Genel anlamı ile sınır, “ötesine” geçilebilen bir alan veya hacmin başlangıcı veya sonuysa, bu boyuttan farklı olanla belirgin bir ayrımı ifade eder. Bu durumda sınır bir ayraçtır. Ancak “ötesi olanın sınırı yoktur” gibi bir önerme ile başlangıç, bitiş ve ayracı olmayan sınırsız bir kesintisizlik veya “sınırlı olanın ötesi yoktur” önermesi ile mutlak ama kesintili (başlangıç ve bitişli) bir bütünlük iddiasında bulunabiliriz.
Sınır, muğlak olmayan ve mutlak bir karşılığı olan bir kelime gibi algılanmasına karşın, kesinlik ve belirliliğe çok olanak vermeyen bir anlam çeşitliliği ve zenginliği ile derinlemesine sorgulamamız gereken bir kavramdır.
Bu sorgulamayı hem içinde yaşadığımız Evren üzerinden, hem de zihnimizin sınırlarına dokunmaya çalışarak yapma teşebbüsünde bulunacağız.
Evrenin Sınırları
İnsan, ilk çağlardan bu yana Dünya ve Evrenin sınırları ve büyüklüğü konusunda hemen her zaman yanılmıştır. Dünya’yı düz bir ova anlayışı ile algılayan ve ufka yürüyünce yıldızlara ulaşabileceğini düşleyen insanın devrimsel dönüşümleri ve binlerce yıl süren yanılgılarından kurtulması, gözlem, ölçüm ve bilinen veya kabul gören anlayışları risk alarak terk etme cesareti ile sınır ve boyut kavramlarını güncellemesi sayesinde mümkün olmuştur.
Ptolemy’nin 2. yüzyılda yazdığı Dünya Merkezli Evren Modeli 1600’lü yıllara kadar kabul görmüş ve Avrupa üniversitelerinde okutulmuştur. Neredeyse 1400 yıl süren bu yanılgıya son veren Kopernik’in güneş merkezli modelini kabul etmek pek kolay olmamıştır. Dogmatik anlayışların hükümranlıkları Evrenin sınır, boyut ve işleyişi hakkında söz söyleme yetkisini kendi iktidar alanları içinde görmüş aksini savunanlar işkenceden geçirilmiş, meydanlarda yakılmıştır.
Ancak yaşadığımız yüzyıla kadar süren bu yanılgıları anlamak için çok gerilere gitmeye gerek yoktur. Kopernik’ten neredeyse 400 yıl sonra bile bu yanılgılar büyük ölçüde devam etmiştir.
1920 yılının Nisan ayında Amerika’nın saygın bilim kurumlarından Smithsonian Enstitüsü’nün Doğal Tarih Müzesi’ndeki bir oturumunda Evrenin büyüklüğü ve sınırları tartışılır. Sonraları “Büyük Tartışma” adıyla anılacak ve bilim tarihine geçecek olan bu oturumda devrin saygın astronomlarından Harlow Shapley ve Heber Curtis’in Evrenin büyüklüğü ve sınırları üzerindeki sunumları o zamanki tahminler ve bilgi birikimi hakkında en önemli veri kaynaklarından birini oluşturmaktadır.
Bugünkü bilgilerimiz ışığında her iki astronomunda büyük ölçüde yanıldığını gördüğümüz tahminler o kadar yanlıştır ki, 1900’lü yılların başında bile, en saygın bilimsel kurumların ve en önemli bilim adamlarının dahi Evrenin sınır ve büyüklüğü konusundaki bilgileri, Mezopotamyalılar, Mısırlılar, Yunanlılar gibi antik uygarlıkların astronomi bilgilerinden pek farklı değildir.
Shapley, gördüğümüz gökyüzünü içine alan galaksiyi tüm bu uygarlıklar gibi evrenin tamamı zannediyordu. Curtis’e göre ise Evrenin sınırları sadece 30 ışık yılı kadar, yani bugün oldukça yakın sayılabilecek bir yıldız olan kutup yıldızına olan mesafemizin (434 ly) yaklaşık 15’de biri kadardı.
Devrin teknolojik imkânları ve veri eksikliği nedeni ile bu yanılsamaların çok normal olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira içeriden ve sınırlı bir gözlemle Evrenin boyutlarını tahmin etmek hemen hemen imkânsızdır. Bu tartışmadan 3 yıl kadar sonra Hubble’ın 1924 yılında yaptığı gözlemlerle yeni bir dönem açılmış ve yaşadığımız galaksinin Evrenin tamamı olmadığı ve milyarlarca galaksiden biri olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca Evrenin statik bir yapısı olmadığı ve genişlediği hesaplanmıştır. Daha sonra kaydedilen teknolojik gelişmeler, teleskoplar ve uzay çalışmaları sayesinde, Evrenin yapısı ve boyutları konusundaki bilgilerimiz tamamen değişmiş ve şaşırtıcı büyüklükte sonuçlara ulaşılmıştır.
Bugün tartışmalı da olsa büyük ölçüde kabul gören kozmolojik anlayışımız 13,8 milyar yıl önceki başlangıcı temel alan Büyük Patlama kuramına göre temellenmiştir. Buna göre genişleme nedeniyle 93 milyar ışık yılı kadar olan ve “görünebilir evren” olarak adlandırılan bir büyüklük ve boyuttan söz etmekteyiz. Bu büyüklük yukarıda sözü edilen 1920 yılındaki tartışmada belirtilen en yüksek tahmin olan 300.000 ışık yılının 300.000 katıdır. Başka bir deyişle, İnsan, Evrenin ölçüsünü 96 yıl öncesi yaptığı tahminin üç yüz bin misli olarak güncellemiştir.
Son yıllarda bu boyutun sonsuz olabileceği konusunda da görüşler vardır. Görünebilir Evrenin ufkundan itibaren ise hiçbir zaman görme ve temas imkânımızın olamayacağı bir bölüm karanlıkta kalmaktadır. Zira buradaki yıldızlardan ve nesnelerden gelen fotonlar genişleme nedeni ile hiçbir zaman bize ulaşamayacaktır. Evrenin sınır ve büyüklüğü konusunda tartışmalı da olsa belli bir bilgiye ulaştığımız söylenebilir. Ancak kaydedilen önemli gelişmelere rağmen Evrenin yapısı hakkındaki bilgilerimiz halen çok sınırlıdır.
Evrendeki kütle yapısının, bildiğimiz fizik yasaları ile açıklanabilmesi için gözlenebilen ve ölçülebilen kütleden çok daha fazlasının olması gerektiği saptanmıştır. Henüz hakkında hemen hiçbir şey bilmediğimiz bu enerji/kütleye Karanlık Madde adı verilmiştir. 1990’lı yıllarda yapılan çalışmalarda beklenmedik bir şekilde Evrendeki genişlemenin hızlandığının saptanması işleri daha da zorlaştırmıştır. Hızlanmaya sebep olan ve Kara Enerji ismi ile anılan bu enerjinin yapısı hakkında da hemen hemen hiçbir bilgimiz yok. Bugün kabul edilen standart modele göre, galaksilerin, yıldızların ve bilinen tüm nesnelerin Evrenin sadece % 5’ini teşkil ettiği, geriye kalan % 95’lik bölümünün, hakkında hemen hemen hiçbir bilgi sahibi olmadığımız Karanlık Madde (% 27) ve Karanlık Enerjiden (% 68) meydana geldiği düşünülmektedir.
Fizikçilerin ve astronomların önünde Karanlık madde ve Karanlık enerji gibi çözülmemiş önemli kozmoloji problemleri vardır. Evrenin sınırları ve boyutları hakkındaki bilgilerimiz bu problemlerin çözülmesi doğrultusunda değişebilir. Büyük Patlama kuramı önemli ölçüde test edilmekle birlikte halen kuramsal düzeyde ve tartışmalı olarak kabul edilmektedir. Bu kuramın değişikliklere uğraması veya çoklu evrenler gibi karşıt kuramların dayanak bulması ile mevcut Evren anlayışımızın kökten güncellenmesi de mümkündür.
Düşünce Evrenimiz ve Sınırları
Evrenin sınırları hakkındaki bilgi birikimimiz gözlem, ölçüm, matematik modeller ve bilimsel yöntemle kazanılmıştır. Düşünsel ve zihinsel alanda sınır kavramı ise hareket alanı bilime göre daha geniş ve esnek olan felsefe, mantık, teoloji ve politika gibi disiplinlerin platformlarında ele alınmıştır. Gökler ve Evren, Tanrısal otoritenin mekânı olarak kabul edilmiş ve öncelikli olarak ele alınmıştır. Bu yüzden olmalıdır ki 17.yüzyıla kadar siyasi ve dini otorite gökler hakkında konuşma yetkisini kendisinde görmüştür. Ortaçağ geleneğindeki Dünya merkezli ve sınırlı bir Evren modeli, beynimizin de çalışma ve sınırlarını dar bir alana sıkıştırmıştır. İster monarşik, ister dinsel bir kurum olsun merkezi otorite Evrenin merkezini temsil ederken, özgürlükleri kısıtlanan kitleler, bu merkez etrafında itaate zorlanmıştır. Devrimsel dönüşümler Kopernik, Kepler, Newton, Galileo gibi bu sınırları tanımayan düşünsel önderler sayesinde gerçekleşmiştir.
Bir bezelye büyüklüğünden akılları ve sonsuzluğu zorlayan bir büyüklüğe ulaşan bir hacmin boyut ve sınırlarını anlamaya çalışan insan zihni, binlerce yıl süren çabaları ile aynı zamanda kendi sınırlarını sınamakta ve deneyimlemiş olmaktadır. Mevcut bilgilere göre, Evrenin ne bir merkezi, ne de belirgin bir sınırı vardır. Merkezî bir Tanrı otoritesi olan ve sınırları belirli bir Evrende, edilgen ama belirliliğin ve sınırlılığın verdiği düşünsel rahatlıktan başı, sonu ve merkezi olmayan bir Evrene atılmak çok zor olmuş ve kolay kabullenilmemiştir.
Bugün bile merkezsiz ve sınırsız bir evren kavramı çok zorlayıcıdır. Astronomi ve kozmolojide en çok sorulan sorulardan biri, “Evren genişliyor ise neyin içine genişliyor?” sorusudur. Evrenin bir şeyin içerisine genişlemediğini, kendi sınırlarını kendisinin tayin ettiğini veya kendisinin var ettiğini anlamak beynin sınırlarını zorlamaktadır.
Bu belirsizlik ve başlı başına problematik bir konu olan sonsuzluk kavramı içinde ilerleyen ve bocalayan beynin kıvrımları sanki kendinin sınır kavramı ile açılarak veya kapanarak evrilmektedir.
Formlar ve Sınır; Sınır kavramını belirsizlikler ve açıklıklar üzerinden ele almanın zorluğu bu kavramı formlar üzerinden açıklama eğilimini doğurur. Topografik olarak, iç ve dış veya dâhil ve hariç olarak birbirinden yalıtılmış alan ve hacimlerde sınır kavramı bu ikisi arasında oluşur. Böyle bir yalıtımdan bahsediyorsak “arada olanın” sınır değil “ayraç” olduğu söylenebilir. İç ve dış veya dâhil ve hariç gibi bir ayraç geometrisinde sınır kavramı kolaylaşır ama yapaylaşır da. Zira burada bir sınır ve sonlama değil bir bölme işlemi söz konusudur.
Gerçek bir yalıtımdan söz edilebilir mi? Kesin bir sınırdan söz edebilmek için, içten ayrı bir dış veya dâhilden ayrı bir hariç olması ve mutlak bir kesintinin olması gerekir. Sınırları böylesine kesin ve mutlak bir iç ile sınırları kesin ve mutlak bir dış olması hâli, doğa ve Evrende gözlenebilen bir durum değil. Her şey birbiri ile ilişikte. İlişikte olma hali yalıtımın da olmadığını gösterir. Laboratuvar ortamında belli bir ölçüde yapay olarak yalıtımlı ortamlar ve bu ortamlar arasındaki sınır belirgin bir şekilde tanımlanabilse bile, bu tanım sınırların ancak yapay olarak oluşturulabileceğinin göstergesidir. Üçgen, dörtgen, prizma gibi geometrik boyutlar da, sınırları yapay olarak oluşturulmuş ve belli kurallar dâhilinde çalışılabilir ve anlaşılabilir hale getirilmiş düşünsel alan ve hacimlerdir.
En yalıtılmış kavramlar yokluk ve hiçlik olmalıdır. Zira her iki durumda da dil ile ifade edilebilecek veya aktarılabilecek bir konu yoktur. Var olma sınırının bittiği veya başladığı yer “var” ise burası yokluk olmalıdır gibi gözükmektedir. Ancak yokluk ,”olması” mümkün değildir. “Olabilecek” bir yok yoktur. Bu kavramı anlamına en çok yaklaşan ifadeyi veren kelime, tek başına cümlesiz kullanılan bir “yok” kelimesidir. Bunun ötesinde dilin düşmesi sözün susması gerekir. “Yok” kavramı kuralların çalışmadığı bir alan olarak fizik bilimi açısından da sorunsal bir kavramdır. Olmayan bir “yok “un, bir sınır, başlangıç veya bitiş noktası olarak ele alınmasının sorunları ortadadır.
Elde olanı terk ve soyutlama yolu ile veya değilleyerek bilinenden mesafe almak ve hiçliğe yaklaşmak olanaklıdır. Bilineni terk cesareti ve bilinmeyene merak ve ilgi, bilinenin sınırlı ve tam olmadığının farkında olunması halinde mümkündür ve sınır yıkıcıdır. İlk defa görülenlerin seyrini yaşatır.
Bir form olarak Dünya’nın sınırları; Geometrik bir küre olarak, Dünya’nın sınırlarını basit bir formül ile bulabiliriz. Ancak ilintili olduğu Evrenle karmaşık bir ilişki yumağı içinde Dünya’nın sınırlarını bir formül ile belirlemek mümkün değildir.
Atmosfer, Dünya’nın dışında konumlanmış gibi gözükse de yerkürenin bir uzantısıdır. Dünya’nın merkezinden gelen volkanik püskürmelerden, minerallerin kimyasal reaksiyonları ve salınımlarına, okyanuslardaki ısı farklarının etkilerinden, meteorolojik devinimlere kadar, Yerkürede olup biten her şey atmosferin içeriğinde oluşur veya yer alır. Bütün bu doğal etkilerin ve karışımların yanında, Dünya üzerindeki tüm bitki örtüsü, insanlar, hayvanlar ve canlıların oksijen ve karbondioksit salınımı, atmosferin temel bileşiklerini oluşturur. İnsan faaliyetlerinin dahi önemli bir katkısı olduğu atmosfer, tarih boyunca sabit bir yapı olarak değil, yerküre ile etkileşimli olarak birlikte oluşmuştur.
Bu yüzden Dünya’dan ayrı düşünülemez. Nefesimiz bizden ne kadar ayrı ise, atmosfer de Dünya’dan o kadar ayrıdır.
Bunun yanında gözle görülemeyen ancak binlerce km’lik bir alanda kozmik ışınları süzen ve Dünya’daki yaşamın şekillenmesinde önemli rolü olan Magnetosfer, Van Allen kuşağı gibi manyetik alanlar da Dünya’nın ayrılmaz bir parçasıdır. Zira bu alanlar yerkürenin çekirdeğindeki plazmanın elektrodinamikleri sonucu oluşurlar. Ayın etkisi okyanusların seviyelerini etkilerken, Dünya’nın çekimi de binlerce kilometre uzakta etkilidir.
Bütün bu ilişkilerden bağımsız ve yalıtılmış olarak pi sayısı çap kare formülü ile hesaplanan dünya çevresi, yapay ve geometrik bir sınırdır. İlişki bütünlüğü ile alındığında uzayla aramızda sınır yoktur
Benzer şekilde bir ağacın, gövde, dal ve yapraklarının geometrik boyutlarını belirlemek mümkündür. Ancak bu boyutların yalıtılmışlığından sıyrılıp, kökleri toprak ve suyla, güneşi yapraklarla, yapraklardan salınan oksijeni hava, bulutlar ve yağmurla ilişkili olarak gördüğümüzde, ağacın üzerinde yeryüzü ile gökyüzü arasında kesintisiz bir devran ve dönüşümün gerçekleştiğinin farkına varırız. Ağaç bu şekilde tüm devinimleri ile evrenle ilişki bütünlüğünde görüldüğünde, boyutları geometrik sınırların ötesindedir.
Bir mumyanın sınırları belirlenebilir, ölçü ile ilgilidir ama bir canlının sınırlarını cetvelle ölçmek pek olanaklı değildir.
Sınırlar, Geçişler ve Dönüşümler; Aynı maddenin farklı halleri arasında bir sınırdan bahsedebilmek olanaklı mıdır? Su sıfır derecede donar, yüz derecede kaynar ifadesi, suyun sıvı halde kalabileceği fizikî aralığı tanımlar. Ama gerçekte, dışardan gelen bir etkinin, ısının suda yaptığı değişimi veya suyun ısıya buz, sıvı ve buhar olarak verdiği tepkiyi gösterir.
Bir tür halden hale geçiş diyebileceğimiz bu geçişli durumlarda, aynı maddenin sıvı, buz ve buhar gibi farklı halleri söz konusudur. Dönüşümler ise halden hale geçişten farklıdır.
Dönüşen, dönüştüğü şeyden hem yapı hem özellik itibarı ile farklıdır. Karbonun oksijene, oksijenin demire dönüşmesi gibi.
Elementlerin hepsinin farklı proton, nötron ve elektron sayısı vardır ve bütün elementler tek bir hidrojen atomunun nükleer ve termal dönüşümleri sonucu oluşmuştur. Karbondan demire, uranyumdan altına hemen tüm elementler yıldızların içinde veya süpernova patlamalarında ortaya çıkan çok yüksek sıcaklıklarda oluşan sentez ve füzyonlarla meydana gelmiştir.
Dönüşme ve hal değiştirmenin gerçekleşmesi için gereken etki aralıkları ve şartları, sınır kavramı ile örtüşmez. Bu noktalar sınır gibi bir kesintiyi değil değişimin gerçekleşeceği “geçiş “değerini ifade eder. Su 100 derecede buhar haline geçer. Burada yüz derece bir sınırı değil, bir geçişi ifade eder. Yıldızların içindeki nükleer tepkimeler yeterli zaman ve yükseklikte ısıyı sağlayınca karbon, geçişli olarak oksijene ve giderek demire dönüşür.
Burada sınır ve kesinti değil, geçişli bir akış veya seyir sayesinde, serbestçe gerçekleşen değişim ve dönüşümlerin sonucu zengin farklılıklar ortaya çıkar. Bu önemlidir, zira “ilişki” aynılaştıkça azalır, farklılaştıkça artar. Aynılıktan farklılığa geçişler, bir tür evrensel cinsellikle, ilişki ve üretim çokluğunu ve giderek çeşitlilik ve zenginliği doğurur.
Evrendeki tüm elementlerin ve türevlerinin ve giderek çeşitliliğin, tek bir proton ve tek bir elektronla, bilinen en basit element olan hidrojen atomundan gelmesi, akılları zorlayan üretkenlikteki bu kozmik cinselliğin göstergesi olmalıdır.
Evrende gözlenen kesintisiz ve sınırsız bir ilişki zenginliği içindeki dönüşümler e = mc² formülünde özet bir bütünlükle ifade edilebilirse de, insanın, bu zenginliği hayatın içinden çıkarmasındaki zorluk, kendi ile birlikte sürekli oluşan ve değişen olağanüstü dinamik bir dengenin bütünlüğünü yaşamak ve anlamak olmalıdır.
Yetenekler (potansiyel) açısından zihinsel sınırlılık; Nesneler ve canlıların birbirleriyle ve kendi aralarındaki özellik ve yetenek farklılıkları “sınırları” kapsamında değerlendirilebilir mi?
İnsan gözü 380-760 Nanometre aralığındaki dalga boylarında görme yeteneğine sahiptir. Bu aralık haricinde dalga yayan cisimleri göremez. Baykuş, arı, kartal, yarasa gibi hayvanlar bizim göremediğimiz nesneleri görebilir veya algılayabilirler.
Bir insan 1-2 m aralığında sıçrayabilir. Bir çekirge ise boyunun 20 kat uzunlukta bir yüksekliğe sıçrayabilir. Elementlerin hepsinin farklı proton, nötron ve elektron sayısı vardır.
Çok genel bir ifade ile nesne ve canlılıklardaki farklılıklar aynı zamanda özellikleri tanımlar. Fiziksel özellik ve yetenekler, yaşanılan doğa şartları ve var olabilme koşuları ile uyumlu olarak gelişmiştir. Yaşayabilmemiz için gerekli proteini sadece gece ortaya çıkan hayvanlardan elde ediyor olsa idik, avcılık ve görme yeteneklerimiz gece şartlarına göre evrilecek ve muhtemelen gece görme yeteneğimiz artacaktı.
Buradan hareketle, fiziksel özellikler ve yeteneklerde gözlenen sınır ve farklılıkların beynimizin yetenekleri ve sınırları açısından da söz konusu olabileceği söylenebilir. Sınırlı fiziki yetenekleri olan insanın beyni, zihinsel sınırlarını geçişe açacak ve değişim ve dönüşümünü olanaklı kılabilecek içsel ve dışsal yeteneklere ve farkındalığa sahip midir?
Göz örneğini tekrar ele alırsak, insan 380-760 nanometre aralığı haricindeki dalga boylarındaki alanlarda kör olduğunu fark etmiş ve hiç görmediği bu alanlardaki bilinmezlerin, eksik olan bilgilerini tamamlayabileceğini fark etmiştir. Bu dalga boylarına hassas aletleri yaparak hiç görmediği ve bilmediği bu alana girmiş, yani biyolojik gözün sınırını aşmıştır. Bu sayede daha evvel bilgisinin olmadığı bu alanda elde ettiği bilgilerle, algı ve duyularının ötesine geçerek bilme sınırlarını artırmıştır. Somut bir örnek olarak, bugün bu yöntemle, hiç görme şansımızın olmadığı Samanyolu galaksisinin merkezi hakkında önemli bilgilere ulaştık.
Görme ve sıçrama yeteneğimizin sınırlı olması gibi, neyi ne kadar düşünüp, neyi düşünemeyeceğimizin, neyi bilebileceğimizin, neyi bilemeyeceğimizin, neyi hayal edebileceğimizin belli ve ölçülebilir sınırlar dâhilinde ele alınma olanağı var mıdır? Zihinsel sınırlar var ise, bu sınırları oluşturan koşullar, fiziksel yeteneklerimizi belirleyen çevre koşullarına uyum sonucu gibi mi ortaya çıkmıştır? Sosyal yapı, diğer insanlarla ilişkiler bu sınırları belirlemede ne kadar etkilidir?
İnsan, zihinsel sınırlarını kendi özelliğinde aslen sahip olduğu yetenekleri ortaya çıkarabildiği ölçüde mi belirler?
Bu sorular ve cevapları insana ait zihinsel özellik ve yeteneklerin, hem yeterince anlaşılması hem de ortaya çıkarılması ile ilgili bir konu olmalıdır. Her ikisi içinde sınırlı olduğumuz açıktır. Ancak insan diğer canlılardan farklı olarak zihinsel düzeyde kendisini ve çevresini dönüştürebilme yeteneğine sahiptir. Bu yönü ile sınırlarının ötesine geçme olanağı diğer canlılardan daha fazladır.
Sınır inşası ve yıkımı; Zihinsel sınırlarımız, ardında kalmayı pek de istemediğimiz ve kaçındığımız engellerden değil, aksine, çoğu zaman içten örüp, kendimizi gönüllü olarak kapattığımız duvarlardan oluşur. Hem zorlayıcı dış nedenlerle özgürlüklerin kısıtlanması, hem iç tembellikler, zihin açıklığını ve yeteneklerini etkileyebilir ve zihinsel yalıtılmışlığımızla sınırlar oluşturabiliriz.
Sınır inşasının en yetkili mimarı korkudur. Hem arketipal korkularımız, hem bastırılmıştık, hem sosyal açıklık korkusu, bu duvarı içten içe ördürür ve çoğu zaman içinde kısılıp kalırız. Çoğumuz için hiç de rahatsızlık verici bir kapana kısılmışlık duygusu yaratmaz bu. Güven ve emniyet verici bu kapalı ortam, açık ama riskli alana ağır basar ve aynı durumda olanlar birbirini olumlar. Özgürlük ve açıklık arzusu yadsınır.
Yalıtılmışlık yaşama mahsus bir konu olamaz. İnsan kendisi, çevresi ve evrenle ilişkide bulunduğu nitelikte gelişebilir. Sınırlar, merak, harekete geçme, ilişkiye girme ve yaşam coşkusu ile kırılır ve yaşama yol açılır.
Yaşam, ilgili ve ilişkili olma halidir.
Kaynakça
1- Cosmology/Carnegie; https://cosmology.carnegiescience.edu/timeline/1920
2- Hoyle, Fred; http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S138764730800081X