Gelecekten Şimdiye Konulan İpotek!

İnsanın, zamana kayıtlı olarak düşünmesi, algılaması, devinmesi zihinsel formunun bir yansımasıdır. Zaman kaydından kurtulmak, zihinsel işleyiş formumuzu, dolayısıyla algı biçimimizi kökten değiştirmek demektir. Bunu başarabilmek elbette zor, ama imkânsız değil.

Zamansal eksenli zihin bir kez kırıldığında, bir çeşit “zaman dışılık” ya da geçmişiyle geleceğiyle düşünsel bağlamdaki “an’lar akışkanlığını” mümkün olduğunca dondurup şimdi’nin bu an’ıyla akan bir varoluşa sıçrandığında, bunun ortaya çıkaracağı en önemli sonuçlardan biri, insan pişesinde “kaygı”nın eskisi kadar kolay türeyemeyeceğidir.

Kaygı, zaman eksenli bir psikolojinin gelgitlerinde büyütülür.

Kaygı, bir bakıma gelecek’in şimdi’ye ipotek koymasıdır. Bizzat yaşanılmakta olan “şimdi’nin canlılığıyla” henüz yaşanılmayan ama tasavvur edilebilen geleceğin, şimdi’yi “işgal” etmesi, bazen canına okumasıdır.

Gelecek kavramı içeriğinde açılıp serpilen, şimdideki gelecek tasavvuru, kaygının yuvasıdır.

Nasıl ki pişmanlık ancak geçmişe dair bir şeydir, kaygı da geleceğe dair bir şeydir. Geçmişteki bir şey, ancak gelecekte olabileceği kaygısı taşınan olaylara eklenerek, pişmanlık niteliğini edindikten sonra, sadece “taktiksel” değeri nedeniyle “güncellenebilir.”

Kimse geleceğinden pişmanlık, geçmişinden kaygı duyamaz.

Kaygı söz konusu olduğunda asıl olan, gelecekte bizim başımıza gelecek olanın “olma olasılığıdır.”

Bu olma olasılığıdır ki, gelecekle buluşuncaya kadar, kaygıyı derin, diri, güçlü tutar. Bunun böyle olmasında, olasılığın zayıf ya da yüksekliğinden çok, kişinin kaygılanabilme derecesinin rolü büyüktür. Çünkü olma olasılığındaki belirsizlik bir yana, neyin olacağı konusunda da tam bir açıklığın olmayışı kaygının asıl nesnesidir.

Gelecek, belirsizliği, belirsizlik kaygıyı mayalandırır.

Aslına bakarsanız insanın kendisi tam bir belirsizliktir. Kimdir? Ne zaman, nerede nasıl bir olayla karşılaşacaktır? Nasıl ölecektir? Sonrası ne olacaktır? Hatta kendisi neye dönüşecektir? Bir zavallıya, bir kahramana, bir katile, bir ermişe mi?… Kimse kendisinin neye dönüşeceğini tam bilemez, kendine rağmen olur.

Kendine şaşıran insanın en çok kendisidir.

Şöyle denebilir, insanın hayatı kaygılı ruhuna iyi gelen “netliklerin” küçük küçük hava kabarcıkları oluşturduğu, bir “belirsizlik deryâsı”dır.

Bu durum özellikle modern insanda aşırı bir “garanti” ihtiyacı yaratmıştır. Rasyonalitenin kutsandığı modernitede bilinmeyen her şey son derece rahatsız edicidir, belirsizlikse kabul edilemez bir şeydir.

Salt aklî dayanaklarla, “bilinmeyen” bilinir kılınarak, insan bilinmeyenin içinde bilinmeyenden “habersiz” kılındığında, bilinmeyenle büyüyebilecek mistik varoluş değersizleştirilir, güdükleştirilir. Öte yandan bütün belirsizlikler de “garanti” kapsamına alınarak kaygıların üstesinden gelinmeye çalışılır. Ama nedense günümüz insanı daha bir kaygılıdır, hatta “kaygı bozukluğu” içindedir. Eşyalara verilen beş yıllık on yıllık garantiler, uçakların, arabaların kaskolu cankurtaran donanımlı oluşu eşyayla araçla gereçle ilişkisinde duyulan “güveni” artırır, ama kaygıyı ortadan kaldırmaya yetmez. Çünkü kaygı bu kadar yüzeysel ilişkiler içinde değil, çok daha derinde varoluşsal ilişkiler içinde kımıldayıp uç veren bir şeydir.

Ömür boyu garantili eşyalar, emeklilik hakkı, son derece güvenli araçlar, içeriye “gömülü” bu “varoluşsal kaygıyı” yok edemez.

Dışarı, içeriyi bilemez dolayısıyla düzenleyemez.

İçeri, içerden bilinir ve düzenlenir.

Bunun içinse gerekli olan, ne garanti, ne güven, ne sigortadır; bir “kesinlik” duyuşudur.

“Belirsizlik” içimizi kemiren “kaygı faresi”nin peyniri ise, “kesinlik” de kedisidir.

Soru şudur, her şeyin her an değiştiği, geleceğin sürprizlerle dolu olduğu koşullar toplamında “kesinlik” duyuşu nasıl ele geçirilecektir?

En dipte doğru soru budur, “kaygıdan nasıl kurtulurum?” değildir.

Kesinlik duyuşunu içinize yerleştirmeden kaygıyı istediğiniz kadar araştırın inceleyin baş edemezsiniz.

Peki bu kesinlik duyuşunu nasıl edinecektir ruhumuz?

Yukarda sözünü ettiğimiz, ucuzlatılmış, değersizleştirilmiş Mistik varoluşunu önemseyerek, bilinmeyene giderek, bilinmeyenin derinliğinden iman çıkarıp, Allah’ı bularak…

Çünkü kesinlik, Allah’la gelir.

“Kesinlik” bilmenin nesnesi değildir.

Ancak iman etmiş, Allah’tan emin kalp kesinlik duyuşuna ulaşabilir.

Ancak emin kalp kaygıyla çalkalanan insansal varoluşu, gerekli olan kesinlik’i sağlayarak dinginleştirir.

Ancak bu içsel kesinlik elde edildikten sonra dışarının kayganlığı ve belirsizliği “kaygı sörfü” yapmaya uygun olmaktan çıkar.

Emin kalbin olacağa biteceğe yani geleceğe bakışı bambaşkadır. O olanı biteni, olacak bitecek olanı “zahiride” kendi cüzi iradesinin faaliyet alanı olarak görürken, “hakikatte” her şeyin Allah’ın mutlak iradesi dâhilinde olduğunu/olacağını bilir ve tevekküle hep hazır bir duyarlılıkla yapar eder.

Emin kalp “değişmez” ve “ebedî” olanın huzurunda olarak “zamansal” olanı yaşadığından dünyevi olanın kaygı verici niteliği alabildiğine zaafa uğramıştır.

Emin kalbi meşgul eden temel kaygı dünyevî olan değil, Allah’la bağını zedeleyecek bir davranışın içine düşme kaygısıdır.

Dünya gailesinin getirdiği hiçbir kaygı bu “batınî kaygı”nın önüne geçemez, yanında kolay kolay barınamaz.

Gelinen bu nokta, tam bir, kaygı Allah kalp ferah, noktasıdır.

Bu noktaya gelmek içinse, her şeyden önce, bilinmeyenle, belirsizlikle “temas”ın bilinenin, belirli olanın ötesinde sonsuz ve ulvî bir “kapı”yı açtığını görmek, bu kapıdan içeri girmekten de hiç ürkmemek gerekir.

Bazen, bizim için ne kadar değerli olabilecek şeylerden kaçtığımızı bir fark edebilsek…

Neyse, sözü uzatmadan, söylemek istediğimin özüne denk düşecek bir beyit yazarak bitireyim:

Emin kalp tanır mı hiç tasa kaygı?

Barınmaz içinde dert Hakk’tan gayrı.