19.yüzyıl ve sonrası dünyada sosyal yaşamı düzenlemek adına hukuk alanında birçok reformların yapıldığı dönemdir. Sosyal yaşam dendiğinde ise tabii ki söz konusu olan “birey” ve “toplum” kavramlarıdır. Bu bağlamda yapılan reformların amacı birey haklarını genişleterek yeniden tanımlamak ve birey-devlet ilişkilerini haklar ve görevler ekseni üzerinden eşitlik ilkesini temel alarak belirlemek olmuştur. Ruth Miller’da bu çalışmasında, Geç Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde, Fransız ve İtalyan ceza kanunlarından örnek alınarak yapılan reformları cinsiyet, cinsiyet ayrımı ve cinsiyet odaklı vatandaşlık kavramları açısından analiz ederek, özellikle “toplumsal cinsiyet”e dikkat çekmiştir. Yapılan reformlarla daha ciddi bir şekilde irdelenmeye başlanan bu konular, günümüzde de aktif olarak tartışılmaktadır; çünkü “cinsiyet”, “cinsellik” ve “üreme” artan bir şekilde devletlerin vatandaşlık anlayışıyla iç içe geçmiş ve bundan ciddi anlamda etkilenen hiç şüphesiz, doğurgan olma özelliklerinden ötürü kadınlar olmuştur.

Geç Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri ele alındığında, bu dönemlerdeki cinsiyet-vatandaşlık ilişkilerini cinsellik ve üreme ekseni üzerinde odaklanarak kadınlar için belirlenen rolün bu iki kavram bağlamında olduğunu öne süren ve bu alandaki tek çalışma olan Ruth Miller’ın çalışmasından bahsetmemiz büyük önem taşımaktadır.

Bugüne kadar kadınlar kamu rollerini kazanırken yaşamlarının özel alanlarının tamamını ortaya koymak zorunda kaldılar. Kadının ideal yeri evi, erkeğin ideal yeri ise kamu idi. Kadının kamuda yeri yoktu. Dolayısıyla erkek kamudaki yerini korurken özel hayatını ve cinselliğini ortaya dökmek zorunda kalmadı. Bu ayrımın göze battığı konulardan biri de zina konusu idi. Kanunlara bakıldığında, kadın her yerde zina yapabilecek kişi, erkek ise ancak evli olduğu takdirde ve ev sınırları içinde zina suçunu işleyen kişi olabilirdi. Çünkü kadının zina yapması “ırz ve namus” kavramları ile özdeşleştirilmektedir. Erkek için ise, eşini onurunu korumak için öldürürse mazur görülebiliyordu. Zina suçuna bakıldığı zaman kadın ve erkek ele alındığında ciddi bir çifte standart görülmektedir. Erkek için zina ancak ortaya çıktığı zaman suç olmaktadır. Kadın her türlü gizli ve açık zinadan suçludur. Çünkü kadın vatandaşlar gittikleri her yerde kamuyu beraberinde taşıyordu. Kadınların rahmi de, cinselliği de, üreme tavrı da kanun malı sayılıyordu. Erkeğin hem özel, hem kamu kimliği varken, kadının maalesef özel kimliği ortadan kalkmış, sadece kamu kimliği kalmıştır.

Fransa ve Osmanlı hukukunda zina, ahlâka karşı yapılmış saldırı, İtalyan ve Türk hukukunda ise, toplum ahlâkına ve aile birliğine karşı işlenmiş suç olarak değerlendirilmiştir. Buradan yola çıkarak zinanın daha önce sadece ahlâka karşı suç olarak değerlendirilmesi, zinanın kadın odaklı ele alınmasından kaynaklanıyordu. Yani zina, kadın tarafından yapıldığında ahlâka karşı suç oluyordu. Kanuna sonradan eklenen aile birliğine karşı işlenen suç maddesi erkekler için eklenmiştir. Erkekler zina yaptığı zaman toplum ahlâkına karşı değil, aile birliğine karşı suç işlemiş oluyordu. Yani kadın zina yaparsa “ahlâksız”, erkek yaparsa aile birliğine karşı suç işlemiş oluyor.

Miller bu çalışmasında temel olarak bugünkü cinsiyet merkezli politik kimlik anlayışının 19. yüzyılda Geç Osmanlı döneminde başlayan ve Cumhuriyet dönemiyle devam eden eşitlik, haklar ve seçim nosyonlarının (kavrayışlarının) gelişimiyle inşa edildiğini iddia ediyor (Miller, 2007: 348). Kadınlar politik arenaya dâhil olup haklar kazandıkça daha da politik bir kimlik ortaya çıkmış. Bu gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan ironik durum ise kadınların politik arenaya dâhil oldukları oranda cinsellikleri ve üreme davranışlarıyla ilgili seçimlerinin kendilerinden ziyade devlet tekeline girmesi olmuştur (Miller, 2007: 349). Diğer bir deyişle kadın, birey hakları söz konusu olduğunda, erkekten farklı olarak cinselliği ve üremeyle ilgili seçimlerini devletin belirlediği sınırlar içinde yapabilmektedir.

Bu gelişme özellikle Michael Foucault’nun “biyopolitik” teorisini ortaya atmasıyla hem hız hem de farklı bir boyut kazanmıştır. Foucault “Toplum Savunulmalı” adlı konferans serisinde “biyopolitik” kavramını geliştirmiştir. Biyopolitik daha sonra Foucault’un “Cinselliğin Tarihi” adlı eserinin de temeli olmuştur. Foucault bu eserinde politikadan biyopolitikaya geçiş yaparak, bireyin hakları üzerine odaklanmaktan, toplumun sağlığı üzerine geçiş yapmıştır. Politikada birey merkez iken, biyopolitika’da ise toplum merkez haline gelmiştir. Toplum sağlığı birincil hedef olduğunda ise üreme, dolayısıyla kadın cinselliği ve üremeyle ilgili tüm seçimleri devletin kontrol alanı içine dâhil edilmiştir.

Miller’ın cinsiyet-vatandaşlık ilişkisinin yanı sıra cinsellik, üreme ve vatandaşlık ilişkileri üzerinde de durduğu bu çalışmasında önemle vurguladığı bir diğer konu da politik alanın liberal inşası –yani kamu/özel ayrımı– olmuştur. Modern politikanın nüfus üzerine yoğunlaşması ile cinsiyetli vatandaşlık arasındaki karşıtlığa dikkat çekilmiştir. Buradaki tezat, modern politikadaki anlayışın, kadının görevini devletin sağlığı açısından yaşamsal bulması, lâkin bu görevin vatandaşlık dışında olmasıdır. Yani annelik aslında erkeğin ve vatandaşın görevlerinin anti-tezi, yani tam tersidir. Miller bir taraftan kadının rahminin politik tartışmalar için zemin oluşturan biyolojik bir alan oluşuna dikkat çekerken, diğer yandan ise hukuk ve tıbbın fiziksel ve cinsel kriterlere eklenerek kadın-erkek ayrımını belirlemede son derece etkin bir hale geldiğine işaret etmiştir (Miller, 2007:351). Miller son savını desteklemek için Deniz Kandiyoti ve Mary Robert’ın Türkiye’de transseksüeller üzerine yaptıkları araştırmadan seçtiği “Şu anda Türkiye’de tıbbi-hukuki bir işlem sonucu transseksüeller pembe nüfus cüzdanı edinebilmekte, bir kadının tüm kanuni haklarına sahip olabilmektedir” alıntısını kullanmıştır (Miller,2007: 351). Bu tespit, devletin bireyin hayatındaki en doğal ve temel ayrımlar söz konusu olduğunda bile, ne denli belirleyici ve müdahil olduğuna bir örnektir.

Miller çalışmasında aynı zamanda modern Türk ulus-devletinde vatandaşlığın biyolojik ve politik doğası üzerinde yaptığı çalışmasına da gönderme yaparak gittikçe cinsiyet odaklı ve ayrımcı bir hal alan vatandaşlık yapısına göndermeye bir kez daha dikkat çekmiştir (Miller, 2007: 354). Bekâret testleri günümüzde kadın-erkek ayrımının en net şekilde kendini ortaya koyduğu uygulamalardan biridir ve eşit vatandaşlık hakları ilkesine aykırı olması dolayısıyla bireyin onayına bağlı bir hale getirilmesine çalışılmaktadır.

Miller Geç Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’ndeki vatandaşlık kavramının inşasını incelerken Fransız ve İtalyan hukuk sistemlerine de göndermeler yapmıştır. Zira Osmanlı hukuk reformları Fransa, Cumhuriyet hukuk reformları ise İtalya örneklerine dayanarak yapılmıştır (Miller, 2007: 355).

Miller, 1839 sonrasında Osmanlı ile başlayan hukuk reformlarının ayrım unsurları barındırmayan tek tip bir vatandaşlığı hedeflese de, ceza hukuku kanunlarının maalesef bunun tam tersi bir yönde geliştiğini ve cinsiyeti merkeze oturttuğunu tespit etmiştir. Bunun devamında kadınların kamu alanına girdikçe, vatandaşlık hakları kazandıkça ciddi biçimde düzenlenmiş bir cinsellikle yüz yüze kaldığını da önemle vurgulamıştır (Miller, 2007: 357).

Miller çalışmasında, kadın bedeninin daimi politik müdahaleye uğrayışını zina ve kürtaj konuları üzerinden incelemiştir.

Üreme söz konusu olduğunda kadın hiç şüphesiz doğurganlık özelliğinden ötürü konunun merkezine konumlandırılmıştır ve yine bu sebepten ötürü kadın bedeni, rahmi üzerinden devlet elinin müdahalesine maruz kalmıştır. Bunun en açık örneği, kürtaj meselesinde devlet politikaları geliştirilmesi ve kürtajın ceza kanunlarında ele alınış biçimidir.

Miller yaptığı bu çalışmada, Osmanlı hukukunda kürtajdan ilk defa 1859’da bahsedildiğini belirtmiştir. Bu tarihten önce Osmanlı hukukçuları kürtaja Hanefi mezhebinin yaklaşımıyla hamileliğin ilk 120 günü içinde izin veriyordu. Bu yaklaşımda söz konusu fetüsün canlı olup olmaması, yani fetüsün yaşam hakkı ve bu hakkın korunmasıydı. Lâkin bu yaklaşım, 1859’da kürtajın aynı Napolyon hukukunda olduğu gibi suç sayılmasıyla başka bir boyut kazandı. Hatta kürtajın ceza hukukunda ele alınış biçimi birbirinden tamamen farklı iki kategori olan “erkek vatandaş” ve “kadın vatandaş” kavramlarının yaratılmasına zemin hazırladı. Miller, bu bilgilerin ışığı altında, kadınların sadece kısmen bile olsa kamusal politik alana girmelerini üreme davranışlarının politizasyonu bedeliyle ödedikleri savının altını önemle çizmiştir (Miller, 2007: 359).

Miller’a göre hem 1859 Osmanlı ceza kanunu, hem de Fransız ceza kanununun kürtajla ilgili maddeleri incelendiğinde, her ikisi de fetüsün yaşam hakkına odaklanmaktan ziyade kürtajı cezai bir tehdit unsuru olarak görürler. Diğer bir deyişle bireyin yaşam hakkından öte toplumun uygunsuz biyolojik ve cinsel içerikli şiddetten korunmasını öncelikli bulduklarını söylemek son derece yerinde olacaktır. Her iki ceza kanununda da kürtajın cinayet başlığı altında değerlendirilmemesi Miller’ın bu iddiasını desteklemek için gösterdiği en önemli kanıtlardan biridir. Yine de Osmanlı hukukçuları Fransız kanunlarını hukuk reformları için modifiye ederken –Hanefi mezhebinin etkisiyle– kürtajla ilgili ceza kanunlarına, kürtajın şiddet kullanılarak gerçekleştirilmesi halinde “diyet” adlı bir bedel ödenmesi maddesini eklemişlerdir. Bu kanunda vurgu,  bireyin yaşam hakkına yapılmakla birlikte, tüm kanunlar göz önüne alındığında, bireyin yaşam hakkı ilkesini tek başına savunacak bir kanun olmadığı aşikârdır. Çünkü kürtaj vahşi bir yolla değil, sadece ilâç kullanılarak gerçekleştiriliyorsa diyet ödenmiyordu, kısa bir hapis cezası yatılıyordu (Miller,2007: 360-361). Tüm bu yaklaşımlar kadının bedenini, rahminde gelişen fetüs yoluyla kontrol altına alma ve kadının rahmini bireye değil de, adeta tüm topluma ait ve üzerine politik söylemlerin geliştirilebileceği bir alan haline getirmeyle neticelenmiştir. Üremenin devlet kontrolüne girmesi Türkiye Cumhuriyeti döneminde daha da dramatik hal almıştır. Cumhuriyet ceza kanunları da, aynı örnek aldığı İtalyan ceza kanunları gibi kürtajı “toplumun bütünlüğü ve sağlığına karşı işlenmiş suçlar” kapsamında ele almıştır (Miller, 2007: 362). Başka bir deyişle, artık kadının rahmi alenen toplumun tamamının söz sahibi olduğu ve devletin bekâsı için devlet gözetiminde tutulması gereken biyolojik, politik bir alan haline gelmiştir.

Bu perspektiften bakıldığında, kürtajın yasallaşmasının ırkın sağlığı, devletin bütünlüğü gibi soyut nosyonlar öne sürerek, kadının rahminin kamusal bir alan haline getirilmesi düşüncesine karşı, bireysel hakları savunanların bir zaferi olduğunu belirtmiştir (Miller, 2007: 365). Ancak Miller’a göre 1983’ten sonra kürtajın “ulusal birlikle” ilintili bir suç unsuru olarak sayılmaması bile kadının üreme davranışlarının hâlâ Türk politik kimliğinin merkezinde olması gerçeğini değiştirmemektedir. Miller, kürtajın kanun yapısındaki varlığını ve bunun bir haklar söylemine dayanarak sürdürülmesini cinsiyet odaklı vatandaşlık kavramı ile açıklamaktadır (Miller, 2007: 366). Aslında paradoksal olmakla birlikte kadın cinselliğinin bir kamu konusu haline gelmesi, kadın haklarının genişlemesiyle doğru orantılı olmuştur. Kadın kamu alanına girerek erkeklerle eşit haklara sahip olma sürecindeyken aslında rahminin bedeninden ayrı, kamuya ait bir alan olarak devletin eline geçmesine seyirci kalmıştır. Ya da bir başka açıdan izah etmek gerekirse, “erkek vatandaş” kavramı cinsiyetle ilintili unsurlar barındırmazken, “kadın vatandaş” kavramı yüksek oranda cinsiyetle ilgili öğeler içermektedir. Kadın kamu alanına adeta “öteki” ya da “erkek olmayan” olarak girebilmektedir.

Özetle kadın erkekten farklı olarak kamu alanına girerken cinselliğini ve üreme davranışlarını da kamuya açmak zorunda kalmıştır. Oysa aynı şey erkek için geçerli değildir. Çünkü erkek kamu alanındaki kimliğinde cinsiyetiyle ilintili unsurları bulundurmamaktadır. Erkeğin cinselliği ve üreme davranışları kamunun değil, kendi özel alanının konularıdır. Bu çifte standart da cinsiyet merkezli vatandaşlık anlayışının en belirgin kanıtıdır. Sonuç olarak kadın birey olma özelliğinden önce cinsiyetiyle tanımlanıyor. Sivil toplumun yaratılmasının hikâyesinde, kadınlar yeni sosyal düzene sivil toplumun bir parçası olan, fakat yine de sivil toplumdan ayrılmış özel bir alanda ikamet eden varlıklar olarak ekleniyor. Ayrıca modern devlet hukuk sistemleri, evrensel hakları ve eşit vatandaşlığı temel almaktadır. Ancak bu bağlamda modern devletin temel görevinin yaşam hakkını garanti etmek olduğunu göz önüne alırsak eşit vatandaşlık ilkesi adına problematik sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Çünkü yaşam hakkının garanti edilmesi cinselliğin ve üremenin sürekli düzenlenmesini, üreme organlarının artan bir şekilde politize edilmesini, hatta ve hatta vücutlardan ayrı bir parça olarak düşünülmesini gerektirmektedir. Erken 20. yüzyıl devrimleri, ulus-devletlerinin geleceklerini, kadının kılık kıyafet tercihleri üzerinden –kadının erkek giysilerini tercih etme hakkına sahip olması– tanımlamıştı. Ancak 21. yüzyıl devrimleri kadının ve “bizim” “our” (toplumun) onur ve özgürlüğümüzü kadının kıyafet seçiminin değil, rahminin koruduğunu ve içerdiğini savunuyor.


Kaynaklar:

Miller, Ruth. “Rights, Reproduction, Sexuality, and Citizenship in the Ottoman Empire and Turkey”, Signs, 32/2, 2007, 347-375.

Reyhan Gürtuna
+ Son Yazılar