“Yasak, Âdem’i kaygıya sürüklemiştir,
çünkü özgürlüğün olanağı onda yasak ile uyanır.” [1]
Søren Kierkegaard’ın bu sözleri kavramını özgürlükler ve yasaklarla birbirine bağlayan bir önermeyi içinde barındıran bir cümle niteliğindedir. Felsefe tarihinin ve günümüzün belki de önümüzdeki yılların halen gündem konusu olacak olan “özgürlük” kavramıyla, bazı düşünür ve bilim insanlarına göre, insanın doğumundan itibaren hayatında var olan “kaygı” kavramının arasında nasıl bir bağ olduğu merak konusu olmuştur.
Ruh ile bedenin bölünmez bütünlüğü olan insan, hayatında kaygı duyduğunu, bilincini kazandığı ve artık kendi geleceği üzerine düşünmeye başladığı anda farkına varır. Oysa ünlü düşünür Heidegger’in “Dünyaya fırlatılmışlık” görüşüne göre, çocukların daha henüz doğduğunda kendisinde kaygının var olduğunu hatta bazı bebeklerde kaygı bozukluğu olduğunu belirtmektedir. [2]
Kaygı kavramı Felsefe tarihinde ve özellikle Psikolojide önemli bir yer tutmuştur. Felsefede kaygı, belirli bir nedene bağlanamayan, nitelik olarak belirsiz bir korku hali ya da daralma duygusu olarak bilinmektedir. [3] Bir başka tanımı ise, içinde yaşanılan dünyanın anlamsızlığının, tamamlanmamışlığının, düzen ve amaçtan yoksunluğunun farkına varıldığında hissedilen duygudur. [4] Psikolojide kaygı, herhangi bir tehlikenin korkusunun yansıması olarak insanda ortaya çıkan tedirginlik ya da akıl dışı korku durumu olarak tanımlanıyor. [5] Ancak korku ile kaygı nesneleri bakımından birbirinden ayrılırlar. Çünkü hem felsefe, hem psikolojide kaygının nesnesi belirlenemezken, korkunun nesnesi her zaman belirlidir.
Nesnesi belirlenemeyen kaygı kavramı Varoluşçu Felsefe’nin (existentialism) konusudur. Bu kavramı varoluşçuluğa kazandıran Søren Kierkegaard, “Kaygı” kavramını doğrudan tine başka bir deyişle ruha bağlamıştır. Korkunun nesnesi belirlidir ve korku bastırılıp, hatta ortadan kaldırılabilecekken; kaygının nesnesi belirlenememesi ve bu yüzden ortadan kaldırılamaması, Kierkegaard’ı kaygının insanın bütünselliğiyle bir bağlantısı olduğu fikrine itmiştir. Her nasıl insan, varlık olarak beden ve ruhun bütünlüğüyse ve de bunlardan birinden yoksun olması insanı var edemeyecekse, kaygı kavramı bu bağlamda Varoluş Felsefesi’nde merkezde yer almıştır. Kierkegaard’a göre insan varolduğu müddetçe, kaygı da varolacaktır.
Psikolojide ve felsefede kaygının nesnesinin olmayışı insanı tedirgin edeceği de söylenir. İnsan aklının belirsizliklerde tedirginliğe düştüğü âşikârdır. Bireyin aklı, bir olayı sebebe ve sonuca dayandırdığı zaman berraklaşır, bu da tedirginlik halinin bireyden uzaklaşmasını sağlar. Ancak bu berraklaşma insanı yeni seçimler yapmaya iterse, bu seçim yeni sonuçlar, yeni belirsizlikler ve de yeni soru işaretleri doğuracağından aslında kaygının her daim varolacağı burada bir kere daha anlaşılmış olur.
Kaygı duyan insan, kaygı duyduğunun farkında olmadan geleceğe yönelik düşünceler içine girer. İnsanın ileriye dönük eylemlere geçmesi aslında kaygılı olduğunun belirtisidir. Bu bağlamda insanın yaptığı her seçim, aslında kaygısından dolayıdır. İleride bir şeylerin olmasını istemek, aslında bazı şeylerin de olmamasını istemek demekse; birey, olmasını istemediği şeylerin başına gelebilme ihtimali yüzünden de kaygı duyar.
Kaygı, aynı zamanda insanı hep ileriye yönelik düşünmeye ittiğinden kişiyi sorumluluğa yönlendirmiş de olur. Annenin yavrusunun güvenliğinden kaygı duyup, ona daha korunaklı bir ortam yaratma çabasına girmesi, bir babanın ailesinin refahı için kaygı duyup daha çok çalışması veya bir gencin daha iyi koşullarda yaşamak için kendi geleceğine yatırım yapıcı eğitimler alması bunlara birer örnek teşkil eder. Bunların hepsinde kişi, duyduğu kaygı sonucu eyleme geçer ve bu eylemin sonucunda bir deneyim yaşar. Kaygının son buluşu, aslında en sonunda deneyimin son bulacağını, bu da aslında yaşamın sonu olan ölümün hatırlanmasını tetikler. Her canlının içinde her daim var olan ölüm korkusuyla aslında kaygı burada birbiriyle ilişkilenmiş durumdadır. Korkunun nesnesi ölüm ve bu korkuyu ortadan kaldıracak deneyim ölümün de ta kendisidir.
İnsanlar umut eder. Ümit, “Ne için?” sorusunun karşılığında gelir. Tarihte insanlar, bu sebepten kutsal kitaplara ve dinlere yönelmişlerdir. O yönelişin kaynağı da aslında “Öldükten sonra bize ne olacak?” kaygısdır. Cennet vaatleri, böyle yaparsan şöyle olur, barış ve huzur içinde yaşa, toplumla uyumlu yaşa gibi Kutsal Kitap metinleri, insanları inançları vasıtasıyla ve gelecek kaygısıyla bir şeyler yapmaya ve kitaplara uygun hareket etmeye yönlendirir. Bireyler “Öldükten sonra bize ne olacak?” kaygısıyla, inandıkları yoldan eyleme geçer ve ibadet ederler. Doğrusu veya yanlışı olmadan kendi inanışları gereği, samimiyetle, gereklilikleri Kitap’ta anlatılmak istendiği şekliyle yerine getirdiklerinde, memnun ve huzurlu olacaklardır. Ancak felsefe ve psikoloji bilimine göre bu kaygı ölümü deneyimleyene dek son bulmayacaktır.
Kierkegaard kaygıyı olumsuz bulmamakla birlikte, “Kaygı derinleştikçe, toplum da derinlik kazanır”[6] diyerek kaygının topluma olumlu etkisini dile getirmiştir. Tarihte Dinlerin yayılmasıyla büyük toplumlar tek bir Kitap’a inanıp, aynı kaygıyla hareket edip, ortak eylemlerde bulunup, aynı ideolojileri desteklemiş ve bu uğurda savaşmışlardır. Zaman ilerledikçe; felsefe, bilim ve sanatın ışığında gelişen toplumlarda bireyin yeri daha da önemli olmaya başlar. İnsanlar kendilerinin farkına vardıklarında ve önemli olduklarını anladıklarında; yıllar yılı Krallar, İmparatorlar ve yönetenler altında ezilmiş halkların kaygıları daha da artar. Çünkü insanın hayatındaki anlam arayışı her daim olacağı gibi, kaygı da insanı bu alanda eyleme iter. Bireyler de insan olarak kendilerinin hür yaşama haklarını savunmak adına, ortak kaygıyla harekete geçebilmişlerdir. Bu tarz toplumsal kaygılara bir örnek olarak Fransız İhtilâlini verebiliriz. Bu örnekteki ortak kaygı “Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” üzerinedir. Toplum bu üç ilkenin yokluğundan ötürü tam bir toplum olamadıkları, bunlardan yoksun olarak huzur ve barış içerisinde yaşanılamayacağı kaygısı, bütün toplumu ateşlemiştir. Bu kaygının getirdiği tedirginlik toplumu eyleme geçirmiş, kendi kendilerini dönüştürmüş ve tüm insanlık adına bir tarih yazılmıştır.
“Kaygı” kavramını ne anlama geldiği, insanı sorumluluğa yönlendirmesi, insana ve topluma olan olumlu etkisi yönünden, felsefe ve psikoloji alanında yapılmış çalışmalar ışığında biraz olsun incelemiş olduk. Yazının başına dönecek olursak Kierkegaard, Âdem’in iyiyi ve kötüyü ayırt etme (bilgelik) ağacından, yasaklanan ağaçtan, meyveyi yemesini ele aldığında; yasağın Âdemi kaygıya sürüklediğini, “yasak” kavramının da Âdem’de “Özgürlük” bilincini uyandırdığını dile getirmiştir. Şu açıdan bakacak olursak, otoritenin yasağı koyması ve sınırlama getirmesi, o yasağın çiğnendiğinde neler olacağı veya neler deneyimleneceği kaygısını beraberinde getirir. Âdem’in özgürlüğünü belirleyen aslında ona karşı getirilen sınırlamaların yanı sıra, kendini nasıl sınırladığıdır. Dışardaki yasaklar bu metindeki Âdemi, dışardaki gerçeklikte insanı, düzen içerisinde yaşatır. Örnek olarak kanunlarla sınırlandırılmış bir hukuk devletinde yaşanılması verilebilir. Kanunlar insanları düzenli bir şekilde hayatlarına devam ettirmeye yetebilir. Fakat insan dış gerçeklikte onu sınırlayan yasaları ve ilkeleri kendi bilincinde anlamlandırmadıkça kendinin farkına varamayacaktır. Bunu henüz bebeklik dönemindeki bir çocukla ilişkilendirebiliriz. Annenin koyduğu yasaklar ve yönlendirmeler çerçevesinde çocuk büyür. Ancak yetişkin ve sorumluluk sahibi biri olması demek, artık dışardan birinin veya bir otoritenin onu yasaklandırmasına veya sınırlandırmasına ihtiyaç duymadan, kendi kendini sınırlaması demektir. Kendi kendini yasa veya ilkeyle sınırlayabilen ve sorumluluk sahibi bir reşit için özgürlükten bahsetmek olanaklıdır.
Kaygı duymak, seçim yapmak, seçiminin karşılığını görmek ve sonuçlarıyla yüzleşmek yani kendi eylemlerinin sorumluluğunu almak bireyin özgürlüğüne işarettir. Bunların deneyimi insana kendinin farkındalığını sunacaktır. Çünkü eylem varlığı olan insan, kaygı duyar; bu kaygıyla kendi özgür iradesini kullanıp, niyetine yönelik, kendi bilincinin tanıklığında eyleme geçer. Eylemin sonucu yasağı çiğnemek de olabilir, izin verilenler dâhilinde de olabilir. İki türlü de insan sonuçla yüzleşecektir ve birey sonucu deneyimleyecektir. Bu deneyimle kişi eylemlerini ve deneyimlerini, kendi bilincinin konusu haline getirdiğinde kendinin farkına bu şekilde varmış olur. İşte insanın diğer canlılardan ayrıldığı en önemli nokta budur; Kendisinin ve kendi eylemlerinin bu yolla farkına varması ve kendini tanımasıdır.
Dipnotlar:
[1] Søren Kierkegaard, Kaygı Kavramı
[2] Vasterling, V. (2014). Heidegger’s Hermeneutic Account of Cognition.
[3] Bedia Akarsu. (1998). Felsefe Terimleri Sözlüğü
[4] Ahmet Cevizci (2005). Felsefe Sözlüğü
[5] Selçuk Budak (2000). Psikoloji Sözlüğü
[6] Søren Kierkegaard, Kaygı Kavramı