Okuma süresi: 13.36 mintues

Melankoli ile müzik arasındaki etkileşim konusunda Antikçağ sonrası düşünce ve sanat dünyasını belirleyen temel kaynak Tevrat’ın Samuel bölümünde, Saul ile David arasındaki ilişkiler oluşturmuştur. Burada melankolik bir insanla bir müzisyen arasındaki ilişkiler din kitabı kapsamı içinde anlatılmıştır:

“Rabbin ruhu Saul’den ayrıldı ve Rab tarafından kötü bir ruh onu izliyordu. Saul’ün kulları kendisine dediler. İşte şimdi Tanrı tarafından kötü bir ruh seni üzüyor. Efendimiz karşısında olan kullarına emretsin, iyi arp çalan bir adam arasınlar ve vakit olacak ki Tanrı tarafından senin üzerine kötü ruh geldiği zaman eli ile çalar ve sen iyi olursun.

Saul, şimdi benim için iyi çalabilen bir adam hazırlayın ve bana getirin dedi ve vaki oldu ki Tanrı tarafından Saul’e kötü ruh geldiği zaman Davut arp çalardı ve Saul dinlerdi. İyi olurdu ve kötü ruh kendisinden ayrılırdı ve ertesi gün Tanrı tarafından Saul’un üzerine kötü bir ruh kuvvetle geldi. Davut her gün yaptığı gibi eli ile arp çalıyordu. Saul’ün elinde mızrak vardı ve Saul Davut’u duvara çakayım diye mızrağı fırlattı. Fakat Davut onun önünden iki kere yana çekildi ve Saul Davut’tan korktu. Çünkü ruh onunla beraberdi.”

Saul’deki melankolik durum burada görüldüğü gibi zaman zaman hezeyanlı boyutlara varır. Defalarca Davut’u öldürmek ister. Davut, Saul’un oğlu Yonathan’ın öğütlerine uyar ve dingin davranır. Arp çalmayı sürdürür. Saul’u sakinleştirir.

Samuel’in kitabında müziğin sihirli etkisi sergilenir. Müzik ruhsal huzursuzlukları ortadan kaldırır. Kötü ruhları, cinleri kovar. Ruhu yeniden dinginliğe kavuşturur. Saul’un zaman zaman Tanrı’nın gönderdiği kötü ruhların etkisi ile melankolik ruhsal duruma girişi, Davut’un müzik çalarak onu iyileştirmesi, Hıristiyan dünyasında 4. yy.’dan beri çeşitli sanat yapıtlarında anlatılmıştır. Rönesans ve sonrası dönemlerde pek çok ressam Saul – Davut konusunu resimlemişlerdir. Örneğin Rembrandt’ın Müzik Sahnesi – Den Haag yapıtı ilk akla gelenlerden biridir. Marcilio Ficino, De Vita – Triplici adlı yapıtında melankoli ile müzik arasındaki ilişkilerin tarihsel bir dokümanını verir. Pythagoras ile Platon’un hüzünlü oldukları zamanlar lir eşliğinde şarkı dinlediklerini anlatır. Ayrıca Saul’un Davut’un çaldığı arpı dinleyerek melankolisinin acısını hafifletmeye çalıştığını, Galenus’un bu konuda kapsamlı öğütler verdiğini, Augustinus’un ruhunun acılarını dindirmek için müziğin yardım edici etkisine sığındığını anlatır ve kendisinin de güzel müzik dinleyerek acılı melankolisini tatlandırdığını söyler, bu yöntemi herkese tavsiye eder. Ficino’ya göre melankolikler yeni bir soluğa, Spiritus’a gereksinim duyarlar. Müzik, melankoliklerin yitirdiği bir soluğu getirir. Müziğin titreşimleri ile tinselleşen, yücelen hava yeni bir niteliğe dönüşür. İnsana yeni ilhamlar verir. Müziğin titreşimleri ile değişen hava; bedeni, aklı, heyecanları, tüm ruhu etkiler. Tinsel – ruhsal yenilenme olur. Ficino, müziğin bu etkisini sürekli kılmak için kendisi de rebab çalmış, ayrıca bu tür bir çalgıyı tüm melankoliklere önermiştir.

Antik çağdan beri müziğin “Ruh ile madde”, mikro kozmos ile makro kozmos arasındaki armoniyi sağladığı öngörülmüştür. Platon insan sağlığının bedensel ve ruhsal öğelerin armonisi olduğunu, kara safra (melankoli) yoluyla bu harmoninin bozulduğunu, müziğin bu harmoniyi yeniden düzenlediğini vurgulamıştır. Platon’un Devlet adlı eserinde gençlerin çok iyi müzik eğitimi görmeleri öngörülmüştür. Ancak bu tür bir eğitimden geçmiş gençlerin bilge olabilecekleri düşünülmüştür.

Antikçağ ve Ortaçağ düşün dünyasında müziğin, bedenin tıkanan hava yollarını açarak ruhun havalanmasına yardım ettiği ve bu açılan yollardan cinlerin ve kötü ruhların uçup gittiklerine inanılmıştır. Ayrıca ilâçların bedeni, müziğin ise ruhu sağalttığı varsayılmış, müziksiz bilimin eksik olacağı, bilimsel çalışmaların bile ancak müziğin yardımıyla tamamlanıp kusursuzlaşacağı öngörülmüştür.

Tevrat, antik çağın bu genel düşüncesini Saul – Davut ilişkisinde sürdürmüştür. Tüm Ortaçağ yazınında ve sanatında, hüzünlenmenin ve melankolinin kötü ruhların ve şeytanın etkisinde ortaya çıktığı; buna karşın tanrısal müziğin bu olumsuz etkileri ortadan kaldırdığı söylenmiştir. Ancak burada Tanrı’ya çok yakın birisi olan Saul’e yine Tanrı’nın neden kötü ruhları gönderdiği, onu melankolik yaptığı bir türlü açıklanmamıştır. Bu gizi irdelemeye yönelik sorulara cevap arayan pek çok bilge insanın bir kısmının dünyasal eşitsizliklerden sıkıldığı için hüzünlendiğine değinmiş ve “kardeşimiz Saul’de de bu tür bir durumun olduğu, Saul’un şeytanın etkisi ile değil, Tanrı ya yakın olmanın verdiği heyecanla hüzünlendiğini” söylemiştir. Ayrıca Ortaçağ inancına göre de Tanrı’nın kendisini düşünmeleri için insanların kalplerini hüzünle doldurduğu söylenmiştir. Oysa durum hiç de din adamlarının ve din kitaplarının anlattıkları gibi değildir ve Kral Saul’un M.Ö. 1025 – 1000 yılları arasındaki serüveni, melankolinin oluşumu üzerine bizlere son derece önemli ipuçları verir. Saul, varlıklı bir köylünün oğludur. Güzel ve güçlü bir insandır. Samuel bir gün kendisini evine konuk eder ve Tanrı’nın emri ile İsrailoğulları’nın kralı ve ordu komutanı olacağını söyler. Saul, böyle bir görev için hazır olmadığı cevabını verir, fakat kabul ettiremez. Bunun tanrısal bir emir olduğu kendisine söylenir. Samuel hep arka planda durur ve Saul’e, Tanrı’nın isteği üzerine düşmanları Amalekiter’lere saldıracaklarını söyler. Çok barbarca bir saldırı olur. Yalnız askerler ve erkekler değil, kadınlar, çocuklar, hayvanlar bile öldürülür. Bu saldırı yazılı tarihte bilinen ilk soykırım denemesidir. Tüm ekinler, bitkiler yakılır. Saul bu acıyı bir türlü içine sindiremez. Tanrı’ya bu saldırıya ne gerek olduğunu sorar. Fakat cevap alamaz. Saul burada din ile ahlâk arasındaki büyük trajik, ikilemli sürtüşmeyi yaşamaya başlar. Tanrı’ya soru sorması, itaatsizlik ve kuşku olarak yorumlanır. Tanrı tarafından Saul’un üzerine kötü ruh gönderilir ve melankolik acılara boğulur. İtaatkâr olmadığı için kurban olur. Saul, itaatsizlik ve günahkârlıkla tanımlanır ve melankoli ile cezalandırılır. Saul, Tanrı ve diğer insanlar tarafından terk edilir. Neler olup bittiğinin farkına varamaz. Durumunu sormak için Saul’e yalnızca Endor’lu kâhin bir kadın yardım eder. Tanrı’nın artık kendisine yardım etmeyeceğini söyler. Saul, düşmanlarının eline geçme korkusu içinde kılıcını karnına sokup intihar eder.

Kilise müziğin gizemli gücünü görmüş, müziğe ve müzisyenlere karşı çekingen ve kuşkulu bakmıştır. Bu nedenle olacak, örneğin Saul ile Davut ilişkisini yansıtan yapıtlarda, her ikisi de birlikte görünmelerine karşın Saul’e öncelik verilmiştir. Saul genellikle orta mekânda yer almış, Davut geri planda tutulmuş ve yandan gösterilmiştir. Sonraki dönemlerde müzisyenlerin toplumsal yaşamda kendilerini saraylarda kanıtlamaya başlamalarından sonra Davut da bir tür saray müzisyeni olarak ortaya çıkmış, toplumdaki ve saraydaki konumu yükselmiş, Davut’un kendisine ve sanatına olan güveni artmıştır. Yapıtlarda Davut görkemli giysiler içinde gösterilmiştir. Resim sanatında Saul ile Davut ilişkisi dışında melankoli ile müzik, büyük günah ve arınma konularını çeşitli biçimlerde işleyen pek çok değişik yapıt anımsanır. Bu yapıtlarda genellikle melankolik yüz ifadesi ile, yarı çıplak güzel kadın mutlu bir son arayışı içindedir. Bunun için salt güzellik yetmez. Bulunulan mekâna kitaplar, notalar, müzik aletleri, kafatası, kum saati gibi pek çok şey dağılmıştır. Bu görünümler Dürer’in Melancholia I’indeki karmaşık mekânı anımsatırlar. Burada kutsal günahkâr, kendi kendisi ile hesaplaşarak aynayla ruhunun derinlikteki duygularını dışarı yansıtıp bir tür günah çıkararak, kutsal kitapları okuyarak ve müzik çalarak arınıp erdemli bir sona ulaşabilir. Müziğin etkisi ile göksel kusursuz harmoninin yeryüzünde de yansıtılabileceğine, böylece sonsuz düzenin müzik aracılığıyla içselleşeceğine inanılmıştır. Bu bir anlamda Orpheus ve Apollon bütünleşmesi olarak düşünülmüştür. Bu birleşmeden geleceği görebilen kâhinlerin, bilicilerin ortaya çıkabileceği varsayılmıştır. Orpheus ve Apollon bütünleşmesine benzer konuma gelen “arınmış insanların” öldükten sonra Hades’e gitmedikleri, gökyüzüne yakın bir ara bölgede gökyüzüne gitmek için beklediklerine inanılmıştır. Gene antik inanca göre müziğin anlayana “aklın ışığından göksel hakikati sezinleme” olanağını verebileceği düşünülmüştür. Antikçağdan beri müziğin hem geleneği pekiştirdiği hem de insanı gelenek dışına çıkmaya kışkırttığı, harmonik ritimlerin duyarlı dokuları titreştirdiği, sağlıklı görünen insanlarda bile melankolik belirtiler ortaya çıkardığı söylenmiştir.

Müzik, insani duygulardan hem harmoniyi güçlendirmekte hem de gizil güçleri tüm dizginlerinden boşanmaya teşvik etmektedir. Müzik salt göksel ve tinsel değil, aynı zamanda dünyasal, bedensel ve tensel hazları da tetikleyebilmektedir. Bu bağlam içinde müziğin, melankoliyi salt iyileştirmekle kalmayıp, aynı zamanda kimi insandaki gizli melankolik yetenekleri ve eğilimleri de ortaya çıkarabileceği düşünülmüştür ve tatlı bir müziğin insana tatlı bir melankoli yaşatabileceği öngörülmüştür. Ficino’nun dediği gibi müzik sadece acı melankoliyi tatlandırmaz. Ayrıca tatlı melankolik duyguları da uyandırabilir. 17. Yy. İngiltere’sinde yaygın bir moda olarak özellikle romantik aydınlar, yazarlar arasında müzik yoluyla Sweetest melancholy (tatlı melankoli) oluşturmanın yolları aranmış; buna uygun müzik lokalleri açılmıştır. Bu yollarla insanlarda melankolik duygular üzerinden haz, coşku (ekstase) uyandırılmaya çalışılmıştır. Burada amaç, insanları hastalandırmak değil, coşku içinde arınmalarını sağlamak olmuştur. Rönesans’ın başlamasıyla birlikte artık kutsal kitaplarda yazılan serüvenlere ciddi kuşkularla bakılmaya başlanmıştır. Büyük sanatkârlar bu tür olayları 1500’lü yıllarının ortamına uygun eleştirel yaklaşımlarla yeniden yorumlamışlardır. Örneğin Michelangelo, ünlü Pietà’sında artık Meryem ile İsa arasındaki bütünlüğü kutsal ana-oğul ilişkisi olmanın ötesinde, sıradan iki genç sevgili olarak yorumlayıp anıtlaştırmıştır.

Leonardo, Milano’daki küçük Santa Maria Kilisesi’nin duvarına yaptığı “Son Akşam Yemeği” çalışmasında alışılageldiği gibi, İsa’nın havarilerini kutsayışını göstermemiştir. Bu tür hep mutlu sonla biten söylenceler dönemi geçmiştir. Artık Leonardo bunu en iyi bilenlerden birisidir. Bu nedenle de son akşam yemeğinde İsa’nın havarilerine “içinizden biri bana ihanet edecek” dediği anda, İsa’nın ve havarilerinin yüz, ruh ve beden ifadelerini yansıtmaya özen göstermiştir.

Dürer’in 1503-1504 yılları arasında yaptığı Eyüp çalışması ile 1511 yılında yaptığı Acı Çeken Adam ve Passion çalışması pek çok tartışmalara neden olmuştur. Hıristiyan din biliminde İsa tiplemesi, yaşam tarzı, öldürülmesi ve ardında gelenlerin etkileme gücü ile Sokrates’e öykünerek geliştirilmiştir. Fakat Sokrates’in özgür düşünceleri, insanların bireysel özgürlüklerini bir din önderinden fazla savunması, Hıristiyan sanatında Sokrates betimlemelerinden kaçınılmasına neden olmuştur. Özellikle Rönesans öncesi dönemlerde başta Augustinus olmak üzere pek çok kilise babası Sokrates’ten uzak durulmasını önermişlerdir. Fakat Floransa Hümanistleri Rönesans dönemi ile birlikte Sokrates’in yaşam tarzına, eleştirel tavrına, insan özgürlüklerine yaklaşımına çok daha sıcak bakmaya başlamışlardır. Diogenes Laertius’un Ünlü Filozofların Yaşamları ve Düşünceleri kitabında Sokrates’in, karısı Ksanthippe ile olan sorunları; Eyüp’ün, karısı Rahma ile olan farklılıkları içinde örnek oluşturduğu düşünülmektedir. Dürer’in Jabach Altar adlı yapıtında Eyüp yere oturmuş, acılar içinde kıvranırken görülür. Eyüp’ün görünümü hiç de kutsal kitaplarda anlatılan Tanrı’nın her verdiğine ses çıkarmadan katlanan sadık kulu “Sabırlı Eyüp” gibi değildir. Eyüp burada Tevrat’ta anlatıldığı gibi içinde bulunduğu konumdan şiddetle yakınmakta ve Tanrı’yı sorumlu tutmaktadır. Eyüp burada Tanrı’ya karşı “Sen benim fesadımı azdırıyorsun. Bilirsin ki ben kötü değilim ve senin elinden kurtulan yoktur,” diye feryat etmektedir. Yapıta bakan insan Eyüp’ün haykırışını Tanrı’ya başkaldırışını duyar gibi olur. Eyüp: “İnsan ki kadından doğmuştur, günleri kısadır ve sıkıntıya doğar. Doğmuş olduğum gün yok olsun. Ben niçin doğunca ölmedim? Rahimden çıkınca son soluğumu vermedim? Çünkü korktuğum şey başıma geliyor ve yıldığım şey üzerime geliyor. Kaygısız değilim ve huzurlu da değilim ve rahat da değilim. Ancak sıkıntı geliyor. Rahimde bir erkek peydah oldu diyen gece de yok olsun. Gaddarlık ediyorsun.”

Tevrat’ta Eyüp’ün ağzından insanın doğumu ile ilgili bu tespitler geçen yüzyılın ortalarında, Søren Kierkegaard’ın yapıtında varoluş felsefesinin temel taşlarını oluşturur. Eyüp’ün yakınmaları bitmez tükenmez. Eyüp bu durumdayken, ondan çok ayrı bir tinsel, ruhsal, kültürel dünyada yaşadığı açıkça sergilenen karısı Rahman’ın Eyüp’ün üzerine ironi ile su döküşü betimlenmiştir.

Dürer’in 1511 tarihinde yaptığı Acılı Adam ve Passion tahta oymalarında bu kez de alışılmışın ötesinde bir İsa görülür. Dürer’in bu yapıtında İsa, kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi kendisine güven duyan, yaptığı işten emin, haçını onurla taşıyan insan konumunda değildir. Aksine İsa burada Eyüp’te olduğu gibi, bedensel ve ruhsal acılar içinde kıvranmaktadır.

İsa, melankolik yüz ifadesi içinde, dünyaya fırlatılıp atılmışlığın, tüm olup bitenlerin varoluşun saçmalığını gören ve acı çeken sıradan bir insan, bizlerden biridir.


Kaynakça:

Melankoli “Normal bir Anomali”, Serol Teber, Say Yayınları

Turgut Özgüney
+ Son Yazılar