1789’da yayımlanan insan hakları bildirisinin 1. maddesi, özgürlük (hürriyet) ilkesini şu özdeyişle dile getiriyordu: “İnsan özgür doğar, özgür yaşar.” Doğru muydu? Doğru olsaydı, bu ilkeyi ortaya atabilmek için yapılan Fransız İhtilali’nin hiçbir anlamı kalmazdı. İnsanlar özgür doğmuyorlar. Özgür yaşamıyorlar ama özgür olmak istiyorlar. Yüzyıllardan beri de bunun için savaşıyorlar. Doğrusu şuydu: “İnsan özgür doğmalı, özgür yaşamalıdır. Niçin?” diye sorulabilir. Tarih bu soruyu gerekli kılan örneklerle doludur. 1922 yılında faşizmin sözcüsü Mussolini şöyle demektedir: “Bizden özgürlük değil, ekmek istiyorlar, ekmek!” Bu sözde ekmek, özgürlüğün karşısına bir karşıt güç olarak çıkarılmıştır. İtalyan grevcilerin istedikleri ekmekti doğal olarak. Ama özgürlüğü vererek karşılığında alınacak ekmek mi, yoksa ancak özgürlükle elde edilebilecek ekmek mi? Önemli olan buydu. Ve Mussolini’yi çökerten yanılma da bu olmuştur.
İnsan Hakları Bildirgesi özgürlüğü şöyle anlatmaktadır: “Başkalarına zarar vermeden istediğini yapabilmek…” Bu tanımda özgürlük bir hayli kısıtlıdır ve yeni soruları çağrıştırmaktadır: “Başkaları kimdir? Başkalarına zarar vermek ne demektir? İnsan kendisinden başka olan kişilere zarar vermeden istediğini nasıl yapabilir?” Nitekim 1818 Connecticut Anayasası, bu soruları daha da pekiştirmiştir: “Her yurttaş, her konudaki düşüncesini serbestçe konuşmak, yazmak ve yaymak hakkını taşır. Ancak bu özgürlüğün kötüye kullanılmasından da sorumludur.” Büyük Fransız Devrimi’nden etkilenen bütün anayasalar, ilk maddelerinde özgürlüğün bu tanımını kullanmışlardır. Görünüş şudur: “Özgürlük doğaldır. Ama bu özgürlük sorumluluk getirir.” Yine bu özgürlük, başkalarına zarar vermemelidir. Bu ilkeleri sağlamak için de örneğin; 100 maddelik bir yasa, ilk maddesinde ortaya attığı özgürlük ilkesini geriye kalan 99 maddesiyle kısıtlamaya çalışmaktadır. Özgürlüğün kök anlamı, sonradan yeni ve çeşitli anlamlara bürünmüştür.
Montesquieu (1689-1755) sözcüğün serüvenini şöyle anlatmaktadır: “Özgürlük sözcüğü kadar çeşitli anlam verilmiş, onun kadar aklını yormuş başka bir sözcük yoktur. Kimileri özgürlüğü önceden kendisine sınırsız bir zor kullanma yetkisi verilmiş kişiyi düşürmekteki kolaylık anlamında almışlar, kimileri de boyun eğecekleri kişiyi seçme yetkisi olarak. Başkaları silahlanmak ve zor kullanmak hakkı olarak benimsemişler, daha başkaları da yapacakları kanunlarla yönetmek sanmışlardır.”
Bir ulus da uzun bir süre, özgürlüğü sakal bırakma geleneği saymıştır (Ruslar, sakallarını kestirmek isteyen Büyük Petro’ya özgürlüklerini ileri sürerek direnmişlerdi). Kimileri bu adı bir hükümet biçimine vererek diğer hükümet biçimlerini ondan yoksun bırakmışlardır. Demokrasinin tadını alanlar, demokrasiye, monarşiden yararlananlar monarşiye mal etmişlerdir (Kapadokyalılar, Romalıların getirmek istediği demokrasiyi istememişlerdi). Sözün kısası herkes, kendi geleneklerine ya da eğilimlerine uygun düşen hükümet biçimine bu adı verip işin içinden sıyrılmıştır. Sonunda, demokrasilerde ulus, her istediğini yapıyormuş göründüğünden, özgürlüğü demokrasiye mal etmişlerdir. Ulusun yetkisiyle ulusun özgürlüğünü birbirine karıştırmışlardır.
Montesquieu, özgürlüğün serüvenini böylece anlattıktan sonra ona kendi açısından yeni bir anlam vermektedir: “Özgürlük, kanunların izin verdiği her şeyi yapabilmek hakkıdır. Demokrasilerde ulus her istediğini yapıyormuş görünür. Oysa siyasal özgürlük her istediğini yapmak demek değildir. Bir devlette, başka bir deyişle kanunları olan bir toplumda özgürlük, arzuladığımız şeyi yapmak olmalıdır. Bir vatandaş kanunların yasak ettiği şeyi yapabilseydi, özgür olamazdı. Çünkü diğer vatandaşlar da aynı şeyi yapacaklardı. Özgürlük, yetkinin kötüye kullanılmadığı yerde vardır. Öteden denenmiştir. Kendisine yetki verilen her insan bu yetkiyi kötüye kullanma eğilimindedir. Bir sınırla karşılaşıncaya kadar kötüye kullanır. Erdemin bile sınırlanmaya ihtiyacı vardır. Yetkinin bile kendisini durdurması gerekir. Yetki, yine yetkiyle sınırlanır. Bir anayasa öyle olmalıdır ki o yasa gereğince hiç kimse kanunun kendisini yapmaya çağırmadığı bir şeyi yapmaya ve kanunun izin verdiği şeyleri de yapmamaya zorlanmasın.”
Montesquieu’yü bu sonuca götüren devlet ve hukuk, tarih felsefesi, din, ahlak ilkelerini kapsayan genel düşünce yapısı şöyle özetlenebilir: “En yetkin devlet biçimi, İngiliz şartlı monarşisidir (Meşrutiyet).” Hükümet güçleri kanun yapmak, yapılan kanunu uygulamak, uygulanan kanunu yargılamak olmak üzere üçe bölünmeli ve üç güç de birbirlerine karşı bağımsız olmalıdır. Her ulusa uygulanabilecek kanun yapılamaz. Kanun, her ulusun yapısına göre değişik ve o yapıya uygun olmalıdır. Coğrafya başkalığı, büyüklük ya da küçüklük, bolluk ya da yoksulluk, din başkalığı, yaşama biçimleri ulusları birbirinden ayırır. İnsan aklı, bütün bu ayrılıkları karşılayabilecek güçtedir. Güçlü akıl, tarihi etkiler. Üstün bir güç olan Tanrı vardır. Ama bu Tanrı belki de bir kanundan başka bir şey değildir. Din toplumsal bir güç olmalıdır. Toplum kanunların gücüyle uyuşmalıdır. Din siyasal bir mekanizmadır. Kanunların yetmediği yerde başlamalı ve kanun eksikliğini tamamlamalıdır. İnsan, yaratılıştan iyidir. Çünkü akıl, insanları iyi olmaya zorlar. O, akıl ki Tanrı da iyi olmaya zorlamıştır. Akıl, evreni (İnsanları ve Tanrı’yı) yöneten bağımsız bir güçtür. Akıl her ulusu ve her devlet biçimi için ayrı ahlak kuralları gerektirir. Görünüşteki çeşitlilik de bu tanıtlamaktadır.”
Montesquieu, plansızlıkla eleştirilen yapıtı ilerledikçe, özgürlüğü, daha net anlamlarla da ele almak zorunluluğunu duyuyor: “Siyasal özgürlüğü yalnız anayasayla olan ilgisi bakımından incelemek yetmez. Bir de bu özgürlüğü vatandaşla olan ilgisi bakımından belirtmek gerekir. Burada özgürlük, kişinin duyduğu güvenlik ya da güvenliği üstüne edindiği kanıdır. Kimi devletin yönetim biçimi özgür olur da vatandaş özgürlükten yoksun olur. Yine öyle olur ki vatandaş özgür olur da yönetim biçiminin özgürlükle ilgisi olmaz. Bu gibi hallerde devletin yönetim biçimi uygulama bakımından değil de hukuk bakımından özgürdür. Vatandaş da hukuk bakımından değil de uygulama bakımından özgürdür. Devletin yönetimiyle ilgili özgürlüğü meydana getiren, yalnız temel kanunların hükümleridir. Devletlerin çoğunda, özgürlük, devlet yönetiminin istediğinden çok daha fazlasıyla sınırlanmış, baskıya uğramış ya da sindirilmiş olduğundan her yönetim biçiminde vatandaşların özgürlük ilkesine olan eğilimini destekleyecek ya da köstekleyecek özel kanunlar vardır. Felsefi anlamda özgürlük, kişinin istediğini yapabilmesi, hiç olmazsa istediğini yapabildiği kanaatini taşımasıdır. Siyasal anlamda özgürlük, kişinin güvenliğidir. Hiç olmazsa güvenlik içinde yaşadığı kanısını taşımasıdır. Hiçbir şey bu güvenliği, genel ya da özel suçlandırmalar kadar bozamaz. Şu hâlde vatandaş özgürlüğünün başlıca dayanağı, ceza kanunlarının iyi niyetidir. Vatandaşların suçsuzluğu güven altına alınmazsa, özgürlüğü de güvenli olamaz. Özgürlük, cezaların özü ve orantısıyla değişir. Ceza kanununun her cezayı, suçun özünden çıkarması özgürlüğün başarısı demektir. Böylece her çeşit bireysel yargı ortadan kalkar. Ceza, kanun koyucunun keyfine göre değil, olayın özüne bağlanır. İnsanın insanı ezmesi söz konusu olamaz artık. İyi kanunu uygulayan bir ülkede duruşması gerçekten yapılarak asılan kişi, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan paşaların herhangi birinden daha özgürdür.”
Montesquieu özgürlüğü ters açıdan da tanımlamaya çalışıyor. İki çeşit kölelik vardır. Gerçek kölelik, köleyi toprağa bağlayandır. Bu çeşit köleler evlerde çalışmazlar. Efendileri belli ölçüde buğday, kumaş, hayvan verirler. Kişisel kölelik ise ev işlerine özgü, daha çok efendinin kişiliğine bağlıdır. Kölelik demek, bir insanın malıyla, canıyla, kanıyla ve vücuduyla, başka bir insanın avucunun içinde olması demektir. Böyle bir durumun iyi olduğu söylenemez. Kölelik, kölenin işine yaramadığı gibi, efendinin de işine yaramaz. Kölenin işine yaramaz, çünkü erdemden tümüyle uzaklaşmaktadır. Köleliğin başlangıcının acıma duygusunda bulunduğunu söylerler. Devletler hukuku, savaş tutsaklarının öldürülmemeleri için köle olarak kullanılmalarına izin vermiş, sanki savaş tutsaklarının öldürülmeleri gerekliymiş gibi… Mal ve mülkün insanlar arasında bölüşülmesine izin veren kanun, bölüşen insanlardan bir kısmının bölünen mallar arasına konulmasına izin vermez. Kölelik, doğal hukuka olduğu kadar medeni hukuka da aykırıdır. Özgürlüğün ne olduğunu anlayabilmek için 100 yıl daha geçecek. Bugün artık onu açık seçik biliyoruz. İnsanın özgür olabilmesi demek, yeteneklerini, eğilimlerini, beğenilerini serbestçe geliştirebilmesi olanaklarına sahip olması demektir. Bu ise doğanın ve toplumun nesnel yasalarını insanların kendi yararlarına kullanabildikleri ve gelişmenin bütün ön koşullarını yaratabildikleri bir toplumda gerçekleşebilir. Böyle bir toplum var olmadıkça özgürlük boş bir sözden ibarettir. Ve sakal bırakma özgürlüğü anlayışından öteye geçemez. Ünlü bir diyalektikçi şöyle der: “Özgürlük, doğa yasalarından bağımsızlık düşü değildir. Tersine bu yasaları öğrenmek ve onları belli amaçlar için kullanabilmek demektir. Bu dış doğa yasaları için olduğu kadar, insanın beden ve ruh varlığını yöneten yasalar için de geçerlidir. Demek ki ‘seçim özgürlüğü’ denilen şey, nedeni bilerek karara ulaşmak yetisinden başka bir şey değildir. Bir insanın bir sorun üstünde karara varma özgürlüğü, bu kararın tutarlılığını belirten zorunluğa bağlıdır. Kararsızlık, çeşitli ve çelişik bir sürü karar olanağı arasından bilgisizliği seçmek demektir. Sonuç olarak özgürlük, doğadan gelen zorunlulukları tanıyıp bilerek, hem kendi üstümüzde hem de dış doğa üzerinde sözünü yürütür olmaktır. Böylece özgürlük, tarihsel gelişimin zorunlu bir ürünüdür.”[1]
[1] Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1981, s. 275-279