Uzun yıllar, neredeyse adından hiç söz edilmeyen, son yıllarda her ne olduysa, adına sıkça rastladığımız Fatma Aliye Hanımefendi, çok uzaklardan gelerek Türkiye’nin gündemine oturdu. Hakkında birçok şey söylendi, yazıldı ve çizildi. Eserleri, nitelikleri ve yaptığı çalışmalar gün yüzüne çıktıkça, herkes kendi fikrî potasının içinde eritmeye çalıştı Fatma Aliye’yi. Birçok konuda “ilk”lerin kadını olmasının yanı sıra, inandığı değerler uğruna ömrünü harcayan bir kadın kahraman ile tanıştık son zamanlarda. Barbarosoğlu, yoğun bir emek harcayarak Fatma Aliye’nin hayatını kaleme almış ve oldukça ses getirmiştir. Hakkında yazılmış ilk roman türünde biyografi olan “Uzak Ülke”, olayların akışına göre ara başlıklarla isimlendirilmiş. Kitabın iç tasarımında, Fatma Aliye’nin doğum ve ölüm tarihleri arasını içine alan, 1862-1936 yılları arasında geçen dönemde meydana gelmiş, önemli tarihi olayların başlıklarından oluşan bölüm geçişleriyle esprili bir hava verilmiş. Yedi yıl çok yoğun bir araştırma ve gayret neticesinde, ortaya çıkan bu biyografik roman, “unutulanlar” listesinde olan kahraman ve aydın “bir kadın”ı daha iyi tanıma fırsatı veriyor okuyucuya. Yazar, günümüz Türkçesiyle, romanın geçtiği dönemin dili arasında zaman zaman gidip gelmiş. Bu nedenle yazı dili kısmen ağır olmakla birlikte, akıcı bir üslupla yazılmış. Roman akışında konudan konuya geçerken, bir özneden diğerine geçişlerdeki tarz, okuyucunun dikkatini dağıtıyor. Buna rağmen yazarın roman kahramanıyla bu denli bütünleşmesinin yansıması, okuyucuyu kitap ile bütünleştiriyor. Roman 344 sayfa olup, baskı ve grafik oldukça iyi. Teknik açıdan bakıldığında kitabın bütününde, dipnotların ve kaynakçanın olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla yazarın, bu tarihi romanı yazarken hangi kaynaklardan faydalandığı konusunda fikir yürütemiyorsunuz.

Fatma K. Barbarosoğlu’nun asıl eğitimi felsefe üzerinedir. Sonrasında “Tasavvufi Eğitimin Değerlendirilmesi” başlıklı teziyle yüksek lisans eğitimini tamamlayan yazar, “Modernleşme, Moda ve Zihniyet” adlı teziyle de sosyoloji doktoru olmuştur. Sosyoloji doktoru, hikâye ve roman yazarı olan Barbarosoğlu, Yeni Şafak gazetesinde yazmaktadır. Akademik çalışmalarının yanı sıra edebiyat ile de meşgul olmuştur. Öykü ve deneme ağırlıklı birçok kitabı vardır.

Özet:

Barbarosoğlu’nun kaleme aldığı “Uzak Ülke” adlı Fatma Aliye biyografisi, iki ana bölümden oluşmakta. İlk bölümünde Fatma Aliye’nin (1862-1936) hayatı, doğumundan ölümüne kadar bir roman üslubu içerisinde devam ediyor. Bu bölüm, evlilik çağına gelene kadar Fatma Aliye’nin, bir genç kız olarak yetiştiği çağın, kendisine nasıl yansıdığına değinilerek anlatılıyor. Özellikle babasının üst düzeyde bir aristokrat olması sebebiyle, döneminin toplumsal yapısı ve din, gelenek ve devlet ilişkilendirilmesi göze çarpıyor. Hayatında önemli rolleri olan kişilerle olan ilişkileri ele alınıyor. Özellikle kendi kızları ve babasının, hayatında ne kadar etkili olduğunu görüyoruz. İlerleyen bölümlerinde belli bir fikir olgunluğuna erişen, kadın hareketlerinde öncü, iyi bir düşünür, yazar, aktivist, iyi bir eş ve iyi bir anne sıfatlarına haiz bir kadın profili karşımıza çıkıyor. Kızı İsmet’in Katolik bir Hristiyan olmasının Fatma Aliye’de bıraktığı derin izlere uzunca yer veriliyor. Yaşadığı yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun en uzun yıllarıdır. Fatma Aliye bu süreçte vatan topraklarında cereyan eden her türlü hareketin idrakindedir. Bizzat şahit olup yaşadığı, hem özel hayatında hem de ülkesindeki bu acı olaylar, onu bu yeni ülkeye uzak eylemiştir. İşte bu duygu ve düşüncelerin çok ağır bastığı yıllarda, Fatma Aliye Hanımefendi, yazmama kararı alıp kaleme küsmüştür. Kendini öylesine bu dünyadan soyutluyor ki, yanlışlıkla gazetede çıkan kendi ölüm haberini düzeltmeleri için bile ailesine izin vermiyor. İkinci bölüm ise, yazarın kitabı hazırlama ve yazma aşamasındaki yaşadıkları konu ediliyor. Ayrıca Fatma Aliye’nin seminerlerinde karşılaştığı farklı insanlarla arasında geçen olaylar, kâh güldüren kâh ağlatan anekdotlarla dolu. Bu bölümde yazar, kendi yaşadığı toplumun içinde, muhafazakâr kimlikli bir kadın olarak var olmanın mücadelesi ile Fatma Aliye’nin dönemindeki mücadeleyi örtülü bir şekilde özdeşleştiriyor. Bazı benzerliklerin olması çok tabii olmakla birlikte, Fatma Aliye’nin şahsında bir imparatorluğun dönüşüm sancılarıyla, yazarın bireysel mücadelesinin eşleşmemesi gerekirdi. Barbarosoğlu’nun Fatma Aliye’ye karşı hayranlığı ve onu tanıma merakındaki samimiyete saygı duymakla beraber, yazarın Fatma Aliye’ye olan bu ilgisinin yansımasını fazla yanlı buluyorum. Ayrıca yazarın, hem çok yakınında hem de çok uzağında hissetmesinin yansımaları çelişkili bir ruh halini de hissettiriyor. Barbarosoğlu, Fatma Aliye’yi “mümin kadın” sıfatıyla öne çıkarırken, kendi değer yargıları üzerinden, ideal Müslüman kadın profilini de ustaca Aliye Hanım’ın şahsında göstermeye çalışıyor. Fakat ‘mümin kadın’ın içindeki sıfatlar, yazarın kendi değerleri ile örtüştüğünde daha detaylı işleniyor, diğer niteliklere değinilmekle beraber yüzeysel bir geçiş göze çarpıyor. Fatma Aliye ve dönemi üzerine beyin fırtınası yapılarak dönem ve kendisi sorgulanıyor. 1862’lerin Osmanlı toplumundan 1936’ların Türkiye’sine kadar yaşananlar Fatma Aliye’nin zaviyesinden okuyucuyla buluşuyor.

1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla Osmanlı Devleti’nde birçok köklü değişiklikler görülmeye başlamış, başta askeriye olmak üzere eğitim, sosyal ve kültürel hayat çok etkilenmiştir. Tüm ülke vatandaşlarının eşit hak ve sorumluluklarının olduğu kabul edilmiştir. Yüzyıllardır sürdürülen devlet ve toplumsal yapının gelenekleri ve kuralları, toplumun her kademesini farklı bir biçimde etkilemiştir. Bu yenileşme hareketlerinin merkezine kadın ve kadın sorunu oturtulmuştur. I. Dünya Savaşı ve Balkanlar’daki savaşların sonuçlarının, Osmanlı toplumunda bıraktığı sosyal yıkım ve felaketlerin etkileri nedeniyle, toplumda kadının fikrine ve beden gücüne ihtiyaç duyulmuş. Bu tarihten itibaren kadının toplumdaki statüsü ve öncelikle eğitimi sorgulanmaya başlamıştır. Kadınları bazı kurumlarda “memur” ve “çalışan” kadınlar olarak evin dışında görmeye başlıyoruz. Fatma Aliye gibi önder nitelikli aydın Osmanlı kadınları gazete ve dergi aracılığı ile günlük ve haftalık mesajlarını ilgili kitlelere ulaştırarak “Kadın Hareketi”ini başlatmışlar. Bu kadın hareketi iki koldan gelişmiş; biri basın, “kadın dergileri” diğeri ise, örgütlenme ve tabana yayılma amacı güden, “kadın dernekleri”dir. Kadın hareketlerini, en etkili olduğu zemin olan yazılı basında görüyoruz. Bu hareketin öncü kadınlarının çıkış noktası ise, eşitlik ve özgürlük kavramlarıdır.

Fatma Aliye, ilk Müslüman Türk kadın romancı unvanı ile Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘kadın sorunu’nu romanları aracılığı ile tartışan, döneminin çok iyi eğitim görmüş nadir kadınlarından biridir.  Aynı zamanda ünlü bir tarihçi, hukukçu ve devlet adamı olan Ahmet Cevdet Paşa’nın da kızıdır. Hakkında monografi yazılan ilk kadın unvanına da sahip olan Fatma Aliye Hanım, ayrıca dünya sergilerine davet edilen, şartları müsait olduğu halde gitmemeyi tercih eden ilk Osmanlı kadınıdır. Fatma Aliye, daha hayatta iken eserleri, İngilizce, Almanca, Fransızca ve Arapçaya çevrilen ilk Osmanlı kadın yazarıdır. Öldükten sonra bile bir ilke imza atan Fatma Aliye Hanımefendi, 50YTL’lık banknotlarda ismi ve kimliği ile yer alan ilk kadın olmuştur. Eserleri, 1893’te Chicago’da Dünya Kadın Kütüphanesi Kataloğu’nda sergilenmiştir.

Ailesinin engin birikimi, geniş imkânları ve itibarı sayesinde çok iyi bir eğitim gören Fatma Aliye Hanım, bu durumu en iyi şekilde değerlendirerek, kendisini yetiştirmiş aydın bir Osmanlı kadınıdır. Çocuk yaşta ilme olan merakı özellikle babasının dikkatini çeker ve bu konuda kendisini teşvik eden, yüreklendiren bir âlim babanın şemsiyesi altında fikrî altyapısı temellenir. Arapça, Farsça ve Fransızcayı mükemmel derecede bilen ve kullanan Aliye, diğer ilimlere de ilgi duymuş, tarih ve hukuk konusunda babasından özel dersler almıştır. Ağabeyi Ali Sedat için kurulan evdeki laboratuvar, Fatma Aliye için pozitif bilimlere geçişin bir aracı olmuştur. Fatma Aliye tüm bu yüksek imkânlar sayesinde çağının ötesinde, sadece kadınlardan değil, eğitim görmüş erkeklerden bile daha geniş bir vizyona sahip olur. Yetiştiği dönemde yükselmekte olan Batı kültürü ile, geçmişteki en üst medeniyetlere ev sahipliği yapmış Doğu kültürünü, hem coğrafyasıyla hem de tarihiyle harmanlayarak özümsemiş bir entelektüeldir. Ayrıca, hem hukuk hem de tıp tahsil etmiş, pek çok konuda yararlı eserler vermiş İlyas Matar Efendi’nin üç yıl boyunca öğrencisi olmuştur. Babasının fikirleri ve ilmi ışığı altında kendi eğitim yolculuğunu tamamlar. Bu öğrenci ve öğretmen kimliklerini ömrünün sonuna kadar sürdürürken, bir yandan da tüm öğrendiklerini, yaşadığı dönemin kadınlarının problemlerini çözmede birer araç olarak kullanır.

Edebiyat dünyasına George Ohnet’nin “Volonté” adlı romanını Fransızcadan Türkçeye çevirerek girer. Çevirisini yaptığı bu romanı 1890’da “Bir Kadın” adıyla yayımlar. Bu çeviri öylesine düzgün yapılmıştır ki; hiç kimse eserin bir kadın tarafından çevrildiğine inanmadığı gibi, babası Cevdet Bey veya ağabeyi Ali Sedat tarafından çevrildiği hükmüne varılır. Ahmet Mithat Efendi ile beraber yazdıkları “Hayal ve Hakikat”i (1891) de kendi imzasıyla yayımlayamaz. Nihayet 1892’de yazdığı “Muhazarat” adlı eserinde kendi ismini kullanan Fatma Aliye Hanım, 1898’de  “Refet”, 1899’da “Udi” ve “Levayih-i Hayat” ve 1910’da “Enin” adlı romanlarını da kendi ismiyle yayımlamıştır. “Namdarn-ı Zenan-ı İslamiyan” adlı eserinde kendi fikirlerine paralel, kahraman Türk-İslam kadınların hayatını anlatırken, buna karşılık Osmanlıda kadınlığın durumunu anlatan “Nisvan-ı İslam”ı yazmıştır. Hayatının mihenk taşı olan, her şeyden çok değer verdiği babasına yapılan siyasi hücumlara cevaben yazdığı “Cevdet Paşa ve Zamanı” adlı eseri ile hem babasını savunmuş, hem de yaptığı hizmetleri de anlatabilme imkânı bulmuştur. Bu eserinde, o dönemin aydın bir Osmanlı kadını gözüyle, II. Meşrutiyet döneminin siyasal, toplumsal ve sosyal yüzünün değerlendirmesini görmek mümkündür. Kadın ve kadına ait problemler, o dönemin erkeklerinin kendi anlayışları çerçevesinde tartışılıp ele alınırken, ilk kez bir kadın, yazdığı romanlar ile o güne kadar çizilen kadın profiline alternatif bir model “kadın tipi” ortaya koymuştur. Bu nedenle Osmanlı kadın hareketinin en çok iz bırakan ve etkili öncüleri arasındadır. Yaşadığı dönemde, romanları ve diğer çalışmaları ile sadece yaşadığı topraklarda değil, Avrupa ve Amerika basınında da kendisinden söz ettirmiştir.

Tanzimat döneminde yetişen Fatma Aliye, “kadın sorunu”nu temel alan eserlerinde; çoğunlukla kadının toplumdaki yeri, kadın eğitiminin önemi, aile içindeki ve evlilikteki konumunun önemi gibi konuları işlemiş ve haklarını savunmuştur. Kadınların sosyal hayata girmeleri konusunda bizzat kendi rol model olup, Cemiyet-i İmdadiye derneğini kurmuştur. Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin ilk kadın üyesidir. Balkan ve Trablusgarp savaşlarında şehitlerin aileleri ve gaziler için yardım toplama çalışmalarına şahsen katılmıştır. Fatma Aliye Hanım, Kurtuluş Savaşı sırasında da, Osmanlı kadınlarını mücadeleye destek vermeleri konusunda yaptığı konuşmalarla yüreklendirmiştir.

Fatma Aliye, çocukluğundan eğitim hayatındaki tüm evreler dâhil olmak üzere, kısmen de olsa erkekler ile bir aradadır. Babası, ağabeyi ve Ahmet Mithat Efendi gibi yakın çevresindeki erkeklerin rolü, onun hayatında çok etkili olmuşlardır. Ayrıca ağabeyinin hocalarını ders sırasında dinlemesi ve kendisine tutulan erkek hocalar da önemli bir göstergedir. Bununla beraber Fatma Aliye’nin fotoğraflarına baktığımızda modern ve geleneksel tarzı, yerine göre kullanmaktan çekinmediğini görüyoruz. Burada dikkat çeken, Fatma Aliye’nin yetiştiği ortamda, bir anlamda cinsiyet ayrımı yapılmadan, belli şartlarda bir arada yaşama kültürünü tecrübe etme imkânı bulmuş bir kadın profili ile karşı karşıyayız. Hem eğitim hem de günlük yaşantısındaki bu yeni ve sıra dışı iklim, Fatma Aliye’nin yetişmesine zemin hazırlamıştır. Tüm bu ilginin ve desteğin oluşmasından önce, Fatma Aliye için özel bir eğitim programı yapıldığı söylenemez. Sadece ağabeyi için evde kurulan eğitim ortamından, Fatma Aliye kendi çabaları ve merakı neticesinde en üst düzeyde faydalanıp dikkat çekince, ailenin yetkin kişileri tarafından destek verilmeye başlanmıştır.

Fatma Aliye, 17 yaşında kendisinden dokuz yaş büyük Faik Paşa ile babasının tercihi ve önerisiyle evlenir. Faik Bey ve evliliği düşlediği gibi değildir. Eşi Faik Bey’in Fransızca bilmesi onu ümitlendirir. Fakat eşinin kendisinden daha az seviyede Fransızca bildiğini öğrenmesi neticesinde, hayal kırıklığı yaşar. Bu konuda Ahmet Mithat Efendi şöyle der:

“Fatma Aliye, hiç olmazsa öğrendiği Fransızcayı kaybetmemek için zevciyle Fransızca konuşmak ihtiyacı ve lüzumunu ortaya koymuş, bundan da iki tarafın lisanı eşit derecede bilmemesinden dolayı bir fayda sağlanamamış. Fransızca bakımından üstünlük eşi Faik Paşa’da olsa Aliye Hanım bunu nimet bilip sevinecekmiş. Aliye Hanımefendi Fransızcayı pek kolay söylüyor ve okuyor. Her okuduğunu pekâlâ anlıyor. Hatta yazıyor bile. Faik Paşa ise yetersiz, okulda öğrendiği kadarıyla kalmış, kendi kendine çaba harcayarak Fransızcasını ilerletmemiş. Karı koca arasında bilgi alışverişi düşünülecek olsa bile işin tabiatı gereği “verici” koca olmak lazım gelirken, bu evlilikte öğreticinin kadın olması gibi ters bir durum ortaya çıkmış.”(Mithat, 2011, s.94)

Evliliklerinin ilk dönemlerinde, kitap okumayı sevmediği gibi kitap okuyan kadınları da sevemeyeceğini bir şekilde eşine ima eder Faik Paşa. Bu tablo, öğrenmeye âşık Fatma Aliye’ye çok ağır gelir ve gözyaşlarını içine akıtarak eşi ile arasına mesafe koyar. Yazar, Aliye Hanım’ın aldığı bu kararla, bundan sonraki hayatında ilişkilerine yön verecek yeni bir Fatma Aliye’yi de işaret ederek der ki:

“Ama o şikâyet etmedi; iyi terbiye görmüş tüm kızlar gibi, şikâyeti lisanından uzak tuttu. Faik Bey ile arasına kırmızı bir çizgi çekti. Her insan bir ülkedir. Kendi ülkesinin sınırlarını muhatabı için belirginleştirmek, boynunun borcu idi bundan böyle. Düşünüyordu. Düşünmek, anlamak demekti. Anlamak demek, dağılmamak demekti. Dağılmadığı için, Faik Bey ile arasına çizdiği kırmızı çizgiyi, öfkenin değil saygının çizgisi olarak koruyabileceğine umudu artıyordu.” (Barbarosoğlu, 2010, s.63-64)

Eşi ile arasındaki bu sessiz gerginlik, ancak on bir yıl sonra, eşinin kadına bakış açısının değişmesi neticesinde normale dönmüştür. Şüphesiz bunda, Fatma Aliye Hanım’ın bir kadın olarak tavrı, bilgisi ve verdiği mücadele etkili olmuştur. On bir yıl eşinden gizli kitap okumak zorunda kalan Fatma Aliye, yine kocasının izniyle ilk kitap çevirisini gerçekleştirecektir. Bu çeviri onun hayatında dönüm noktası olacaktır. Çünkü babası, kızının yeteneklerinin çapını ve bilgi birikimini ancak bu sayede fark edebilecek ve sonrasında ona ders vermeye başlayacaktır. Zamanla aralarında kültürel sohbetler ve tartışmalar yapacak seviyeye gelen Fatma Aliye, diğer eserlerini de ardı ardına yazacaktır. Bu arada ağabeyi Ali Sedat Bey de, eşi gibi onun bu gelişmelerinden pek hoşnut olmamıştır.

Ayşe, Hatice, Nimet ve İsmet isimlerinde dört kız evlat sahibi olan Fatma Aliye’nin kızlarının her birinin hayatına baktığımızda, Tanzimat Dönemi sonrasının etkilerini birbirinden farklı neticelerle görebiliyoruz. En büyük kızı Ayşe, geçirdiği bir kaza neticesinde beyin travması yaşar ve ömrü tedavilerle geçer. İkinci kızı Hatice ise ders aldığı hocasına âşık olur, ama ailesi rıza göstermeyince kaçar ve evlenir. Kızlarından Nimet ve İsmet o dönemde yeni açılan Fransız misyoner okulu Dame de Sion’da okurlar. Nimet okuldaki hocaların bazı davranışlarından –kiliseye götürülerek zorla ibadet etme mecburiyeti– rahatsız olunca Amerikan kolejine geçer. İsmet okulunda kalmakta ısrar eder. Okuldaki sörler ile İsmet arasında çok özel bir bağın temelleri atılmıştır bile. Bu bağın bir daha çözülemeyecek olduğunun, henüz kimse farkında değildir. İsmet ve Nimet yüksek tahsil için Fransa’ya giderler. Nimet tahsilini bitirip geri döner, lâkin İsmet geri dönmeyeceğini mektubundaki şu ‘Hürriyet’e kaçıyorum’ cümlesiyle bildirir. Bir süre gayet mesafeli yazılmış mektuplar aracılığı ile iletişimlerini sürdürürler. Bir süre sonra bu mesafeye bile hasret kalan Fatma Aliye kızından hiçbir haber alamaz olur. En son aldığı haberde, kızının Katolik bir Hristiyan olduğunu öğrenir. Bu haberi aldığı anı kendisi şöyle ifade eder: “Ölmeden önce ölmek bu herhalde,” der. Bundan sonra Fatma Aliye’nin çilesi katmerlenerek devam edecek ve ömrünün sonuna kadar kızını arayacaktır. Babasından kalan tüm mülkü kızını bulma yolunda harcayacak, ama ne çare ki onu bulamadan bu dünyadan göç edecektir. Özellikle yabancı okullarda verilen eğitimin, genç öğrenciler üzerindeki tesirlerine kızları vasıtasıyla şahit olan Aliye Hanım, romanlarında ve makalelerinde bu konulara, yaşayan biri olarak çok sık temas edecektir. İşte Fatma Aliye, kızlarının her birinde farklı bir sancının meyvesine bizzat şahit olacak ve hayatı boyunca yüzü gülmeyecektir. Kızları ile olan imtihanını yazar Barbarosoğlu şöyle tasvir eder kitabında:

Ayşe ne kadar öfke ile hatırlanansa, Hatice o kadar çaresizce hatırlanandır. Ah ne ağır imtihanı olmuştu kızlarının! Ayşe’ninki imtihan mıydı? Hatice ile Nimet kendilerine ait olmayan yüklerin altında. Sonra Nimet’e takılıyor aklı. İsmet’in en ziyade zarar verdiği Nimet çünkü. “Kardeşi evden kaçan kız” diye göstermişler Boğaz vapurunda. Nimet’in günahı ne!” (Barbarosoğlu, 2010, s163)

Yeni ve modern öğretimin en taze sonuçlarını, Fatma Aliye’nin kızlarında bile böylesine etkili görmek, Tanzimat ve öncesi, Osmanlı’da öğretim hayatına göz atmayı gerektiriyor. Tanzimat döneminden önce ve bu dönemde ülkede birçok azınlık ve yabancı özel okullar açılmıştır. 1535’te Kanuni’nin Fransa ile imzaladığı “Dostluk Antlaşması” ile yabancıların, özellikle Fransız ekalliyetinin okul açma konusunda cesaretleri artmıştır. Kapitülasyonların sağladığı serbestiye dayanarak 1583’te İstanbul’a yaşayan Latin Katolikler, çocuklarının eğitimi için Papa’dan rahip isterler. Bu istek üzerine gönderilen rahipler Saint Benoit Manastırı’nın yakınlarında ilk yabancı okulunu Osmanlı topraklarında açarlar. Bu okul misyoner rahiplerin Osmanlı topraklarında yaptıkları çalışmalarının ilk ciddi ürünüdür. İstanbul’da 19 Fransız kız okulu daha açılır. Ayrıca 1871’de Amerikan Kız Koleji açılmıştır.1839’a gelindiğinde bu okulların sayısı 40’a ulaşır. 1905 yılında, resmi rakamlara göre, hükümetin Osmanlı topraklarında tespit ettiği yabancı okul sayısı 600 civarındadır. Bu resmi rakamların dışında da birçok okulun faaliyet gösterdiği bilinir. Bu faaliyetler tüm hızıyla devam ederken, Osmanlı İmparatorluğu dünyadaki bu hızlı değişimi, son anda yakalamanın telaşında ve çabasındadır. İşte bu zayıf ve gerilemeye yüz tutmuş İmparatorluğun zayıf noktalarından biri eğitim ve öğretimdir. Bu boşluğu fırsat bilen Batı dünyasının öncü devletleri, kurdukları misyoner okulları ile bir milletin kaderini değiştirmişlerdir. Devrin duyarlı ve aklı başında olan yetkilileri bu durumu fark edip ilk adımları atmaya başlar. Açılacak yerli okullara öğretmen yetiştirmek amacıyla “Darülmuallimat” adlı okulu 1870’de kurarlar. Ve bu adımın arkası, özellikle II. Abdülhamit döneminde açılan 1500’e yakın okulun açılması ile gelir. Adeta yabancı okul açma yarışı içinde olan azınlıkların asıl niyetleri, Kenan Okan’ın, yabancı okullar üzerine olan incelemesinde, İstanbul Alman Lisesi müdürü Richard Pröyzer’in yaptığı konuşmasında çok açık ifadesini bulur:

“Türkiye Abdülhamit’in istibdadına nihayet verdiği zaman muhtelif içtimai sahalarda henüz kaos halinde idi. Bu hal bilhassa Maarif sahasında göze çarpıyordu. İlk mektepler yok denecek kadar azdı. Tali (ikinci) mekteplerde öyle bir vaziyette idiler ki, çocuklarının tahsillerine ehemmiyet verenler ya hususi muallim tutmağa veya çocuklarını ecnebi mekteplerine göndermeye mecbur oluyorlardı. O zaman bu ecnebi mekteplerinde Türkçe tedrisatı çok elim bir vaziyette idi. Bu dersler birçok ecnebi mekteplerinde isteğe bağlı idi. Şayan-ı hayrettir ki çocuklarını bu derslere iştirak ettirmeyenler bizzat Türklerdi. Avrupa kitaplarının noktası noktasına Türkçeye çevrilmiş numuneleri vardı. Bu şartlarda bir çocuğun kalbinde vatan hissi, vatan muhabbeti, yurt sevgisi ve milli heyecan nasıl uyandırılabilirdi? Açık söyleyeyim ki birçok ecnebi mektepler misafirperverliğine mazhar oldukları memlekete hizmet etmeğe hiç ehemmiyet vermiyorlardı. Müslüman öğrenciler de Hristiyanlar gibi kiliseye zorla götürülerek ibadete zorlanırdı.” (Okan, K. 1971, s.4)

Osmanlı’nın son dönemlerinde, eğitim ve öğretim sahasının, kimler tarafından ve nasıl işgal edildiğini ve bu durumun topluma nasıl yansıdığını bilebilmek, o dönemin toplumunu anlamak açısından önemli diye düşünüyorum. Öğretim ve dolayısıyla eğitim aracılığı ile bir toplumu, başkalaştırarak ve kendi öz kültüründen uzaklaştırarak, nasıl yabancılaştırıldığının en güzel örneğini “En uzun yüzyıl” denilen 19. Yüzyıl Osmanlı’sında çok net görebiliyoruz. Eğitim, konumuzun esasını oluşturmasa da, sorunsalımızın kaynağına götüren bir etken olduğundan öğretim konusuna daha fazla eğildim.

Ünlü bir yazar, gazeteci ve yayıncı olan Ahmet Mithat “Hayal ve Hakikat” adlı eseri birlikte yazarak Fatma Aliye’ye önemli bir destek vermiştir. Ahmet Mithat bir adım daha ileri giderek “Bir Muharre-i Osmaniye’nin Neşeti” adlı ilk monografiyi yazmıştır. Fatma Aliye’nin en büyük destekçilerinden biri olan Ahmet Mithat Efendi, kadın sorunlarına eğilen ve tartışmaya açan birkaç önemli isimden biridir. Yenilik hareketlerinin önde gelen çağdaşları ile zaman zaman ters düşen fikirleri olmakla birlikte, kadının sosyal hayatta hak ettiği yeri alabilmesi için çok şey yapmıştır. Mesela kadın-erkek eşitliğine farklı bakar. Kadının fizyolojik bakımdan erkekten farklı olduğuna inanır. Bununla beraber kadının sosyal hayatın dışında bırakılmasına şiddetle karşı çıkar ve çözüm önerilerinde bulunur:

“Kadının toplumda layıkıyla yer alması gerektiğini savunur. Ahmet Mithat, İslamiyet’in kadına tanıdığı haklar Türk kadınına verilmiş olsaydı, feminizmin Osmanlı toplumundaki olumsuz etkileri görülmeyecekti, anlayışındadır. Eserlerinde, İslam Hukuku’nun Batı’ya göre kadına daha çok haklar verdiğini delilleriyle savunur. “(Okay, O. 1979, s. 41-42) Batı’nın kadına bakışını şöyle dile getirir: “Ayrıca Batı kadınına karşı gösterilen saygının gerçek olmadığını, bir menfaatin, bir gönül eğlencesinin olduğunu savunur.” (s.180)

Çağdaşlarından onu ayıran en önemli farkın, referans farkı olduğu kanaatindeyim.

Tüm bu gelişmiş fikirlerine rağmen, Prof. Nüket Esen, “Türklük Bilgisi Araştırmaları” adlı dergide, Ahmet Mithat Efendi’nin, geleneksel düşünce yapısına bağlılığına vurgu yaparak onu eleştirir:

“Bu kitabın ilgi çekici yanı da Ahmet Mithat’ın bu eseri bir kadın yazarı halka daha iyi tanıtmak için kaleme aldığını söylemesine rağmen, kitapta Fatma Aliye’nin yazar ve kadın hakları savunucusu tarafına hiç değinmemesidir. Bir babanın kızını anlatması gibi Fatma Aliye’nin ne kadar üstün zekâlı bir çocuk olduğunu, ne denli meraklı ve parlak bir genç kızlık dönemi yaşadığını anlatır. Kocasının baskısına uzun süre boyun eğmesinden de, geleneklere uyduğu için, adeta sitayişle bahseder. Faik Paşa’nın eşinin roman okumasına itiraz edişinden bahseden Ahmet Mithat şöyle der: Faik Paşa romanları yırtıp atmaya kadar bile davranmış. Bu hal Aliye Hanımefendi’nin düşüncelerine uygun düşmemekte ise de pederinden sonra zevcine hürmet ve itaatle kendisini mükellef bilmesinden dolayı, sesini çıkarmayarak, romanları ortadan kaldırmış.” (Esen, 2000, s.76)

Fatma Aliye, bu romanlarında idealize ettiği güçlü kadın karakterleri aracılığıyla, o günün dönüşüm ve dolayısıyla değişim ile yüzleşen kadınlarına sosyal içerikli mesajlar vermiştir. Kendi yetiştiği kültürel ve fikirsel dünyası çerçevesinde görüşlerini açıklama konusunda cesur davranmıştır. Fatma Aliye’nin eğitim hayatına, okuduğu eserlere ve yazdığı eserlere baktığımızda çok üst düzeyde bir bilinç, birikim ve bu birikimin getirdiği radikal kararların, önce kendi hayatında uygulamaya konulduğunu gözlemliyoruz. O, bir yanda kendi havuzunda toplanan bilginin sindirilmesi gayreti içindeyken, diğer yanda yaşadığı dönemdeki diğer çoğunluğu teşkil eden kadınlara haklarını savunmada, önder olmuştur. Dikkatimi çeken diğer bir husus ise Osmanlı toplumunda yaşayan her sınıftan kadının sorunlarına, aynı ölçüde değinmediği veya değinemediği, romanlarındaki kadın kahraman tiplemelerinden belli oluyor. Köylü ve kentli kadının ortak sorunları olmakla birlikte, farklı yaşam tarzlarından kaynaklanan farklı problemlerin olması kaçınılmaz. Fakat Fatma Aliye’nin yazılarında, kırsal kesimdeki kadından çok kentli kadına hitap ettiği görülür. Bu ayrımın bilinçli olarak yapıldığını iddia etmemiz zor. Daha doğrusu, bu durumu o günün şartlarında değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Kadının sosyal hayattaki yerinin tartışmasının bile yapılmadığı bir düzen içinde öncelik arz etmeyen bir durum diyebiliriz.

Fatma Aliye Hanım, kadınların sorunları için verdiği mücadelede, kadınların temel problemleri olan; kadın-erkek eşitliği, kadının gerektiğinde çalışabilme özgürlüğü, eğitimi, evlenme şekilleri, çok evlilik, İslam’da kadının yeri, sosyal hayatta görünür bir şekilde rol alabilme ve boşanma gibi konulara yer vererek romanlarında toplumun tüm fertlerine seslenmiştir. Romanlarındaki kadınlardan da anlaşılacağı üzere; ayakları yere basan, ne istediğini bilen, kendi tercihleri ve kararları ile hayatlarını idame ettiren, tüm bunları gerçekleştirmek için olağanüstü mücadele eden kahramanlar olarak yer alırlar. Romanlarındaki genç kızlar ve kadınlar yazarın mesajlarının merkezindedir. Onların yaşadıkları ortam içindeki sorunlarına değinirken özellikle evlilik öncesi ilişkiler, aldatılma, yalnızlık, kadının çalışması, aşk, sanat, evlilik gibi tüm konulara çözüm odaklı yaklaşımlar dikkat çekmektedir. Kitaplarında kadın sorunlarına çözüm bulmada izlediği fikrî dokunun İslam referanslı olduğunu açıkça görmek mümkün. Bugüne kadar kadınların meseleleri ile geleneksel bir anlayışla erkekler ilgilenmiştir. İlk defa toplumsal boyutta, “kadın sorunları” aydın kadınlar tarafından ele alınmaya başlanmıştır. Kendisinden önce babası Ahmet Cevdet Paşa kadınların sorunlarına İslam kaynaklarına dayanarak farklı ve modern dünyaya yakın çözümler getirmiş ve bunları bazı kitaplarında dile getirmekten çekinmemiştir. Fatma Aliye’nin eğitim sürecinde babasının bu fikirleri adeta birer yol haritası olmuştur.

Kadınların haklarının elinden alınmasını, İslam Hukuku’nun gerçek manada bilinmemesine ve uygulanmamasına bağlı olduğunu yer yer vurgular. İyi bir hukukçu ve ‘Mecelle’nin müellifi olan babası Ahmet Cevdet Paşa ile hukuki konularda uzun çalışmalar yapmış, müzakerelerde bulunmuştur. Bu sebeple, yazdığı makaleler, romanlar ve incelemelerde görüldüğü üzere İslam’da kadın hukuku mevzuunda oldukça yetkin görünüyor. Kadın-erkek eşitliği konusunu, bir çatışma konusu olmaktan çıkarıp “insan eşitliği” çerçevesinden bakılarak çözülebileceği kanaatindedir. O dönemdeki modernleşme hareketlerine bakıldığında iki görüş öne çıkmaktadır. Gelenekçiler ve Batıcılar diye ikiye bölünen bu yaklaşımların birleştiği ortak kanaat “iyi bir eş” ve “iyi bir anne” olma konusudur.  Aliye Hanım’ın da, romanlarında ve bazı makalelerinde altını çizdiği ve önemle üzerinde durduğu nokta olan Tanzimat’ın ilanıyla kadınlara verilecek eğitimin niteliği konusu yeni bir tartışmayı beraberinde getirmiştir. “Kadın Batılı bir tarz içinde mi, yoksa geleneksel bir anlayış içinde mi eğitilmelidir?” sorusu fikir ayrılığına yol açmıştır. Fatma Aliye ise geleneksel-modern sentezinde kadının eğitim görmesinden yanadır. Kadının eğitimini önemle savunur. Bununla birlikte nitelik ve içerik açısından kendi tarihi ve toplumsal değerlerinden kopuk, öykünmeye dayalı bir eğitimin benimsenmesine karşıdır. Bir toplumun yapı taşını oluşturan kendi öz değerlerinden uzak eğilimlerin, zamanla kadına vereceği zararı sık sık dile getirir. Fatma Aliye, Batılı eğitim tarzının kadına kültürel anlamda geniş bir vizyon kazandıracağı görüşündedir. Lâkin Avrupa kadınını sadece dış görünüşü ile taklit etmekten öteye gitmeyen kadınlarla derdi vardır. Yazılarında ve sohbetlerinde sürekli bu yanlışın altını çizer. Modernliğin içini taklit ile dolduranlarla mücadele eder bir anlamda. Kısaca iki kültürün de iyi ve faydalı taraflarının benimsenmesinden yanadır.

Kadınların eğitilmesi ve istifade edebilmeleri amacıyla yazdığı “Taaddüd-i Zevcat Zeyl” adlı eserinde iyi bir eş ve anne olmanın özellikleri, tarihte örnek olmuş kadınların hayatlarından verilen örneklerle güçlendirilmiştir. Bu muhafazakâr görünen anlayışın yanında kadının, daima ekonomik ve sosyal hayatın bir parçası olması gerektiğini savunmuştur. Aileyi çok önemsiyor ve toplumun en önemli yapı taşı olduğuna vurgu yapıyor. Modernleşme sürecinde, kadının iyi bir şekilde eğitilmesi ve insanlığa faydalı nesiller yetiştirebilmesi için bunun zaruri olduğunu savunur. Erkek ve kadın ilişkilerinin de hangi boyutta olduğunu gösteren şu diyalog ilginçtir. Barbarosoğlu’nun “Uzak Ülke” adlı biyografisinde Fatma Aliye, kadın ve aile meselelerinde döneminin erkeklerinin fikrî seviyelerinin düşüklüğünden söz ederken kendisiyle mülakat yapmaya gelen Türkçülüğün öncülerinden Yusuf Akçura ile yazar ve gazeteci olan Fatih Kerimi’ye hitaben ümitsizliğini şu sözler ile dile getirir:

“Bizim erkeklerimiz Avrupa darülfünunlarında okuyorlar, profesörlük dereceleri alıyorlar, Kant ve Auguste Comte’lardan daha ileri filozof oluyorlar; yalnız iki konuda fikirleri değişmiyor, olduğu gibi kalıyor. O da tesettür ve taaddüdi- zevcat meseleleridir. Ne kadar temeddün kazanırlarsa kazansınlar, Müslüman kadınlarına hukuk ve hürriyet vermeye yanaşmıyorlar. Müslümanlara birden fazla kadın almayı mümkün kılan fikirleri değişmiyor, olduğu gibi kalıyor. İşte bunun için, erkeklerin kadınlar hakkındaki fikirleri düzelmedikçe, bizde erkeklerle kadınların bir araya gelmesi mümkün olmuyor. Erkeklerimiz kadınların huzurunda kendilerine hâkim olamıyor. İstanbul’da, kadınları aralarına, salonlarına kabul edebilecek kaç erkek vardır bilemem. Lâkin çok az olduklarına şüphem yoktur.”  (Barbarosoğlu, 2010, s.126)

Reformcu bir İslam düşünürü olan Fatma Aliye, günümüz kadın sorunları konularına kendini adayan düşünür ve aktivistleri de ikiye bölmüştür. Bir kısım, Fatma Aliye Hanım’ın “feminist” bir kadın yazar ve eylemci, bir kısım da “reformist İslamcı” bir düşünür olduğu konusunda ısrar ederler. Aslına bakılırsa ilk bakışta her iki anlayış da haklı görünmekle birlikte, Fatma Aliye’nin fikrî yapısı, hayat tarzı, tercihleri ve hayatını uğruna feda ettiği değerleri hem romanlarında hem de bazı makalelerinde çok net ve açıkça ifade edilmiştir. Modernleşme kavramını benimserken, diğer birçok aydın kadından farklı olarak, yerli değerleri dışlamadan nasıl gelişilebileceği üzerinde çok çalışmış ve bu konu mücadelesinin odak noktasını oluşturmuştur. Dolayısıyla Fatma Aliye’nin fikrî dokusu, hem yaşadığı dönemdeki aydınları, hem de günümüz aydınlarını, kendisi hakkında bir ikileme düşürüyor doğal olarak. Görüyoruz ki, insanlık tarihi kadar eski, neredeyse her zaman uygulanan bir “bizden” çatışması Fatma Aliye üzerinde de uygulanıyor günümüz aydınları tarafından. Böylesine zorlu bir dönem ve süreçte, “Bir Kadın”ın verdiği mücadele ve kadınların sorunlarını çözmedeki o kutsal emek, sadece kadınların değil insanlığın ortak mirası niteliğindedir. Maalesef bu ayrıştırma kültüründen Fatma Aliye Hanım da fazlasıyla payını alır. Ayrıca, modern bir İslamcı aydın olan Fatma Aliye, Cumhuriyet döneminde Harf Devrimi’ne karşı olması ile de itham ediliyor.

Hem İslamcı ve muhafazakâr bir düşünce yapısına sahip hem de modern dünyayı dışlamadan, ondan kendi değerlerimizi kaybetmeden yararlanmayı savunan Fatma Aliye, modernleşmenin ilkesiz bir özgürlük olarak algılanmasından rahatsızlık duymuştur. Onun muhafazakâr olması, yüzünün Batıya dönük olmasına asla engel değildir. Aliye Hanım, dinin koymuş olduğu kurallardan taviz vermeyen ve o inanç sistemi içinde hayatını tanzim eden, geleneklere bağlı ve muhafazakâr bir kadın olarak öne çıkıyor. Dinle asla çatışmayan her türlü modernliği benimsemeye, hatta savunmaya açık bir anlayışa da sahip.

Ortada sanki iki Fatma Aliye vardır. Biri Aliye Hanımefendi’nin yakın çevresindeki erkeklerin kurguladığı, onayladığı bir kadın, diğeri ise Fatma Aliye’nin kendisi. Burada Fatma Aliye’nin karakterinin etkisini de görüyoruz. Oldukça mağrur, şikâyeti bir zayıflık olarak gören, insanlara mesafeli, aristokrat ve dik duruşundan ödün vermeyen bir yaradılışa sahip olması ilişkilerine de yansıyor. Dolayısıyla kendi dünyasındaki yenilikleri etrafına kabul ettirirken, incitilmemeye de oldukça özen gösteriyor. İşte Fatma Aliye’nin bu hassasiyeti, adeta fikirleri ile okuyucu arasında bir perde oluyor. Fatma Aliye Hanımefendi’nin sosyal statüsünden dolayı sorun algısının farklı olduğu da söylenebilir. Özellikle romanlarında kadın sorunlarına yaklaşımında göze çarpan, sorunları kendi toplumsal, dini ve kültürel değerleri çemberinde çözmesidir.

Tüm bu niteliklere ve başarılara rağmen, Fatma Aliye’nin yeterince tanınmaması düşündürücü ve üzücü bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Kendisi de babası Ahmet Cevdet Paşa gibi İttihat ve Terakki’ye karşıdır. Başlangıçta babası Ahmet Cevdet Paşa, Aliye Hanım’ın hayatında hem yol açan, itibar kazandıran olmakla birlikte, sonrasında babasının fikirlerinin İttihat ve Terakki’ye ters düşmesi sebebiyle oldukça zor bir dönem geçiriyor. Bu durum, Fatma Aliye’nin hayatının son dönemlerinde dramatik bir hal alıyor. Aslında bu tür itibarların, mevkilerin peşinden giden ve bu yolda varlığını ortaya koyan bir şahsiyet olmayan Fatma Aliye, Osmanlı’nın dönüşüm sürecinde geçirdiği sancıların fazlasıyla idrakinde olması sebebiyle çok acılı ve hüzünlü bir hayat yaşıyor.

Sonuç:

Tanzimat döneminin en çok tartışılan konularından biri olan “kadın sorunu” için verdiği mücadeleyi Fatma Aliye’nin şahsi hayatında ve eserleri aracılığıyla fikirlerinde görebiliyoruz. Fatma Aliye’yi, Osmanlı’nın modernleşme sürecinde ‘kadın sorunu’nun her cephesinde görebiliyoruz. Yaşadığı dönemde Avrupa’da, feminist hareketlerin en yükselişe geçtiği süreç olması sebebiyle, bugünden bakan bir kısım düşünürler nezdinde feminist olarak nitelendiriliyor. Aslında Fatma Aliye’nin şahsında hem yüzyıllar boyunca süren geleneğin çok radikal bir dönüşümünü hem de bu dönüşümün izdüşümlerini aydın bir Osmanlı kadını gözüyle gözlemleyebilme imkânı buluyoruz. Özellikle romanlarında öne çıkan kadın kahramanlar birer çözüm örnekleridir diğer kadınlar için. Fatma Aliye Hanım’ın eserleri incelenirken yaşadığı zaman dilimi ve mekân doğrultusunda değerlendirilmeli, bugünün bakış açısı ile bakmak haksız ve yanlış bir sonuca götürür bizi. İyi yetişmiş bir entelektüel, inandığı değerler için mücadele veren ve kadınların temel haklarını elde edebilmeleri için ömür boyu uğraşan, ender görülen bir şahsiyet. Yaşadıkları, yaşarken şahit oldukları, toplumun değişim ve dönüşümü karşısında kendi içinde –ülkesinde– bile bile yalnızlığa gömülen bir annenin, bir yazarın dramı.

Dönemi itibariyle Fatma Aliye’nin fikrî ve ruhî dünyasına yeterince vakıf olmak zor görünüyor. Zira biyografisinde anlatılmaya çalışılan Fatma Aliye, bir hayli mağrur ve her düşündüğünü kolaylıkla paylaşmayan, tabir yerindeyse bir konuşup bin dinleyen bir hanımefendi. Yaşadığı dönem, yetişmesi ve çevresinde olup bitenler, onu kaleminden ayrı düşürür, aldığı bir kararla çok sevdiği kalemini bir kenara atar. Fatma Aliye, yazmaya, röportaj vermeye ve görüşmeye kapılarını kapatır. Yazarın ifadesiyle:

“Vatanın içinde şimdi uzak bir ülkeye dönüşmüştü. Onca emek verdiği vatanına ait olamıyordu. Vatanından bir parça olamıyordu.” Geçmişin top yekûn yok edilmeye çalışıldığını düşünüyor ve kendi ifadesiyle diyor ki: “Maziyi yıkmadan istikbali hazırlamak. İnkâr değil, ikmal. Geçmiş ile ilişkinin her zaman gelecek ile ilişki kurmak olduğunu keşke kabullenebilmiş olsalardı.” (Barbarosoğlu, 2010, s.158-159)

Şöyle devam ediyor:

“Hatırlamak ne belalı bir ülke. Hatırlananlar ile yaşananların arasındaki mesafe, her hatırlanışta yeniden mi açılıyor? Ölüm bütün mesafeleri kapatır sanmıştı. Ölümün kendisi mesafe koyan iken mümkün mü?” (s.175)

Bu kadar çetin bir dönemde, bu denli radikal kararlar alabilen, hatta daha da ileri giderek inandığı doğrular için mücadele eden ve bu uğurda çok bedel ödeyen, entelektüel, aydın bir kadının bu süreçteki kendi içsel yolculuğundaki gelişim ve dönüşümleri anlayabilmek ne kadar mümkün acaba…

  1. yüzyıl sonlarında, Osmanlı toplumu iki farklı medeniyet arasında kalmıştır. Fatma Aliye ise, roman ve makalelerinde, yenilikler ile gelenekleri sentezleyerek, kahramanlarını tercüman ederek, toplumsal sorunlara ışık tutmaya çalışmıştır.

Fatma Aliye’nin mezar taşı ve yazısı, iki kültür arasında kalmış bir toplumun aynası olmuştur adeta…

Bu yazı 2012 yılında …. ‘da yayınlanmıştır.

Künye:

Kitabın Adı: Fatma Aliye: Uzak Ülke

Kategori: Biyografi-Roman

Yazar: Fatma K. Barbarosoğlu

Yayınevi: Profil Yayınevi

Basım Yeri ve Tarihi: İstanbul, 2010, 4. Baskı

 

Kaynaklar:

– Barbarosoğlu, F.K. (2010).  Uzak Ülke. İstanbul: Profil Yayıncılık

– Esen, N. (2000) “Bir Osmanlı Kadın Yazarın Doğuşu”, Journal of Turkish Studies – Türklük Bilgisi Araştırmaları, Agâh Sırrı Levend Hatıra Sayısı I, Vol. 24, Cambridge

– Mithat, A. (2011). Fatma Aliye “Bir Osmanlı Kadın Yazarın Doğuşu”. Çeviren: B. Ermat. İstanbul: Sel Yayıncılık

– Okan, K. Türkiye’deki Yabancı Okullar Üzerine Bir Çalışma, 1971

 

Reyhan Gürtuna
+ Son Yazılar