İnsanoğlu aklı ve geliştirdiği teknolojiler sayesinde,
artık doğa karşısında kendisini çaresiz hissetmiyor. Ancak insanın, insan
karşısında kendini emniyette hissettiğinden söz etmek de her zaman mümkün
değil. Kişi haklarını konu edinen ilk yazılı belge olarak kabul edilen
Hammurabi Kanunları’ndan bu yana neredeyse 4.000 yıl geçti. II. Dünya Savaşı
sırasında ölen insan sayısı ise Hammurabi Kanunları’nın yazıldığı dönemdeki
dünya nüfusunun neredeyse iki katı. Bu bile, kendimizi güvende hissetmek adına
daha çok yolumuz olduğunu gösteriyor. Bir taraftan kendi kendimizin kurdu
olamaya devam ederken, bir taraftan da kendimizi kendimizden koruyabilmek için
önlemler arıyoruz.
II. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan Birleşmiş Milletler
tarafından 1948’de yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, insanın
kendini kendinden koruyabilmek adına attığı ilk küresel adım sayılabilir.
Modern insan hakları belgelerinin temel referansı olarak kabul edilen bildirgede,
insan haklarının etkin biçimde korunması, tüm halklar için bir ortak başarı
ölçüsü olarak ifade ediliyor. Buna karşın, geçen 70 yılın ardından maalesef
insanlığın bu konuda başarılı olduğunu söylemek kolay değil. Dünyanın pek çok
yerinde bölgesel paylaşım savaşları sürüyor; savaş ve kriz bölgelerinde
kölelik, zorla çalıştırma ve insan ticareti devam ediyor; işkenceyle mücadele
anlaşmasını imzalayan devletler artsa da tüm dünyada işkence sürüyor; savaş,
iklim değişikliği vb. sebeplerden dolayı mülteci konumuna düşen 70 milyonun
üzerinde insan olduğu tahmin ediliyor; her yıl ortalama 3 bin mülteci
Akdeniz’de boğularak can veriyor ve insanlık üzerinde yaşadığı gezegeni kendisi
için emin bir belde yapabilmek için yollar aramaya devam ediyor.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 1. maddesi, bir
taraftan bütün bir bildirgenin ruhunu yansıtırken bir taraftan da insanın
tanımını yapmaktadır. “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit
doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla
davranmalıdırlar.” Bu bağlamda İonna Kuçuradi’ye göre “İnsan hakları,
insan onuruyla, yani tür olarak insanın azı yapısal olanaklarının değerinin
bilgisiyle ilgilidir. Bütün insanların onur ve haklar bakımından eşitliği,
insanın yapısına özgü –biri düşünsel (akıl), biri de etik (vicdan)– iki
özellikle temellendirilmeye çalışılıyor ve bu iki özellikten, insanların
birbirine kardeşçe davranması gerekliliği türetiliyor”.[1]
Şöyle ki; tüm insanlar onur ve haklar bakımından eşittir, çünkü akıl ve vicdana
sahiptirler ve tam da bu yüzden, birbirlerine kardeşçe davranmalıdırlar.
Kur’an-ı Kerim’de, yeme, içme, uyuma vb. hayvanlarla
ortak olan ihtiyaçlardan bahsedildiği zaman beşer tabiri kullanılır. Tüysüz
hayvan ve deri anlamlarına da gelen beşer ile kastedilen, kendine has
özellikleri bulunan canlı türü ya da daha spesifik olmak gerekirse, primatlar
takımının büyük insansı maymunlar familyasının Homo cinsinde bulunan tek canlı
türü olan Homo Sapiens’tir. İnsan ise diğer canlılardan bedensel özellikleri
ile değil, bilgi, düşünce, ahlak, irade gibi özellikleri ile ayrılan ruhsal ya
da kültürel varlıktır. Bilgi ve kültür unsurları söz konusuysa Kur’an-ı
Kerim’de kullanılan kelime insandır. Beşer doğanın bir parçası ve sonucudur,
insan ise kendi emeğinin ürünü olacaktır. “İnsan hakları da en temelde,
insanın insan olma olanaklarının geliştirilebileceği koşullara ilişkin talepler
getiren ilkelerdir. Ancak bu koşullar varsa insanlar, insan olma olanaklarını
geliştirebilirler. Herhangi bir hakkı insan hakkı yapan da böyle bir talebi
olmasıdır.”[2]
Bugün denetimsizce gelişen kapitalist sistem ve bu
ilişkilerin dayattığı düşünme biçiminin bir sonucu olarak bütün bir toplum
paranın ve kârın egemenliği altındadır. Diğer taraftan söz konusu egemenlik
ilişkilerini sürdürebilmek uğruna farklı kültürler arasında yaratılan
çatışmalar nedeniyle insanlık büyük acılar çekmeye devam etmektedir. İnsan bu koşullar
altında tahrip olmuş olan doğal ve insani özünü onarabilmek, hem doğayla, hem
kendisiyle, hem de toplumdaki diğer insanlarla olan yaşamsal birliğini yeniden
tesis edebilmek ve kendisini güvende hissedebilmek için, piyasa ilişkilerini
aşan bir paradigmaya ihtiyaç duyuyor.
Tin suresi, “incire, zeytine, Sina Dağı’na ve bu emin
beldeye” yemin ederek başlar ve “biz insanı en güzel kıvamda (ahsen-i takvim) yarattık”
diye devam eder.[3]
Bu ifadedeki kıvam, bir yönüyle biçim alma yeteneğine diğer yönüyle de
olgunlaşmış bir meyvenin kıvamına göndermede bulunur. Yani bir yönüyle süreci
diğer yönüyle de bu sürecin sonunda varılacak olan tadı işaret eder. Arapçada
kıvam kelimesinin diğer bir anlamı da beşerin ayakları üzerine doğrulması, şaha
kalkmasıdır. Daha önce diğer hayvanlar gibi dört ayağı üzerinde yürürken, yüzü
yere dönük iken, şaha kalkmış âleme şah olmuştur. En güzel kıvam kendi
sorumluluğunu alabilmektir.
En güzel kıvamda yaratılacak olan insan için emin belde
bir zorunluluktur. İnsanın bir diğerinden emin olduğu ve bu güveni tesis etmek için
emek harcadığı yerde insandan söz edilebilir ancak. Bu olmadığında ise insanı
bekleyen, surenin devamında da belirtildiği gibi, sefiller sefili bir duruma
düşmektir. “Biz insanı en güzel kıvamda yarattık, sonra da aşağıların
aşağısına (efsele safilin) bıraktık.”[4]
Sefiller sefili duruma düşmenin istisnası yok mudur? Sure şöyle devam ediyor: “Ancak
iman edip salih amel işleyen kimseler başka…”[5] Buradaki
salih amel, sulha, yani barışa yol açan eylemler olarak okunabilir. Yani sadece
bir kişinin ya da bir zümrenin değil tüm insanlığın hayrı söz konusuysa salih
amelden söz edilebilir ki; bir anlamda Kant’ın evrensel ahlak yasası ile talep
ettiği de budur. İman ve emin kelimeleri aynı kökten gelir. İnsanlar barışı ve
toplumsal adaleti tesis etmeye yönelik faaliyette bulunurlarsa birbirinden emin
olabilirler, emin beldeyi ve insanı inşa edebilirler. Bu aynı zamanda “bir ağaç
gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine”[6] yaşayabilmenin
de ön koşuludur. Bir ağaç gibi tek ve hür olabilmek ancak diğerleri de tek ve
hür ise olanaklıdır. Emin beldenin inşası, kendisi gibi olmayanın da “özgür
olması gerektiğine, onur ve haklar bakımından eşit doğduğuna” inanmakla ve bunun
için emek harcamakla mümkündür.
Zeytin yetiştirenler bilir, zeytin bağında belirli
aralıklarla incir ağacının bulunması zorunludur. Zeytin sineğinin, zeytin
meyvelerine zarar vereceği dönemde, iyice olgunlaşmış olan incir meyvesi, söz
konusu zararlı için daha cazip bir hedef olur. Ancak olgun incirlerin balını
yiyen zeytin sinekleri zehirlenerek ölür. Böylece zeytin ağaçlarını emin kılan
kendileri gibi olmayanın aralarında bulunması olur. Olgunlaşmış bir zeytin
meyvesi kıvamını, incire borçludur.
İnsan kendini gerçekleştirmek için ötekine muhtaçtır,
kendisini ötekinin aynasında görür, tanır, inşa eder. Bunu yapabildikçe de aslında
öteki diye bir şey olmadığını görür, anlar. Kültürler de böyledir. Başka
kültürlerle tanıştıkça kendi üzerine düşünme ve kendini anlama imkânı bulur. Kur’an-ı
Kerim’e göre insanlar birbiri ile tanışabilsin diye kabileler ve aşiretler
halinde yaratılmıştır.[7] Bu
çağrıyı duyan Yunus da der ki:
“Gelin tanış olalım,
Yad isek bilişelim,
Sevelim sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz.”[8]
[1] Ionna Kuçuradi, İnsan
Hakları: Kavramları ve Sorunları, Ankara :
Türkiye Felsefe Kurumu, 2018.
[2] Ionna Kuçuradi, İnsan
Hakları: Kavramları ve Sorunları, Ankara :
Türkiye Felsefe Kurumu, 2018.
[3] Kur’an-ı Kerim.Tin
Suresi 95/1-4.
[4] Kur’an-ı Kerim.Tin
Suresi 95/4-5.
[5] Kerim, Kur’an-ı.Tin
Suresi 95/6.
[6] Nazım Hikmet.Bütün
Şiirleri. İstanbul : YKY, 2008.
[7] Kur’an-ı Kerim.Hucurat
Suresi 49/13.
[8] Yunus Emre, Hayatı
ve Bütün Şiirleri (Abdülbaki Gölpınarlı). İstanbul : Türkiye İş Bankası, 2009.