Okuma süresi: 36.15 mintues

Hegel’e göre “Felsefe tarihi, ortaya çıkan türlü felsefelerde türlü gelişme derecelerinde yalnız tek bir felsefe bulunduğunu ve aynı zamanda bir sistemin dayandığı özel ilkelerin de ancak tek ve aynı bütünün dal budaklarından ibaret olduğunu açıkça ortaya koyar. Son gelen felsefe daha önce gelen bütün felsefelerin sonucu olup bunların hepsinin ilkelerini kapsamak zorundadır”  (Böyle düşünmesinin sebebi dünyaya erekbilimci bir modelden bakmasıdır.).

Antikçağ felsefe tarihi genel olarak üç dönemde incelenir: Helen, Helenistik ve Roma dönemleri. İ.Ö. 6. yüzyılın başlarında, Thales’le başlayan ve yine 4. yüzyılın sonlarına doğru Aristoteles’in ölümüyle biten birinci dönem, asıl Yunan (Helen) felsefesi dönemidir. Çünkü bu dönemde felsefe, coğrafya olarak Yunanlıların yaşadıkları Anadolu’nun batı kıyısında başlar; Yunanlıların yerleşme yerleri olan Güney İtalya’da veya Büyük-Yunanistan’da devam eder ve nihayet 5. yüzyılın ortalarına doğru ana karaya, Yunanlıların asıl ana yurduna, bugünkü Yunanistan’a, özel olarak Atina’ya intikal eder. Bu döneme ait filozoflar da ırk bakımından esas olarak Yunanlıdırlar. Helenistik dönem ise Büyük İskender’in fetihleriyle başlayan dönemdir. İskender’in ölümünden, İ.Ö. 1. yüzyılın ikinci yarısına kadar yaklaşık 300 yıllık bir süreyi içine alır. Roma dönemi, İ.Ö. 1. yüzyılla Roma’nın Roma olarak ortadan kalktığı tarih olan İ.S. 5. yüzyıl sonlarına kadar yaklaşık dört yüzyıllık bir dönemi kapsar. Filozof yaşadığı dönemin düşüncesini, problemlerini ve çözümlerini temsil ettiğinden, bir filozofu anlamak için onun çağına, tarihsel ve kültürel ortamına bütüncül bir açıdan bakmak gerekmektedir.

Dünyanın Panoraması:

200.000 nüfusuyla hala dünyanın en büyük şehri Babil’di. Babil’de Nebukadnezzar hükümdardı. Mısır’da, 26. soyun ilk firavunu olan ve can çekişen Asur imparatorluğunun elinden Mısır’ın bağımsızlığını kurtaran ve Mısır’ı yeniden müreffeh kılan I. Psammetichus’un (I. Psamtik) uzun süren hükümdarlığı sonra erer (M.Ö. 610). Mısır’la ticari ilişki içinde bulunmaları, oradan papirüsü almaları gibi olumlu sonuç yaratmıştır. Kudüs’te, Yeşu (Yoşiyahu) hükümdardı, diğer tanrılara ait kült objelerini tahrip etti, tapınakları yaktı, pagan rahipleri öldürdü (İncil, Krallar Kitabı II). Asur İmparatorluğu zayıflamıştı ve Babil henüz çok güçlü değildi. Anaksimandros’un ölümünden önce İbrani halkı tekrar yenik düşecek ve köleleştirilerek Babil’e sürgün edilecektir (II. Nebukadnezzar İ.Ö. 587’de Süleyman mabedinin yıkılması).

Felsefenin Yunanlılarda Ortaya Çıkmasının Nedenleri:

Milattan önce 750 civarında Yunanlılar, Fenike alfabesini alıp kendilerine uyarladı. Yunancada Fenike dilinden daha az sayıda ünsüz vardı. Yunan dilinde olmayan ünsüzlere tekabül eden Fenike alfabesindeki bazı semboller boşta kalmıştı. Bu semboller şunlardı: a, e, ı, o, u , w. Bu sembollerden ünlüleri temsil etmek üzere faydalanmayı düşündüler. Ba, be, bi, bo gibi aynı ünsüzün farklı ünlülerle bükümlenişlerinin Fenike dilinde tek ve aynı B harfiyle yazılmasından doğan belirsizlik, böylece Yunancada giderilmiş oldu. Gülünç gelebilir ama bu bir devrimdir. İnsanlık tarihindeki ilk tam fonetik alfabe böylece doğdu.

İç ve dış etkenler; Yunan coğrafyası, siyasal sistemi, dinin özellikleri, Mezopotamya ve Mısır’ın etkisi.

Tiranlar, meşru olmayan iktidarlarının güvenliğini halkı memnun etmekte bulmuşlardır. Bunun ise bilimsel, felsefi bakımdan olumlu sonucu şu olmuştur ki, bunların zamanında şairler, sanatkârlar, düşünürler, Ortaçağ sonunda İtalyan şehir devletlerinde olduğu gibi himaye görmüşlerdir. İ.Ö. 8. yüzyıldan itibaren destan şairlerinin (Homeros, Hesiodos) etkisi altında, Yunanlılar, tanrılarını insan şeklinde düşünmeye ve heykellerini koyacakları tapınaklar inşa etmeye başladılar. Hierus denilen rahipler sadece bakım ve tören idaresi yaparlardı.

Milet:

Bizim bugün gördüğümüz Milet, Thales’in yaşadığı Milet değildir. Bugün görünen Antik Kent, Thales’in kendisinden yaklaşık 800 yıl sonra, Roma İmparatorluk dönemine aittir. 80’den fazla koloni kuran ve ticaret yoluyla denizlere hâkim olan o dönemin deniz kenti Milet, bugün Söke ovasında, Menderes nehrinin taşıdığı alüvyonlarla çevrelenmiş bir yerdir; Aydın’ın Didim ilçesinde, Akköy’e yaklaşık beş km. uzaklıkta ve Balat Köyü yakınında, geçmişin tüm dönemlerinde zengin ve geniş bağlantılara sahip olmuş antik bir kenttir. Thales döneminde Milet taştan değil, kilden yapılmış bir kentti. Kazılarda elde edilen sonuçlara göre, evlerin kerpiç duvarlarının sıvanmış ve boyanmış olduğunu, böylelikle daha sağlam göründüğünü düşünebiliriz.

Milet Okulu – Doğa Felsefesi:

Miletli filozoflar doğanın herhangi bir görünümü hakkında değil, “doğa” hakkında soru soran felsefi bir bakışa sahiptiler. Bu filozofların söyleminde felsefe açısından önemli olanın, “her şey birdir” düşüncesi olduğunu görüyoruz. Miletliler doğanın açıklanmasında mitolojik öğeleri bir yana bırakıp onun yerine nedenselliği koyan ilk filozoflardır. Bu nedenle onların felsefi düşüncenin tarihinde yaptıkları devrim, doğanın yerine insanı koyan Sokrates’in, insanı evrenin merkezine koyan Kant’ın yaptığı devrim kadar önemlidir. Milet Okulu’nun ilk temsilcisi olarak Aristoteles tarafından Thales zikredilir. Thales’e ait, elimizde kendi elinden çıkmış hiçbir metin veya metin parçası mevcut değildir. Thales hakkındaki bilgileri edindiğimiz başlıca kaynaklarımız Herodot, Aristoteles, Theophrastos ve Diogenes Laertius’tur. Thales’in İ.Ö. 625-546 yılları arasında yaşamış olduğu hesaplanmaktadır. O halde ünlü yedi bilgelerden birisi olan ve Atina’ya yasalar hediye etmiş bulunan Solon’la, yine ünlü Lidya kralı Karun’un veya Krezüs’ün (Kroisos) çağdaşıdır. Baba tarafından Karialı, anne tarafından Fenikeli olduğu ileri sürülmektedir. Ancak kendisi doğma büyüme Miletlidir. Gelenek bize Thales’i çeşitli ve değişik kılıklar altında göstermektedir. Örneğin Platon, “Theaitetos”da, onu, “yıldızları incelerken önünde bulunan kuyuyu görmeyerek içine düşen dalgın, dış dünyadan uzak bir bilim adamı” olarak takdim etmektedir. Ancak Aristoteles bunun tersine onu, “zeytinyağı üzerinde karaborsa yapan çok başarılı bir işadamı” olarak göstermektedir. Bilindiği üzere zeytinin bir “var” yılı, bir de “yok” yılı vardır. İşte Thales bu “var” yıllardan birini önceden tahmin ederek, elindeki bütün parasını bölgede bulunan zeytin ezme makinelerinin tümünü kiralamaya ayırmış, o sene ürün bol gelince de bu ezme makinelerini çok fahiş fiyatlarla ihtiyacı olanlara kiralamış ve bundan büyük bir servet kazanmıştır (Politika, II,1259 a 6). Heredot ile bize, Thales’in Lidya’nın Persler tarafından yıkılmasından önce, İonya yurttaşlarına Lidya istilasına karşı koyabilmek için başkenti Teos olacak bir federasyonda örgütlenmeleri yolunda bir tavsiyede bulunduğunu söylemektedir (Her. Tarihi, I, 75, 170). Yine Herodot, Thales’in Lidya kralı Alyattes ile Med hükümdarı Kyaksares arasında yapılan savaş sırasında meydana gelen güneş tutulmasını (M.Ö. 585 yılı 28 Mayıs) önceden tahmin ettiğini ve bunu İonyalılara söylediğini bildirmektedir. Bir başka rivayete göre Lidyalıların Medlere karşı yaptıkları bir seferde Kızılırmak’ı rahatça geçebilmeleri için bu nehrin kenarında bir kanal kazdırmış, Kızılırmak’ın sularını ikiye böldürmek suretiyle su seviyesini alçaltmış, böylece onun üzerinde rahatça bir köprü kurulmasını sağlamıştır (Her. Tarihi, I, 75). Milet’in denizcilerine denizde yönlerini kaybetmemeleri için Küçükayı takımyıldızını yön tayin etmede esas olarak almalarını öneren ilk kişinin de Thales olduğu söylenmektedir. Öte yandan, Aristoteles’in öğrencisi ve Yunan dünyasında, matematik ve astronomi tarihine ait ilk eserin yazarı olan Eudemos, Thales’in Mısır’a gittiğini ve oradan geometri bilimini ilk kez Yunanistan’a getirdiğini, ayrıca kendisinin geometri alanında da, bugün de kendi adıyla bilinen “Bir dairede çapı gören çevre açı, dik açıdır” gibi birçok teoremin bulucusu olduğunu söylemektedir. Bu teoremler arasında, her ikizkenar üçgenin taban açılarının birbirine eşit olduğunu, birbirini kesen iki doğruda ters açıların birbirine eşit olduğunu, bir dairenin çapla iki eşit kısma bölündüğünü gösteren teoremleri de vardır. Eudemos’un Thales’e mal ettiği iki buluş ise, onun bir kulenin tepesinden denizdeki gemilerin uzaklıklarını ve Mısır piramitlerinin yüksekliklerini ölçmesine ilişkindir. Bu şayet doğruysa Mısırlılar, geometri teorisinde çok geri kalmış olmalıdırlar. Bütün bu haberler, Thales’in kişiliğinde çok yönlü bir insanla karşılaştığımızı göstermektedir. Anlaşıldığına göre o, aynı zamanda tüccar, devlet adamı, mühendis, matematikçi ve astronomdur. Matematik ve astronomiye ilişkin bilgilerini herhalde Mısır ve Babil’e yapmış olduğu ileri sürülen yolculuklarında kazanmıştır.

Öğretisi:

Aristoteles’in Thales’e mal ettiği görüşleri üç noktada toplamamız mümkündür:

  1. Su, her şeyin arkhesi, ilkesi, doğası, nedeni veya tözüdür (Metafizik, 983 b 20).
  2. Dünya, suyun üzerinde yüzer (De Caelo, 294 a 28).
  3. Her şey, tanrılarla doludur (De Anima, 411 a 7).

Bunlara, mıknatısın canlı olduğu çünkü demiri kendisine doğru çekme gücüne sahip olduğu yönündeki görüşünü de ekleyebiliriz (De Caelo, 405 a 19; DK.11, A 22,23).

İlk önerme, Thales’in tüm Milet felsefesinin ana problemine, her şeyin kendisinden geldiği, kendisine gittiği, kendisinden yapıldığı şeyin; değişenin altında değişmeden kalan, varlığını devam ettiren şeyin ne olduğu sorusuna, evrende en çeşitli ve değişik kılıklar altında kendisini gösteren unsurlardan biriyle, yani “su” ile cevap verdiğini göstermektedir. Bir tek, suyun donmuş hali sıvı halinin üzerinde yüzer; bu metafor Thales’in suyu seçme sebebidir. Nietzsche’ye göre Thales, “var olanın birliğini” görmüş ve onu söylemek için su’dan söz etmiştir (Nietzsche 1992: 30-31). Aristoteles’e göre Thales, yeryüzünün su üzerinde durduğunu söylemektedir. Bu anlayışın kökeninde, dönemin coğrafya bilgisinin etkisi olduğu düşünülebilir. Nitekim günümüzde Cebelitarık olarak adlandırılan ve Akdeniz’in Atlas Okyanusu’na açıldığı yer olan boğaz, Eski Yunan söylencesinde “bilinen dünyanın sonu” olarak kabul edilmekteydi. Bu coğrafya bilgilerine dayanan kökenin yanı sıra çok önemli mitolojik temeller de vardır. Eski Yunan söylencesine bakıldığında irili ufaklı, her türlü akarsu tanrısal özelliktedir. Çünkü bunlar, Okeanos ve Tethys’in çocukları olarak kabul edilirler. Yeryüzü, üzerinde bulunan bu akarsuların yanı sıra Okeanos adı verilen tanrısal su ile çevrilidir. Bu anlayışa göre Okeanos, kara parçası anlamındaki dünyanın sınırıdır ve sürekli akış hâlinde olan bu suyun sınırlarına ulaşmak, derin burgaç ve akıntılardan dolayı imkânsız olarak kabul edilirdi. Aynı zamanda bütün nehirlerin ve ırmakların da babası kabul edilen Okeanos’un tarihsel benzeri, Mezopotamya mitolojisinde de göze çarpar. Thales’e göre yeryüzü, bir tahta parçası veya ona benzer bir şey gibi suyun üzerinde yüzmektedir. Aristoteles, Thales’in bu görüşünü iki yönden eleştirir. İlkin, havanın sudan daha hafif olduğunu, suyun da topraktan daha hafif olduğu belirtir. Dolayısıyla daha hafif olanın daha ağır olandan aşağıda bulunmasının doğaca imkânsız olacağını belirtir. İkinci olarak da doğal gözlem verilerinden hareketle, su üzerine konulan ve sudan daha ağır parçaların suya batmasından dolayı, yeryüzünün de suya batması gerekeceğini ileri sürerek Thales’in bu görüşünü eleştirir. Aristoteles, Thales’in her şeyin tanrılarla dolu olduğu görüşünü savunduğunu söyler (De Anima, 411 a 7-9). Thales, her şeyin esrarengiz, canlı güçlerle dolu olduğuna inanmaktadır; mıknatısın demiri çekmesi olgusundan hareket etmekte, bu olguyu genelleştirerek bütün varlıkların içine yerleştirmektedir. Thales’in canlı ile cansız arasındaki ayrımı göz önünde tutmayıp her şeyin ruhu veya canı olduğuna inandığını düşünürsek bu durumda her şeyin tanrılarla dolu olması, Thales için her şeyin canlı güçlere sahip olması anlamına gelebilir. Bununla birlikte Thales’in bu durumda tanrı sözcüğünü, içinde yaşadığı Yunan dünyasında insanların çoğunluğunun bu sözcüğe geleneksel olarak verdikleri anlamdan farklı bir anlamda kullandığını kabul etmek zorundayız. Kendiliğinden hareketin imkânını temele alan ve her şeyde ruhların bulunduğunu ileri süren bu görüş, Aristoteles tarafından onun “maddi neden” öğretisi çerçevesinde eleştirilmektedir. Aristoteles’e göre yalnızca maddi nedenin kabul edilmesi, bize, oluş ve bozuluş anlamındaki hareketi vermekten uzaktır. Çünkü bunun tersi düşünülecek olursa dayanak olarak kabul edilenin kendisinin, aynı zamanda kendi değişmesinin nedeni olması gerekecektir. Bunu daha açık olarak “Örneğin tahtanın veya tuncun değişmesinin nedeni, ne tahta ne de tunçtur. Yatağı yapan tahta, heykeli yapan tunç değildir” şeklinde ifade eder. Yine de Aristoteles’in bu düşünceden ne ölçüde etkilenmiş olduğunun göstergesi olan ifadeleri dikkat çekicidir: “Hayvanlar ile bitkiler, toprakta ya da suda meydana gelirler. Çünkü toprakta su, sudaysa ‘soluk’ (pneuma) vardır. Her ‘soluk’ta da, ‘ruh sıcaklığı’ (thermoteta psük hiken) bulunur. Böylece her şeyin ‘ruh’la dolu bulunduğu anlaşılmaktadır.” Bu “canlı madde” anlayışı, Thales’e atfedilen, zorunluluğun en büyük güç olduğu, çünkü her şeyi kontrol ettiğine ilişkin düşünceyle beraber ele alındığında varlıkta meydana gelen değişim ve dönüşümlerin Hesiodos’un tanrılar anlayışı uyarınca dışarıdan ve belli ölçülerde keyfî olan dinamiklerinin yerine içsel ve keyfiyeti dışlayan bir anlayış getirilmiş olduğunu düşündürmektedir. Her ne kadar Aristoteles tarafından Thales’in suyu her şeyin ilk ilkesi olarak seçmesinin nedeni olarak Okeanos veya eski dönemlerde üzerine yemin edilen Styx gibi örnekler gösterilse de artık Okeanos bir baba, Tethys bir ana olarak ve pınarlar ile dereler de dünyayı saran akarsular olarak insan biçimci tanrısal özellikleriyle Thales’in doğa olayları ile ilgili açıklamalarında yer almamaktadırlar. Dönüşüm, Aristoteles’in şahitliğinden de anlaşılmaktadır. Aristoteles, Thales’in görüşlerini betimleyip tartışırken Thales’in Hesiodos’un Theogonia’sında sunulduğu şekilde, tanrılara dayalı bir açıklama yaptığını değil, geriye dönük etkilenmiş olabileceği kaynaklar olarak söz konusu tanrıları ve onların özelliklerini anmaktadır. Kaldı ki Thales ile ilgili kaynaklarda da bu kendisini göstermektedir. Thales artık, Aristoteles’in deyişiyle “eskilerin” insan biçimci tanrılar anlayışına dayalı doğa açıklama modelini kullanmamaktadır.

Thales’in bu anlamda bir hilozoist (canlı maddeci) olduğu, yani maddeyi canlı olarak kabul eden düşünürlerin başında geldiği söylenir. Onun felsefe için önemi; ilk kez “Evrenin arkhesi, tözü nedir?” sorusunu ortaya atmasında ve bu soruya cevap olarak da ilk kez efsanevi-dinsel içerik taşımayan, laik-natüralist bir açıklama vermeye çalışmasındadır. Thales’in bu soruya verdiği cevabın kendisinden çok bu cevabın türünün önemli olduğunu söylemeliyiz. Thales’le birlikte ilk kez ve açık seçik olarak efsaneden bilime veya felsefeye geçişi görmekteyiz.

Anaksimandros (İ.Ö. 610-547):

Anaksimandros, Thales’in çağdaşı, öğrencisi ve dostudur. Onun hayatı ve görüşleri hakkındaki bilgileri edindiğimiz başlıca kaynaklarımız Aristoteles, Theophrastos ve Diogenes Laertius ve İ.S. 5.yüzyılda yaşamış ünlü Aristoteles yorumcularından biri olan Simplikios’tur. Anaksimandros’un düşüncesinin çeşitli bakımlardan Thales’e göre bir ilerleme olduğu kabul edilir. O da Thales gibi çok yönlü bir kişiliğe sahiptir; aynı zamanda matematikçi, devlet adamı, astronom, doğa bilgini, kartograftır. Yunanlılarda ilk defa yer ve gök haritası yapmaya teşebbüs eden kişidir (DK.12 A 3,6). “Dünya bir tepsi değil, genişliği yüksekliğinin üç katı olan bir silindir biçimindedir ve güneş batıda battıktan sonra bu silindirin altından dolaşarak ertesi günü tekrar doğudan doğar” (DK. A 10;B 5).

Bu konuda Anaksimandros’un son derece spekülatif, ama aynı ölçüde gözü pek bir varsayım ileri sürdüğünü görmekteyiz. Aristoteles’in ustaca olduğunu belirttiği, fakat aynı ölçüde yanlış olduğunu ileri sürdüğü (De Caelo, 295 b 10-15) bu varsayıma göre dünya, evrenin tam merkezindedir ve onun evren küresinin her tarafına olan uzaklığı aynıdır. İşte bundan dolayı dünya, evrenin merkezinde hiçbir yere dayanmadığı halde düşmemekte, hareketsiz durmaktadır (DK. A 2). Bu, görüldüğü gibi aslında ilkel bir biçimde süre-durum (atalet) ilkesinin dile getirilmesidir. Daha doğrusu Anaksimandros’un bu akıl yürütmesi, onun, süre-durum ilkesini deney yerine a priori nedenlere dayanarak açıklamayı tercih eden metafizikçilerin ilki olduğunu göstermektedir. Anaksimandros’un Yunan dünyasına güneş saatini (gnomon) getiren adam olduğu da söylenmektedir. Güneş saati, düz bir taban üzerine yerleştirilen dik bir çubuğun günün çeşitli saatlerinde meydana getirdiği gölgelerin yer ve uzunluklarına bakarak zamanı belirlemeye yarayan bir alettir. Anaksimandros’un ayrıca yılın çeşitli zamanlarında, bu gölgelerin uzunluğunun değişmesini gözleyerek, ekliptiğin eğimini bulmuş olduğu söylenmektedir ki, bu da kendi başına son derece önemli bir keşiftir. Anaksimandros’a göre meteorolojik olay ve olguların (fenomen) doğal nedenleri vardır. Yağmur suyu, güneşin sıcaklığının etkisiyle buharlaşan denizin ve nehirlerin suyudur; rüzgârla taşınır ve sonunda yere düşer. Gök gürültüsü ve şimşek, bulutların şiddetli çarpışmasıyla oluşur. Depremler, yerde, çok yüksek bir sıcaklığın ya da aşırı yağışın neden olduğu kırılmalar tarafından tetiklenir. Ancak bizim için önemli olan, Thales gibi Anaksimandros’un da asıl anlamında felsefi diye adlandırabileceğimiz görüşleridir. Anaksimandros doğa hakkında bir eser kaleme alan ve bu eserinin bir cümlesinin orijinal şekliyle bize kadar geldiği kabul edilen ilk filozoftur. Bu eser tumturaklı veya şiirsel bir düzyazı ile kaleme alınmış olup “Doğa Üzerine” (Peri Physeos) adını taşımaktadır. Anaksimandros da Thales gibi ana maddenin, arkhenin, ilkenin veya tözün ne olduğunu sorar ve onun apeiron olduğunu söyler. Yunancada apeiron, hem nicelik bakımından sınırsız olan, hem de nitelik bakımından belirsiz olan anlamına gelen bir kelimedir. Bize intikal eden bizzat kendi ifadesi olan cümleler şunlardır: “Varolan şeylerin ilkesi apeiron’dur. Şeyler ondan meydana gelir ve yine zorunlu olarak onda ortadan kalkarlar; çünkü onlar zamanın sırasına uygun olarak birbirlerine karşı işlemiş oldukları haksızlıkların cezasını (kefaretini) öderler” (DK. 12, B 1).

Arkhe, Aynı Zamanda Kozmogonik ve Ontolojik Bir Kavramdır:

İlk Yunan filozoflarının aradıkları şeyin arkhe olduğunu söyledik. Arkhe ise çeşitli anlamları olan bir kelimedir. Onu ana madde, ilk madde, asli madde, ilke, neden, doğa olarak anlamak ve çevirmek mümkündür. Bütün Yunan doğa filozoflarında, özellikle bu ilk filozoflarda arkhe, bir yandan başlangıçta bulunan şey (Ursprung), öte yandan varlığın yapısını teşkil eden, değişenin altında değişmeyen, her şeyin kendisinden meydana geldiği şey (Urstoff) anlamındadır. Yani arkhe hem kozmogonik bir ilkedir, hem ontolojik bir ilke. O hem “başlangıçta ne vardı” ve “kozmos nereden çıktı” sorularını, hem de “şu andaki şekliyle, hali hazırdaki durumuyla dünyanın yapısının temelinde neyin bulunduğu, varlıkların neden oluştuğu” sorusunu cevaplandırır. Thales, arkhenin veya tözün su olduğunu ve onun her şeyin aslı, temeli, ana maddesi olduğunu söylemiş, ama sudan diğer bireysel şeylerin nasıl çıktığı ve meydana geldiğine ilişkin herhangi bir açıklama vermemişti. Buna karşılık Anaksimandros’un, bu konuda oldukça ayrıntılı bir açıklamasının olduğu anlaşılmaktadır. Bu açıklamaya göre “her zaman genç, diri, her zaman canlı ve ezeli-ebedi olarak hareketli olan apeiron’dan (DK. B 2,3) önce ayrılma veya kopma yoluyla sıcak ve soğuk çıkmıştır” (Aristoteles, Fizik, 187 a 20-21). Burada Yunan filozofları için sıcak, soğuk ve diğer niteliklerin birer varlık olduğunu söylememiz gerekmektedir. Sıcak ve soğuk olandan, daha sonra, ıslak veya nemli olan meydana gelmiş, onu ise kuru olan veya toprak izlemiştir. Anaksimandros’a göre, evrenin merkezinde kuru olan veya toprak, onun etrafında ıslak olan veya su bulunur veya başlangıçta toprağın üzeri suyla kaplıydı. Güneşin etkisi ve buharlaşma sonucu sudan hava meydana gelmiş ve nihayet havanın etrafını da bir ateş kuşağı veya tabakası sarmıştır. Anaksimandros’a göre bir zamanlar toprağın üstünün suyla kaplı olduğu, sonra suların toprak tarafından emildiği veya çekildiği görüşünü yaşadığı dönemde artık kara parçaları olan yerlerde, hatta yüksek tepelerde denizde yaşayan hayvanların fosillerini bulmuş olması desteklemiştir. Bundan çıkardığı ikinci cesur görüşü ise hayatın denizlerde veya suda başladığı ve insan dâhil ilk canlıların önce denizlerde yaşadıkları ve daha sonra karaya çıkmış olduklarıdır (DK. 11, 6). Her halükârda Anaksimandros’un belirsiz bir tarzda evrim kuramını önceden haber vermiş olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan Anaksimandros insanın kökeni hakkında açık bir görüşe sahiptir; insan türünün atalarının önceleri balıkların vücutlarında doğmuş olduklarını ve ancak yaşayabilecek bir olgunluğa eriştikleri zaman karaya çıkmış olduklarını ileri sürmektedir. Bu balık-insan düşüncesinin kaynağı, Babillilerin başlangıçta balık-insanların varolduklarına ilişkin inançları veya efsaneleri olmuş olabilir.

Apeiron bir nitelikler deposu, ayrıştırılmamış çeşitliliğin kaynağıdır. Görünürde yok olan nesne veya nitelik gerçekte yok olmaz, aperion’a döner. Görünüşte yoktan var olan nitelik ya da nesne de aperion’dan gelmektedir. Anaksimandros, şeylerin aperion’dan meydana geldikleri ve yine zorunlu olarak onda ortadan kalktıklarını söylemektedir. Burada onun zorunluluktan kastettiği şey yasa olmalıdır; yani Anaksimandros bireysel varlıkların bir yasaya uygun olarak ortaya çıktıkları ve ortadan kalktıkları kanaatindedir. Anaksimandros’un evrende bir nedensellik ilişkisinin varlığını gördüğü kesindir. Ama bu nedensellik bir suç-ceza nedenselliğidir; yani onda suçun sonucu veya eseri cezadır, cezanın nedeni ise suçtur. Buna göre varolmak bir suç, cezasının ödenmesi gereken bir haksızlıktır. Her özel varlık biçimi, her bireysel varoluş, bir başkasının hakkına tecavüz, bir gasptır. Varolmak için bir başkasının varlığını ortadan kaldıran bir varlığın kendisi, bu haksızlığını, bir başka varlığın kendi yerini almasıyla, kendisini ortadan kaldırmasıyla öder. İleride aynı düşünce çizgisini devam ettireceğini göreceğimiz Heraklitos “her canlının bir başka canlının ölümünü yaşadığını” söyleyecektir. Ünlü alman şairi Goethe de aynı düşünceyi “Varolan her şey yok olmalıdır” sözüyle bir başka şekilde ifade etmiştir. Bu görüşe göre felsefe, başlangıçta Yunan dünyasında büyük bir toplumsal benzetmeden başka bir şey değildir. Yine burada, Yunan felsefesinin doğadan insana değil, insandan, toplumdan doğaya giden bir yaklaşım tarzına sahip olduğunu iddia eden felsefe tarihçilerinin tezlerinin de bir desteklenmesini görebiliriz. Anaksimandros’un genel bir değerlendirmesini yapmak istersek, onun kişiliğinde Yunan’da ilk gerçek doğa bilgininin ve bununla aynı zamanda ilk metafizikçinin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bir doğa bilgini olarak o, yukarıda gördüğümüz gibi dünyanın, evrenin, dünya üzerinde yaşayan canlıların meydana gelişi, kökeni gibi sorunları bilimsel olarak ele alan ilk kişidir. Bu konuda efsaneleri bir yana iterek kendi kişisel gözlemleri, deneyleri, sezgileriyle, yani genel olarak akılsal düşünce yoluyla bir açıklama vermeye teşebbüs eden ilk kişidir. Bu konudaki açıklamalarının bazılarının çocukça, hatta fantastik olduğu, el yordamlarından ileri gitmediği bir gerçek olmakla birlikte Anaksimandros’un kişiliği saygı uyandırıcıdır; çünkü o, bu yönde birtakım açıklamalarda bulunma tarzı bakımından bir çığır açmıştır.

Sonra bir filozof olarak töz veya arkhe olarak su yerine aperion’u kabul etmesi ve tözün nasıl olup da diğer şeyleri meydana getirdiği hakkında bir açıklama vermesiyle de Anaksimandros, Thales’i aşmıştır.

Ayrıca oluş sürecinin bir yasaya veya kurala bağlı olduğu, evrendeki oluş ve yok oluşun kendisine göre gerçekleştiği zorunlu bir yasanın varolduğu fikri de Thales’e göre önemli bir ilerleme ve Anaksimandros’un kendisinden sonra gelenlerin geliştirecekleri önemli bilimsel-felsefi bir keşiftir.

Bundan başka aperion’dan zıtların çıktığı ve evrende zıtlar arasında sürekli bir mücadele olduğu fikri de daha sonraki birçok Yunan filozofu, özellikle Herakleitos tarafından benimsenecek, önemli kalıcı bir felsefi öğretidir. Aynı şekilde ister eşzamanlı ister birbirini izleyen sonsuz dünyalar fikri de, geleceği olan parlak bir fikirdir. Sonuç olarak, Anaksimandros’un dünyası, tanrılar tarafından yapılmamış ve tanrısal iradeler tarafından yönetilmeyen ilk gelişmiş felsefi dünyadır. Anaksimandros’ta mitolojik-dinsel dünya tasavvurunun yerini laik-doğal ve akılsal bir dünyaya bırakmak üzere olduğunu görmekteyiz.

Anaksimenes (İÖ 585-528):

Anaksimenes, Milet Okulu’na mensup filozofların sonuncusudur. Onun Anaksimandros’tan hiç olmazsa bir kuşak daha genç olduğu anlaşılmaktadır. Anaksimandros gibi onun da “Doğa Üzerine” adını taşıyan bir eser kaleme aldığı bilinmektedir. Ancak onun da bu eserinden zamanımıza sadece birkaç cümle kalmıştır. Anaksimenes hakkında ana kaynaklarımız, başta onun hakkında özel bir monografi yazmış olduğu söylenen Theophrastos –ancak bu monografinin kendisi elimizde değildir; yalnızca ondan diğer biyograf ve doksografların yapmış oldukları bazı alıntılar elimizde mevcuttur–, Aristoteles, Diogenes Laertius, Simplikios ve Hyppolitustur. Anaksimandros’un şiirsel düz yazısına karşılık Anaksimenes’in “gereksiz süslemelerden kaçınarak basit bir düzyazı üslubunu benimsemiş olduğu” anlaşılmaktadır (DL. II, 3). Anaksimenes’in astronomisi genel olarak Anaksimandros’unkine göre bir gerilemeyi temsil eder. O Anaksimandros’un silindir şeklindeki dünyası yerine “havada bir yaprak gibi yüzen” bir masa kapağı şeklindeki dünyayı geçirir (DK. 13, A 7, 4, 20). Güneşin doğuşu konusunda da Thales’in görüşüne geri döner ve onu ve diğer gök cisimlerini akşamları yandan dolaştırarak ertesi gün tekrar doğudan doğurur.

Buna karşılık, başka bakımlardan Anaksimenes’in astronomisinin Anaksimandros’unkinden ileri olduğunu kabul etmek gerekir. Örneğin, ilk defa sabit yıldızlarla gezegenler arasında ayrım yapan Yunan filozofu veya bilgini, Anaksimenes’tir. Öte yandan, ay ve güneş tutulmaları hakkında doğru bir açıklama veren ilk Yunanlı düşünür de odur. Anaksimandros’un gök cisimlerini hava tarafından çevrelenen yassı silindir veya tekerlekler şeklinde ateş kütleleri olarak gördüğünü ve ay ve güneş tutulmalarını, Ay ve güneşin ağızlarının tıkanması sonucunda, ışıklarını kaybetmeleriyle açıkladığını biliyoruz. Buna karşılık Anaksimenes, güneş ve ay ile diğer yıldızlar arasında bir ayrım yapmaktadır. Ona göre, güneş, bizzat kendisi ışığa sahip olan bir cisimdir, ama ay ve diğerleri sadece güneşin ışığını yansıtırlar. O halde ayın güneşle dünya arasına girerek güneşin ışıklarının yeryüzüne gelmesine engel olması “güneş tutulması”, güneşin dünya ile ay arasına girerek ayın yansıyan ışıklarına engel olması da “ay tutulması”dır.

Daha dar veya asıl anlamında felsefesine geçelim. Ancak bunun için önce eski yazarlardan bize intikal ettiği biçimde Aneksimenes’in görüşlerine ait bildirilerin bazılarını oldukları gibi aktaralım:

“Eurystratos’un oğlu ve Miletli Anaksimandros’un arkadaşı olan Miletli Anaksimenes, Anaksimandros gibi tözün (arkhe) bir ve sonsuz olduğunu söylemekteydi. Bununla birlikte o, Anaksimandros gibi onun belirsiz olduğunu değil, tersine belirli olduğunu ileri sürmekteydi… çünkü o, onun hava olduğunu söylemekteydi” (DK. A 5; krş. Metafizik 985 a 5)… O (şimdi) varolan, (geçmişte) varolmuş olan ve (gelecekte) varolacak olan her şeyin, tanrıların ve tanrısal şeylerin havadan doğmuş olduklarını söylemekteydi” (A7,1)… “Nasıl hava olan ruhumuz bizi tutmaktaysa, [Tin (Pneuma)] soluk ve havanın da bütün dünyayı çevrelediğini söylemekteydi” (A 3, B 2). “Havanın şekliyse şudur: O kendisine en eşit olduğu zaman, gözümüz tarafından görülemez. Ancak sıcak ve soğuk, nem ve hareket onu görünür kılar. O her zaman hareketlidir; çünkü eğer hareketli olmasaydı, değişip varlıkları meydana getiremezdi” (A7, 2)… “O seyrekleşmek ve yoğunlaşmak yoluyla tözlere ayrılır” (A 5)… “Seyrekleştiği zaman ateş olur. Öte yandan rüzgârlar, yoğunlaşmış havadırlar. Bulutlar da tokaçlama yoluyla havadan meydana gelirler. Onlar daha da yoğunlaşınca su olurlar. Su yoğunlaşmaya devam edince toprak olur ve mümkün olan en büyük ölçüde yoğunlaştığında da taş olur” (A7, 3). Bu bildiriler, Aneksimenes’in varlık felsefesini tümüyle özetlemektedir. Anlaşıldığına göre Anaksimenes, Anaksimandros’un aperion’undan vazgeçerek töz olarak havayı kabul etmiştir ve onun havayı kabul etmiş olması da bir bakıma yine Anaksimandros’tan bir geriye gidiş olarak kabul edilebilir. Çünkü bu durumda Thales için yaptığımız veya Anaksimandros’un yaptığını düşündüğümüz eleştiri, yani belirli bir tözden yine belirli farklı ve zıt şeylerin nasıl çıkabileceği eleştirisi, tekrar ortaya çıkmaktadır. Ancak konuya daha dikkatli bakalım: Anaksimenes, bir taraftan tözün veya ana maddenin “belirli” olduğunu kabul ederken öte yandan onun sonsuzluğunu tasdik etmektedir; yani Thales’ten aldığı tözün belirli bir varlık olduğu öğretisini, Anaksimandros’tan aldığı, onun sonsuz olduğu öğretisiyle birleştirmektedir. O halde onun bütünüyle Thales’e bir geri dönüş olduğunu söylemek pek doğru değildir. Öte yandan, Thales’in suyu yerine Anaksimandros’u apeiron’u töz olarak ortaya atmaya götüren neden neydi? Bir önceki bölümde işaret etmeye çalıştığımız gibi bu muhtemelen belirli bir şeyin nasıl olup da farklı, hatta zıt şeyleri meydana getirdiğini açıklama güçlüğüydü. Eğer Anaksimenes’in bu güçlüğün hakkından gelmek üzere Anaksimandros’unkinden farklı, ama başka bakımlardan daha ikna edici ve daha verimli bir varsayımı ortaya attığını görürsek onun Anaksimandros’a göre bir geriye gidiş olduğu iddiamızdan vazgeçmemiz gerekir. Bu varsayım nedir veya onda böyle bir varsayım var mıdır? Evet, Anaksimenes’te böyle bir varsayımın olduğunu söyleyebiliriz ve bu varsayım, yoğunlaşma ve seyrekleşme varsayımıdır. Eğer tözün veya ana maddenin yoğunlaşmak ve seyrekleşmek suretiyle farklı varlıkları meydana getirmesi mümkünse veya böyle bir görüş makul ise o zaman artık tözü Anaksimandros gibi belirsiz bir şey olarak almak zorunda değiliz. Çünkü bu durumda veya bu varsayımda, bir aynı şeyin, yani havanın sıkışınca su, daha fazla sıkışınca toprak en fazla sıkışınca taş veya kaya, buna karşılık seyrekleşince ateş olduğunu söylemek veya düşünmek mümkündür. Bu varsayımı veya açıklama tarzını kabul ettikten sonra artık tözün belirli bir şey olduğunu kabul etmekte bir sakınca yok gibi görünmektedir. Sonra Anaksimandros’un tözü belirsiz bir şey olarak kabul etmesine rağmen dünyayı meydana getirmekte aperion’dan bir parçanın ayrılmasını, bu parçaların zıtlara bölünmesini veya zaten zıtlar olarak ortaya çıkmasını varsaymakta bir güçlük görmediğini biliyoruz. Ancak bu açıklama gerçekten tatmin edici midir? Çünkü bu çokluk ve çeşitlilik tözün birliğiyle uyuşmakta mıdır? Başka deyişle o, tözden, aperion’dan bir şeyin ayrılması, bu şeyin farklılaşması, zıtlar olarak farklılaşması ile ilgili olarak yeterli bir açıklama vermekte midir? Oysa Anaksimenes yukarıda da belirttiğimiz gibi, töz veya ilke olarak belirli bir şeyi almış olsa bile bu yoğunlaşma ve seyrekleşme mekanizması sayesinde ondan farklı ve zıt şeyleri meydana getirebilir. Günümüzde bütün varlıkların temelde aynı şeyden, yani atomlardan meydana geldiğini kabul etmekle birlikte, onlar arasındaki farklılıkları atom ağırlıkları arasındaki farklılıklara indirgemiyor muyuz? Aristoteles de herhalde Anaksimandros’un açıklamasında önceden işaret ettiğimiz mahsuru gördüğü içindir ki, yine daha önce belirttiğimiz gibi bazı başka yerlerde Anaksimandros’un aperion’unu tam belirsiz bir şey olarak almaktan çok, bir tür karışım olarak yorumlamak ihtiyacını duymuştur. Çünkü bir karışımdan, yani bütün varlıkların içinde birbirine karışmış olarak bulundukları bir şeyden, bu farklı varlıkların çıktığını anlamak daha kolay, daha akılsaldır. Aristoteles’in bu ikinci yorumunda, evrende farklı, hatta birbirine zıt olduklarını gördüğümüz şeyler zaten daha önce aperion’da birbirlerine karışmış bir halde mevcut bulunmaktadırlar. O zaman yapılması gereken şey, sadece bu karışımdan, onu oluşturan şeyleri çıkartmaktan ibarettir. Özetleyerek söylersek, belirsiz bir şeyden ayrılan bir parçanın, ondan ayrılmasından ötürü nitelik bakımından farklılaştığını düşünmek, belirli bir şeyden ayrılan bir şeyin, yoğunlaşma ve seyrekleşmeden, yani bir aynı uzay parçası içindeki miktarının çoğalması ve azalmasından ötürü farklı şeyleri meydana getirebileceğini düşünmekten daha az anlaşılır bir şeydir. Bu anlamda Anaksimenes’in “bir olan”dan “çok olan”ın çıkması konusunda gerek Thales’ten gerekse Anaksimandros’tan daha açık ve seçik, daha başarılı bir açıklama verdiğini kabul etmemiz gerekir.

Ana Madde Olarak Havanın Seçilmesinin Nedenleri:

Yoğunlaşma ve seyrekleşme mekanizmasını kullanacak olduktan sonra belirli olan herhangi bir şey, örneğin Thales’in suyunun kendisi, ateş veya toprak da aynı ilke veya töz ödevini göremez miydi? Bazı felsefe tarihçileri bu soruyu cevaplandırmak için haklı olarak ana maddenin yerine getirmesi gereken diğer işlevine, bu işlev için de onun sahip olması gereken diğer bir niteliğine işaret etmek ihtiyacını duymuşlardır.

Milet Okulu’na mensup bütün filozofların, değişenin altında değişmeyen bir ana madde veya töz aradıklarını ve bu tözün de kendi değişimleri sayesinde diğer varlıkları meydana getirdiği ana varsayımını kabul ettiklerini biliyoruz. O halde onlar, bu tözü dinamik, kendinden hareketli, ezeli-ebedi olarak canlı bir şey gibi görüyorlar; onun kendi kendine değişme gücüne sahip olmasını istiyorlardı. Başka deyişle Milet Okulu’na mensup filozoflar “madde” ile “kuvvet” arasında bir ayrım yapmıyorlardı. Öte yandan varolan şeyler arasında canlılar ve insanın olduğunu da görüyorlardı. Canlılar ise en fazla hareket ve değişme kabiliyetine, gücüne sahip varlıklardı. O halde seçilecek ilkenin mümkün olduğu kadar bu özellikleri taşıyabilecek bir şey olmasında yarar vardı. Öte yandan Aristoteles’in de haklı olarak dikkatimizi çektiği gibi bu filozoflar içinde hiçbiri töz olarak “toprak”ı almayı düşünmemiştir. Bunun nedeni hiç şüphesiz toprağın bu tür bir değişme ve hareket kabiliyetine sahip olmayan varlık olması veya böyle algılanmasıydı. Su, akıcı, içine girdiği kabın şeklini alıcı, ısındığı zaman buhara dönüşebilen, donduğu zaman buz şekline alması mümkün olan bir varlıktı. Buna karşılık toprağa ne yaparsanız yapın topraktı. O ısıttığınızda da topraktı, dondurduğunuzda da. O, böylece önümüzde olduğu gibi, hiçbir değişme kabiliyetine sahip olmayan bir varlık biçimi olarak durmaktaydı. Öte yandan su ile karşılaştırıldığında havanın suya göre daha hareketli, daha akıcı, daha fazla nüfuz edebilir bir şey olduğunu görmek zor değildir. Ayrıca hava, yoğunlaşma veya seyrekleşmeye sudan daha müsait bir varlık gibi görünmektedir (suyun sıkıştırılamayacağı en sıradan bir gözlemci için bile açık bir olgudur). O halde, havanın bu özellikleri bakımından da suya tercih edilmiş olması mümkündür. Öte yandan, ateşin kendisinin de bu özelliklere sahip olduğu düşünülebilir. Nitekim de düşünülmüştür. Gerçekten Anaksimenes’ten hemen sonra gelen Herakleitos, bazı başka nedenler yanında yukarıda işaret etmeye çalıştığımız nedenlerle Aneksimenes’in havası yerine ateşi koyacaktır. Anaksimenes’i töz olarak havayı kabul etmeye götüren en önemli neden, muhtemelen, havayla ruh arasında gördüğü benzerlik olmuştur. Yunancada ruh anlamına gelen psykhe kelimesinin aynı zamanda soluk, nefes, solunan hava anlamına geldiğini biliyoruz (benzeri bir durum nefs, yani ruh anlamına gelen kelimeyle nefes, yani soluk anlamına gelen kelimenin aynı kökten çıktığı ve birbirleriyle çok yakın bir anlam ilişkisinin olduğu Arapça için de geçerlidir). Şüphesiz ki nefes veya soluk kelimesinin nefs veya ruh kelimesiyle bu anlam akrabalığı bir tesadüf değildir. Hayat veya canlılık ilkesi olan ruhla, nefes alma veya soluk arasındaki ilişki en ilkel insanlar tarafından bile kolayca gözlemlenmiş olması gereken bir olgudur. İnsanlar, hayvanlar nefes aldıkları sürece canlıdırlar ve nefes almaktan, solumaktan herhangi bir nedenle kesildiklerinde artık canlı değildirler. O halde nefes, nefstir veya ruhtur. Nihayet burada Milet filozoflarında ilk defa olarak ruh üzerine ilkel de olsa bir öğretiyle karşılaşmaktayız. Başka bir ifadeyle, burada Yunanlılarda varlık ve doğa öğretisinin yanında ilk kez felsefi bir ruh öğretisinin ortaya çıktığını görmekteyiz. Bu öğreti Pythagorasçılar, Herakleitos, Empedokles tarafından geliştirilecek, daha sonraları Sokrates, Platon ve Aristoteles’te en mükemmel, en işlenmiş biçimini bulacaktır.

Varlıklardaki nitelik farklılıkları, nicelik farklılıklarının sonucudur.” Anaksimenes’in bu görüşü de, Yunan düşüncesinde nitelikleri niceliklere indirgemek yönündeki bakış açısının ilk bilinçli örneğini temsil etmektedir. Bizim için soğuk olan veya sıcak olan diye bir şey yoktur; ısı derecesi düşük olan veya yüksek olan vardır. Soğuk, ısı derecesi düşük olan; sıcak, ısı derecesi yüksek olandır.

Anaksimenes’in Önemi ve Kendisinden Sonrakiler Üzerine Etkileri:

Anaksimenes’in bu öğretisi, İlk Çağ’ın en tutarlı, en bilimsel kuramlarından biri olan atomculuk kuramını hazırlaması bakımından önem taşımaktadır. Demokritos’un –ve Leukippos’un– Anaksimenes’in manevi çocukları olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Milet okulunun sonraki izleyicileri: Hippo (İ.Ö. 5. yy.), İdeaus ve Apollonia’lı Diogenes’tir (İ.Ö. 5. yy.). Bilimin cevapları, nihai cevaplar olduklarından dolayı muteber değildir; bilgilerimizin tarihinin belirli bir anında ulaşabildiğimiz en iyi cevaplar olduklarından muteberdir. Şurası muhakkaktır ki cevaplar, onları nihaiymiş gibi değerlendirmeme hususundaki farkındalığımızdan dolayı daha iyilerine dönüşmeye devam etmektedir.


Kaynakça:

  • Aristoteles, Metafizik, çev. Ahmet Arslan, Sosyal Yayınlar.
  • Arslan, A., İlkçağ Felsefe Tarihi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
  • Çüçen, A.K., Tepe, H., Miletli Filozoflar, Türkiye Felsefe Kurumu.
  • Hegel, Felsefe Tarihi, çev. Doğan Barış Kılınç, Nota Bene Yayınları.
  • Thilly F., Bir Felsefe Tarihi, çev. Nur Küçük/Yasemin Çevik, İdea Yayınevi.
  • Rovelli, C. Miletli Anaksimandros ya da Bilimsel Düşüncenin Doğuşu, çev. Atakan Altınörs, Bilge Kültür Sanat.
Mehmet Bobaroğlu
+ Son Yazılar