek hem de tarif etmek için gerekli olan kutupların arasındaki denge sanatı olarak açıklanabilir. Zaten sanat da zaman, mekân ve değişimin gerisinde ve altında yatan “Tözsel Gerçeklik – Temel Hakikat”i anlamak için gerekli enstrümanları, “insan ile insan’a” sunan bir takım istem dışı faaliyetler grubudur. Sanatın ana temelinde yatan bu arayış mimarlık ile ete kemiğe bürünür, yansıması insan elinden, yaşanması insan ile, bitişi de yine insan’dan olur.
Mimarlıkta ortaya konan eser de insan gibi doğar, yaşar ve ölür. Ama ölümden kasıt son değildir, çünkü hiçbir şey ölmez ve herşey yaşar. Zira döngüde ortaya çıkan, ortadan kalksa dahi ölümsüz olmuş, belleklerde yer etmiş ve kayda geçmiştir.
Umut da kavram olarak içinde geleceğe dair “parıltı”lar barındıran, hoşluklar içeren, yaşama nedeni ve gayesi olan beklentileri barındıran neşe, sevinç ve güzellikler demetidir… İnsanoğlu var olduğu yerde gücünü, kuvvetini, aklını ve hikmetini sonraki nesillerine yani umut’a aktarabilmek için mimarlık sanatını kullandı, kullanıyor ve kullanacak…
Umut ile tahayyül kardeştir, birbirini güçlendirir, besler ve geliştirir. Tahayyül zihinlerde başlar, “parıltı” hem düştüğü rahimde – zihinhem de aktarıldığı farklı zihinlerde yoğrularak gelişir, değişir ve bedenlenene kadar da dönüşümü sürer. Mimar düş’üncesini imar ettirdiği takdirde dahi mana’dan maddeye geçtiği düşünülen “parıltı”, değişimine, dönüşümüne ve döngüsüne devam edecektir. Kimi insan, kimi doğa, kimi de zaman tarafından evrilecek, devşirelecek, devri daim olacak ve İnsanoğlu’nun umudu mimarlık ile vücûd bulacaktır.