Lacan’da Yabancılaşma Kavramı*

* Bu çalışma Mutluhan İzmir tarafından kaleme alınmış olan Öznenin Diyalektiği (Hegel, Satre ve Lacan) adlı eserinden derlenmiştir.

 

Lacan’ın yabancılaşma kavramı ayrılma ile birlikte değerlendirilmesi gerekli bir kavramdır. Ona göre yabancılaşmayı öncelleyen ayrılma ve bir birey olarak kendini fark etmenin, yaşamın çok erken sürecinde yaşanıp, öznenin varoluş çabasını yaratan temel kavram olarak eksikliğin oluşumuna olanak sağlar. Lacancı bakış açısıyla, öznenin kendisini ilk olarak anne-çocuk bütünlüğü olarak kavraması nedeniyle özne olarak çocuğun anneden ayrılması, öznede birden hiçleştirici etki yaratır ve bunun etkisi ile özne hiçlikten kurtulmak için varoluşmaya doğru hamle yapar. Ayrılma, varoluşun başlangıcıdır ve burada bahsi geçen ayrılma fiziksel olmayıp zihinsel bir kopuştur.

Lacan’ın kuramında yabancılaşma önemli yer tutmaktadır. Lacan yabancılaşmayı, Fink’in aktarımı ile şöyle açıklamaktadır.

Biz, bizim doğumumuzun öncesine uzanan ve öldükten sonra da yaşayacak olan bir söylem dünyasının içine doğarız. Çocuk daha dünyaya gelmeden önce ebeveynlerinin dil evreninde ona bir yer hazırlanır. Aile, doğacak olan çocuktan bahsetmeye başlarlar. Ona bir isim, kalacak bir oda belirlerler ve birlikte yaşamlarının nasıl olacağı hakkında uzun uzun düşünmeye başlarlar. Çocuk hakkında kullanılan kelimeler uzun yıllardır kullanıla gelmiş kelimelerdir ve tekrar tanımlanmayı gerektirmezler. Bu kelimeler Lacan’ın deyimiyle dilin ötekisi’ni oluşturur.

Anneden ayrılmış olan çocuk, öteki’ne boyun eğerken, dildeki özne haline gelerek varoluşunu gerçekleştirir. Aslında öteki’ne boyun eğiş, çocuğun kendisini yeniden bulmak üzere ortadan kayboluşudur. Ötekinin söylemine boyun eğerek yeniden ortaya çıkacak olan çocuk, kendine yabancı olan kelimeleri kullanarak, kendini simge haline gelmiş bir özne olarak oluşturur. Bu oluşumun sonunda çocuk kendine yabancı bir söylem içerisinde ve kendine yabancı bir kelime ile temsil edilmektedir. Yani çocuk artık istediği her şeyi yutmaya çalışan, istediğine dokunup istediği yere dışkılamasını yapabilen bir varlık olmaktan çıkıp, iyi, efendi, çalışkan ve terbiyeli bir çocuk simgesi ile temsil edilir bir varlık durumuna gelir.

İlk kopuş anneyle gerçekleştiği için ve çocuğa söylemi sevgi ile ileten ilk öteki de anne olduğu için, çocuğun ilk varoluş çabası da doğal olarak annenin arzusunun nesnesi olmak diyalektiğinde gerçekleşir. Çocuk bağımsız bir özne olarak varoluşmayı arzular, ancak anneye bağımlı olmaktan kurtulamadığından dolayı onun arzusunun nesnesi olmak yoluyla bunu gerçekleştirebileceğini düşünür, buna zorunludur. Bu gerçeklik sebebiyle çocuğun anneyle olan ilkel birlikten ayrılmasının sorunu çözmeyip, aslında çocuğa anneye ne kadar da bağımlı olduğunu hissettirir. Öyleyse varoluş, çocuk için kendi başına yaşamını sürdürebileceği koşulları oluşturmadan mümkün olamayacaktır. Bu sebeple, yaşam boyunca olacak her kopuş-ayrılış, özneyi öteki’ne daha da bağımlı duruma getirecektir. İnsan varoluşunun bu bağımlılık temelli yapısı, öznenin her varoluş çabası öncesinde bağımlı kendiliğini olumsuzlaması sonrasında kendisine giderek yabancılaşmasına sebep olur. Anneden ayrılan çocuk, içine düştüğü hiçliğin getirdiği itici güç ile anneye (öteki’ne) daha da bağımlı bir halde itilerek annenin arzusunun nesnesi olarak kendisine yabancılaştığı bir konumda konuşlanır.

Ancak, doğal olarak hiçbir annenin tüm dünyası sadece çocuğu olamayacağından, annenin kendi arzusu başka odaklara yönelecektir. Bunun farkına varan çocuk, anneyi mükemmel bir varlık haline getirmek yönünde yetersiz kaldığı hissine kapılır. Çünkü çocuk, annesinin başka nesnelerin peşinde koştuğunu ve kendinden başka nesneleri arzuladığını gözler. Bu çocuk için büyük bir hayal kırıklığıdır ve bu duygu ile çocuk kendine yabancılaştığı konuma da yabancılaşır. Bu durumda çocuk için, öteki’nin (anne) arzusunun tek nesnesi olan varlık konumundan atılarak yabancılaşma-ayrılma döngüsü başlamış olur. Yaşamın temelini oluşturan bu döngü, öznenin öteki haline geldiği, ötekinin de özne durumuna geldiği öznenin diyalektiğini başlatır.

Lacan’ın teorisini temel aldığı Hegel ve Sartre’nin felsefi yaklaşımlarına göre kendinde-varlık, varoluşu olmayan bir varlık kipidir. Varoluşu olmayan bu varlık, bir varoluş kazanabilmesi için konumlandığı yeri, yabancılaşma uğruna, olumsuzlayarak terk eder ve varoluşa sahip olan kendi-için varlık haline gelir. Lacan da, gerek Hegel gerekse de Sartre gibi hiçbir yabancılaşma yaşamamış varlığı “varoluş kazanmamış varlık” olarak niteler. Lacan bu aşamada başka bir kavram daha ortaya atar. O da, varoluş kazanmasından önce kendini bir hiç olarak fark eden öznenin varoluşunun eksikliği anlamında kullandığı eksik kavramıdır.

Varoluşmak için yerini terk etme, imgesel dönemde ayna evrede ve simgesel dönemde farklı görünümlerde varoluş çabaları olarak ortaya çıkar.

Çocuk, öteki karşısında boş hale geldiğinde kendi gibi değil, kendisine takılan ismin işaret ettiği kişi olarak varoluşmak yönünde çabalar. İşte ismi ile işaret edilen, kendine yabancı ve öteki tarafından dilin simgesel evreninde kaydedilmiş bir kişidir. Çocuk varoluşmak için ötekinin işaret ettiği bu daha önceden belirlenmiş bu kişi olmak zorundadır. Bu sebeple çocuk ilk evrelerde kendinden sanki bir başka kişiden bahsedermiş gibi bahseder.

Hiçliğin içine düşen ve buradan çıkmak için varoluşma çabasına giren özne kendini, ayna görüntüsünde ya da yansımadaki imgede yabancılaşarak kendi dışında yakalar. Özne kendi dışındaki kendisine, yabancı olan ikizine sarılır ve orada varoluşmaya çabalar. Buradaki ikiz, hiçliğe ve sonra ölüm ile simgeleşecek olan yok olmaya karşı bir güvencedir. Ancak ironik olarak ilk narsisizm evresinde ölümsüzlüğün güvencesi olan bu ikiz, ikinci narsisizm evresinde ölümün habercisi halini alacaktır. Ayna görüntüsü ile yüzleşmeyi başaran çocuk, bu görüntünün kendisine yabancı bir ötekinin görüntüsünü anlar ve asıl kendiliğinin o anda ölmüş olduğu düşüncesine kapılır.

Yabancılaşmış insan, kendisinin dışında, gösterenin tutsağı olarak, ego imgesinin ya da ideal imgesinin tutsağı olarak yaşar.

Anne-çocuk bütünlüğü ortadan kalkmadan önceki biçimiyle bir imago olarak var olan öteki, ayrılma sonrasında başka bir yerde varoluşacaktır. Çocuk annesinin yok olduğu durumların, kendisinin onunla bir bütünlük oluşturmadığı anlamına geldiğini keşfeder ve bu sebeple çocuk hiçlenir, bu durumdan kurtulmanın yolunu kendince bulur. “Mademki ben annemin tek arzusu olamıyorum, o zaman onun eksikliğinin olduğu varsayılan yere, onun yerine, yerleşirim” diye düşünür. Ötekisi için bir anlam taşıyıp taşımadığını devamlı sorgular. Çocuk tarafından, öteki’nden kendisine yönelik olarak önem atfedilecek her şey, öteki’nin eksiğini giderme açısından kendisinin bir işlevi olduğu şeklinde açıklanır. İşte bu anlama biçimi çocuğun kendi varoluşu için en uygun yeri bulduğu düşüncesini ona kazandırır. Bu sebeple öteki’nin çocuğu arzulaması ve bunu davranışları ile belli etmesi çok önemlidir. Ayrılma sonucunda özne, öteki’nin arzusu doğrultusunda şekillenmiş bir ego ve ayrılmadan önceki bilincin oluşturduğu bilinçdışı olarak bölünür.

Aslında travmatik bir deneyim olan bu ayrılmanın nedeni, daha sonradan geriye yönelik olarak olayları tekrar değerlendiren çocuk tarafından yorumlanır. Örneğin, ataerkil toplumda büyüyen çocuk babası ile hiçbir ilgisi olmayan annesinden olan bu ayrılmasının sebebini geriye doğru kurgulayarak babasının isteğinden kaynaklandığı sonucuna ulaşacaktır. Ataerkil toplum çocuğa toplumda olan biten her şeyin nedeninin babasının yasasına bağlı olarak gerçekleştiğini düşündürecektir. Ancak buradaki babanın yasası teriminin annenin dilindeki babanın yasası olduğunu unutmamak gerekir.

Arzusunun arzulanacağı başka bir öteki’nin çıktığı her gerçeklik durumunda bu ayrılma olayı tekrarlanır. Özne, eski öteki’nden ayrılıp, yeni öteki’nin gerçekliğinde bir yer edinmeye koşar. Bu yeni öteki’ler anneden öğretmene, arkadaşlara, toplum yasasına, ahlâk ve din yasalarına ve iş yaşamındaki amirlere kadar uzanır. Ayrılma ile havada asılı kalan özne, öteki’nin yarattığı yansımadaki imge ile özdeşleşerek hiçlikten kurtulur. Bu imge, yeni gerçekliğin öznesinin oluşumundan çok önceleri, öteki’nin gözünde çoktan var olan sınırları belli ve tanımlı bir imge olduğundan, bu şablona girecek olan özne, orijinal olan kendine daha fazla yabancılaşacaktır.

Lacan, ayna devresinde başlayan bu yabancılaşmanın, toplumda kullanılan ortak dilin yarattığı gerçeklik doğrultusunda tüm toplumsal yapıyı ördüğünü vurgular. Buradaki yabancılaşmanın kökeni Bosch’a göre çocuğun kendisini dağınık ve biçimsiz olarak algılamasıdır. Gerçekten de çocuk annesine baktığında tam bir bütünlük şeklinde insan vücudunu görüp algılayabilirken, kendisini ise sadece el, kol, bacak ve gövdesinin kök kısımlarını parçalı olarak görebilmekte, yüzünü, baş ve boyun kısımları ile vücudunun arka kısımlarını görememekte, kısaca kendini bir bütün olarak algılayamamaktadır. İşte çocuğun kendini bir bütünlük olarak algılama isteği de, onun kendisinden ayrılarak, kendisinin dışındaki ideal bir imgeyi sahiplenmesi sonucu kendine yabancılaşma ile sürecek olan bir süreci başlatır. Bebeğin ideal bir biçimi modelleyerek yarattığı bir şey olarak kendisi, bir heykel, üretilmiş bir yapaylıktır. Bu, bebeğin kendisini algıladığı ve anlamlandıramadığı dağınık biçimsizlikten kurtularak, biçimli tümel bir varlığa dönüşme gereksinimi duymasından dolayı ortaya çıkar. Lacan, ilk olarak bütünleşmiş bir imge içerisine sığınma girişimi ile oluşan ilk kendilik resminin çok ilkel düzeydeki algılara dayanan ve imago adını verdiği, bilinçdışı zihinsel bir nesne olduğunu belirtir. Yabancılaşma ve ayrılmanın ilk adımı imago’nun ortaya çıkışıdır. Ego’nun, imago’dan sonra inşa edilmiş olduğunu ve ego’nun birbiri ile zıt olan birtakım güçlerle dolu bir yapı olmasından dolayı savunma düzeneklerine gereksinim duyduğunu Freud da vurgulamıştır. Buradan hareket ile özne, birbirinden ayrı ve birbirini yok etme eğilimi içindeki parçaların zoraki bir bütünlük oluşturmak üzere, ego denilen bir zırh yapı içerisinde toplanması ile oluşturulmuştur denilebilir. Ego, içine girdiği vücudun parçalarını, kendisinin dışındaki bir imgeden ödünç alır. Lacan, insanın ömrü boyunca, yaşamın ilk ilk dönemlerinin bu fiziksel uyumsuzluğunun anılarını taşıdığını ve bu sebeple de hiçbir zaman kendi bütünlüğünden tam olarak emin olamayacağını vurgular. Bir zamanlar parçalanmış gibi görülen bir vücut ve bu anıya eşlik eden kaygı, bireyin güvenli ve bütünleşmiş bir vücutsal bir “Ben”e sahip olma arzusunu ateşler. Bu arzu, öznenin parçalanmış bir vücudu geride bırakarak, ideal bir biçime sahip, bütünleşmiş bir egoya ulaşma fantezileriyle dolu bir geleceğe sahip olmasına neden olur. Geçmiş ise sürekli öznenin peşinde koşan ve yakaladığı anda onu içine çekecek kara bir delik olarak öznenin korkularının temeli olur. Bu korkular; parçalanma-bütünlük, tikel-tümel diyalektiği biçiminde öznenin temel diyalektiğini oluşturur ve özne sürekli olarak bir parçalanıp bir bütünleştiği bu diyalektik içerisinde varoluş sürecini yaşar. Hiçbir zaman hakiki varlığı olarak emin olamadığı sanrısal bir bütünlük ve her zaman kendisini içine çekebilme gücünü duyumsatan parçalanma ikilemi içinde tutsak olan egoyu, sonuna dek kâbus dolu bir yaşam bekler.

Bu ürkütücü diyalektikten kurtulmaya çalışan özne, hakiki varlığını yok etme pahasına, kendi kendisine yabancı olan bir imgenin içinde sabitlenme çabası içine girer. Onu parçalanma kaygısından kurtaracak olan tek şey, sahipleneceği ideal bir imge ve onun bütünlüğüdür. Lacan, öznenin kendisine yabancı olan ideal bir biçimi sahiplenme girişimini aşk ilişkisindeki gibi, imgeyle kurulan bir ilişkinin yarattığı kendini kurban etmeye yol açan bir çeşit intihar girişimi olarak betimler. Parçalanma kaygısından uzak kalmak için, kendisine bütünlük imgesini sağlayabilecek öteki ile etkin iletişim sürdüren ego, ötekinde kendini bulurken aynı zamanda ötekinde kendini yitirecektir. Bu özdeşim çabaları kendinden vazgeçme halleridir ve bu şekilde yabancılaşmaya getirilmiş olan çözüm daha da fazla yabancılaşmadır. Çocuk bundan böyle sürekli olarak ötekinin imgesi olan bir imge ile kendisini bir tutarak, o imgeyle özdeşleşme alışkanlığını geliştirir. Ancak bu özdeşleşmeler, ideal gerçekliğin gereklerini tam olarak karşılamaktan uzaktır. Aynadaki yansıyan imge ile içsel ideal kurgu hiçbir zaman tam olarak üst üste oturmaz, bu nedenle kurulan bu özdeşimler zorunlu olarak yabancılaştırıcıdır.

Lacan, egonun yabancılaşma nedeniyle kendisinden emin olmamasının, egoya paranoyak bir yapı kazandırdığını belirtir. Özne, kendi içsel gerçekliği doğrultusunda özdeşleştiği ideal imge mi yoksa toplumun kendisine verdiği konuma karşılık gelen imge mi olduğu konusunda çelişki içinde kalır. Bunlardan birine karar verdiğinde, diğerinin kendisi olmadığı şüphelidir. Çocuk için kurtarıcı gibi ortaya çıkan ve çocuğun aradığı bütünlüğü sunma açısından çok avantajlı gibi görünen ayna bir tuzağa dönüşür. Bu sahteliği anlamadığı için, bu görüntü karşısında büyülenerek dona kalan bebeğin hayatında artık yalan ve sahtecilik egoyla iç içe bir hal alır.

Özne, eğer hakiki yaşama dönüp kendisini bulmak-bilmek istiyorsa, bu parlak görüntünün kişiliği adına hiçbir şeyi yansıtmadığını ve ayna görüntüsünün hakiki olmayan gerçekliğini kabullenmelidir. Ancak çocuk yaşamı boyunca bu büyülenmeyle gelen özdeşim alışkanlığından kurtulamayacaktır ve çevresindeki büyüleyici insan imgeleriyle kendisini bir tutup hep onları taklit etme yoluna gidecektir.

Çocuk, babanın-adı metaforu’nun(*) yarattığı yapılanmanın doğrultusunda, anneyle bütünleşmek arzusunu, toplumun onayladığı bir fallik nesneye sahip olmak arzusu lehine bastırır. Çocuk bu bastırma anından başlayarak, arzusunu, yitirmiş olduğu hakiki nesnenin yerine koyduğu yabancı nesnelerin dünyasına uyarlamak durumunda kalır. Bu uyarlama, fallusa olan arzunun, fallusun yerine konan yabancı nesnelere olan talebe dönüşmesine neden olur ve buna uygun bir söylem geliştirir. Arzu nesneden nesneye dolaşırken, sonsuz sayıdaki temsilciye gönderme yapar. Söylemde ise bu temsilciler için kullanılan simgeler, öteki’nin anlamını belirlediği simgeler olduğu için, öznenin özgün arzusu da, kendisinden habersiz olarak kendisine giderek yabancılaşır. Öznenin (ben’in) dilde ve dil yoluyla yabancılaşması sorunu, ego’nun imgesel düzeninin güçlenmesi şeklinde bir sonuç yaratır. Ortaya, ne dediğinin farkında olmayan ama öteki’nin söyleminde uygun bir söylem benimsemiş olan ego ortaya çıkar. Böyle baskıcı bir toplumda yaşayan özne, çocuğun ayna görüntüsüne büyülenmesi gibi, öteki’nin takdirini toplayan yansımadaki imgede de büyülenir. Böylece öznenin kendisini “ben” olarak bulduğu yer kendisine çok yabancı bir konumdur.

Lacan, çocuğun dili öğrenmeden önce ne istediğini bildiğini söylemenin bile olanaksız olduğunu belirtir. Bu nedenle bebeğin ağlamasına ebeveynlerin olası nedenleri düşünerek bir anlam vermeye çalıştıkları sonucuna ulaşır. Ağlamanın bebeğin karın açlığından mı yoksa gazın yarattığı ağrı sebebi ile mi oluştuğu veya üşümesinden mi kaynaklandığı belli değildir. Eğer ebeveynler ağlamaya yiyecek vererek karşılık verirlerse tüm ağlama nedenleri bu grup altında toplanabilir. Yani arzuya anlamını öteki vermiş olur. Bu anlamı ile öteki bizim arzumuzu dönüştürür. Biz öteki’nin dilini kullanarak arzumuzu toplum tarafından anlaşılır hale getirmeye çalışırken, sadece nara atarak ifade ettiğimiz arzumuzdan farklı, bambaşka bir arzuyu dile getirmiş oluruz.

Lacan, babanın-adı metaforu ile gerçekleşen dönüşümün, bilinçdışını oluşturarak, onu kendisinin bir parçasından geri dönüşsüz bir biçimde ayıran öznel bir bölünme yaratarak, öznenin arzusunu dil boyutunda yabancılaştırdığını belirtir. Ego ya da kendilik, ana dili yoluyla, öteki’nin söylemini içselleştirerek, arzuyu öteki’nin ağzından dile getirir. Bu nedenle kendimiz hakkındaki düşüncemiz, bir başkası hakkındaki düşüncemiz kadar bize uzak ve yanlış olabilir. Hatta başkaları bizi, bizim kendimizi tanımamızdan da daha iyi tanıyor olabilir. Bilinçdışını oluşturan bastırmaların nasıl olacağını ve neyin bastırılacağını belirleyen şey öteki ve öteki’nin söylemidir.

Kendiliğimizi sağlıklı bir şekilde bulabilmemiz için, simgesel düzene geçerek, simgeselin birleştirici kuralları içinde, bilinçdışı unsurları bilince olabildiğince yaklaştırıp öteki’nin söylemi olan anadilinin bizi bir öteki haline getirdiği biçimde, öteki’nin söylemi olmaktan kurtulmamız gerekir.

Özne, simgesel düzen ile kurulan ilişkide belirlenir ve biçimlenir. Gerçeklik, simgesel düzenin özneye izin verdiği kadarıyla kendini icra etme düzlemidir. Bu gerçekliğin izin vermediği öznel taraflar özneye yabancılaşır. Her yeni gerçekliğin ortaya çıkışına izin verdiği yeni bilinçli özne, eski gerçekliğin bilinçli öznesine yabancılaşır. Yani her yeni gerçekliği yaratan yeni simgesel bir düzen, özne için yeni bir yabancılaşmayı da beraberinde getirir.

 

Notlar:

(*) Babanın adı metaforu: Lacan’ın Freud’un çalışmasından ısrarla aldığı ve kendi kuramında merkezi bir yere koyduğu formülasyonlardan birisidir. Oidipus Karmaşası ya da başka bir isimle Oidipus Kompleksi olarak da bilinir. Bu Lacancı psikanaliz teorisinde Oidipus Yasası olarak belirir. Oidipus karmaşası, kültüre ve dolayısıyla insan olmaya giden zorunlu bir süreçtir; Oidipus’suz kültür ya da uygarlık olamaz Lacan’a göre. Ancak bu doğal bir karmaşa değil, simgesel bir karmaşadır. Simgesel yapının devreye girmesiyle insan yavrusunun simgesel sisteme geçişini ve bu geçişte oluşan evreleri açıklar. Örneğin; burada da gerçek bir babadan söz edilip edilmediği önemli değildir, önemli olan Oidipus yasasını geçerli kılmak üzere simgesel baba işlevidir ki bunun tanımı Babanın Adı olarak belirtilir. Böylece simgesel düzene giren çocuk, kendi kültürel konumunu bu simgesel adı tanımakla edinmeye başlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Oidipal Yasa’nın özünde simgesel bir yasa olmasıdır.


Kaynakça:

Öznenin Diyalektiği (Hegel, Sartre ve Lacan), Mutluhan İzmir, İmge Kitabevi, 2013