‘Bir dilin felsefesi o dilde bildirilmiş bir felsefedir, üstelik başka dillerin düşüncelerini aynı dilde anlatırken bile.’ Bu saptama, en genel anlamıyla Batı Düşünce Disiplininin ‘bildirilmiş felsefe’ başlığı altında ortaya koyduğu kavram dili sorunu ile ilgili bir bakış açısını bize sunar. Bu bağlamda bildirilmiş felsefe tanımı birtakım soruları da beraberinde getirmektedir. Çünkü ‘bildirilmiş’ sözcüğü felsefesel disiplinler için kullanıldığında, ilk bakışta neyi gösterdiği gözden kaçmakta ve kavramında yatan anlam genelde felsefi eğitimi olmayan bilinç tarafından atlanmaktadır.
‘Bildirilmiş’ sözcüğünün kökünden yola çıkarak sözcüğün ikili bir anlam taşıdığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Birincisi bir başkasına bildirilmiş olan, ikincisi ise kendimden kendime bildirmiş olduğum şey.
Bu iki sınıflamaya göre ekin ve felsefe ilişkisini incelediğimde, birincide, bir ekinin başka bir ekine belirli bir dilde bildirmiş olduğu felsefe ve onun kavramsal dizgesini anlıyorum ve anlamın çeviri yoluyla aktarımı sorunu ile karşı karşıya kalıyorum. Eğer ikinci sınıflamayı göz önüne alırsam, bir ekinin kendi tarihsel üretimlerini, sanatsal, törel değerlerini dayanak alarak kendi felsefesini uyandırması ve eğer böyle bir üretim olanaklıysa, tarihsel açıdan farklı toplumlarla ilişkiye girilmeden, salt bir coğrafyayla sınırlı kalınarak gerçekleştirilmesinin olanaklılığı sorunu doğuyor.
Bu sorunları şimdi bildirilmiş felsefe başlığı altında ele alıyoruz. Ancak önce bazı önemli sorulara da değinmekte yarar var. Örneğin, bir ekinin kendi tarihsel gelişim süreci içinde ürettiği -herhangi bir dilde olabilir, olmayabilir- felsefi nitelikli bir kavram, başka bir ekinsel ortam içinde o dilin terimine dönüştürüldüğünde, e.d. başka dilde o kavramın karşılığı olan bir terim veya sözcük bulmak istendiğinde, eğer ikinci ekinin tarihsel özüyle içeriklendiriliyor ve anlamlandırılıyorsa, bildirilmiş olan ekin adına felsefi bir kavramsallıktan veya terimler birliği kurmakla ideal bir kavramsallıktan söz edilebilir mi? Daha da ilginci, dışarıdan getirilen bir terimin ona yabancı bir toplumun geleneksel yaşamında anlamlandırılmaya çalışılması olanaklı mıdır? Başka bir deyişle, bir ekinin kendi tarihsel özüyle anlamlandırdığı bir terimi başka bir ekin kendi diline çevirmeye çalışırsa, bu ne denli felsefi nitelikli bir kavramsallaştırma olabilir?
Şunu da ekleyebiliriz: Bir terimin kavrama taşınması nasıl bir süreç izler ve bunun genel yasaları var mıdır, varsa bu yasalar nelerdir ve nesnel midir? Tüm bu sorulara tek bir yanıt aramak yerine -böyle bir arayış aydınlanmanın alternatifli düşünme yapısına ve eleştirel yaklaşımına aykırı olacağından- Anadolu’da felsefenin oluşumunu ve gelişimini incelerken ve kavramsal açıdan irdelerken yapmak istediğimiz şey, bu sorunların salt bu ekine özgü sorunlar olmadığını açığa çıkarmak ve aynı sorunun evrensel boyutta kavranabilmesi için diğer ekinlerle olan ilişkisinde bir tarih bilinci ortaya koymak ve giderek kavramı kendi ekin süzgecimizden geçirerek bu tarih bilincini anlamlandırabilmek ve sorunlara alternatif modeller üretebilmektir. Ayrıca dileğim, bu tür bir çalışmayla kendi toplumumuzu çağdaş anlamda Anadolu’da felsefenin diliyle, kavramlarıyla ve onun tarihsel sorunlarıyla tanıştırmak.
‘Kavramsallık’tan bir dizge içinde bulunan tanımlı terim ve sözcüklerin birbirleriyle içsel bağlarının bir tümel kavram altında ilişkilendirilmesini ve bütünsel bir anlam birliğinin kurulmasını anlıyorum. Eğer içsel bağlardan o toplumun ekinsel-tarihsel gelişim süreci içinde üretmiş olduğu her türlü değerle, toplumların ereksel güç niteliğindeki özdinamiklerinin bir kasıt birliği oluşturduğu anlaşılıyorsa, o zaman bir ekinin felsefesinden söz edilebilir.
Bu kasıt birliğinin dünya ekinleri arasında tarihsel olarak kurulmasıyla uygarlık felsefesi oluşacaktır. Çünkü sorun kavram sorunudur ve onun anlamlandırılması ve giderek felsefesel kavramsallığa dönüştürülmesi evrensel sorun olma niteliğini sürdürmektedir. Çünkü kavram demek k-a-v-r-a-m demek değildir, onun içeriği demektir. Böylece, Anadolu’da felsefeye giriş ile kavram dili sorunu bildirilmiş felsefe bağlamında bilincimiz için yeniden üretilecektir. Üretim salt ürün vermek anlamına gelmemektedir, üretmek düşünce için tasarım yapmaktır, böylece bir sorunsal ortaya koyulduğunda bile, ister arı kavramsal, isterse içinden çıkılmaz bir dert olsun, her zaman bilinçte bir sınırsız kavramın, bir düşüncenin belirsiz de olsa ürediğine göstergedir.
Öte yandan diğer bir dert, bildirilmiş felsefe açısındandır. Örneğin Platon’un felsefesini ele alalım; Fransız felsefesinde Fransızca kavramsallığa taşındığında, artık ondan Fransız ekin ve tarih sürecini içeren bir Fransız Platon olarak söz edilebilir mi? Yoksa Platon felsefesi, bütün içeriği ile terimler, biçimsel farklılıklar gösterse de, başka bir ekinsel süreç içinde oluşmuş bir dile olduğu gibi aktarılıp anlamlandırılabilir mi? Eğer çeviri yoluyla aktarma yapılmaya çalışılıyorsa, sunulmuş bir üretim ne denli felsefi ve ne denli kavramsal olacaktır ya da içeriğin, ideanın veya usun, kendinde şeyin ve olgunun çeviri yoluyla başka bir dile aktarımı söz konusu mudur? Çünkü us nesneleri salt sözcükler değillerdir. Ayrıca çeviri felsefe dışı ise, kavram kendi ekinsel, tarihsel ve toplumsal ilişkileri göz önünde bulundurularak başka bir ekine ve dile aktarılabilir mi ve başka ekinlerle ilişkisinde nasıl bir yöntem izlenerek böyle bir üretim gerçekleştirilebilir?
Diyoruz ki, felsefeyi bir yere ait kılan onun coğrafik belirlenimleri, ekinsel içeriği ve dilinin semantik yapısı değil, dilinin kavramsal kullanımı ve bilinç için kazandığı anlam yönüdür. Bu durumda kavram dili olarak felsefe evrenin ortak dilidir. Çünkü kavram sonsuz içeriği ile sonlu herhangi bir belirlenim tarafından sınırlandırılamaz ve bunun tam anlamıyla kavram dili olarak kavranması, felsefeyi evrenselliği içinde kavramak demek olacaktır. Bu ise kendini bilme sürecinin bir kıpısını oluşturur. Çünkü özbilinç, evrenselliği içinde insanlığın kendini kavramasıdır ve özbilinç kendini kavram diliyle anlatır ya da aktarımı tam da özü olan kavram dolayısıyladır ve kendi başkasında anlaşılması sözcüğün sağın anlamıyla bildirilmiş felsefedir.
Yukarıdaki tanıma ilişkin sorunları şöyle sıralayabiliriz:
1- Bir felsefeyi ve onun kavramsal dizgesini belirli bir dilde bildirmiş olmak, o felsefeyi o dilin geçerli olduğu coğrafik, ekinsel, toplumsal ve tarihsel konumla sınırlayabilir mi? Eğer yanıt hayır ise, neden?
2- Yukarıda belirttiğim sınırlayıcı ve belirleyici konumları olumlu anlamda göz önüne alırsam, bu konumlar içinde kullanılan dil ile bildirilmiş bir felsefe, başka bir dilde ve o dilin semantik sınırları içinde tam anlamıyla anlaşılabilir mi? Eğer yanıt evet ise, yöntemi nedir?
3- Aynı konumlar bütünü içinde farklı dillerle bildirilmiş olan bir felsefe veya felsefi görüşler çeşitliliği, belirli bir konumda aynı ekin içinde hangi topluma seslenmektedir veya bir topluma ait olmayan bir dilde üretilmiş olan bir dil nereye aittir?
Bu sorunlar ışığında Batılı araştırmacıların genel olarak Batı Aydınlanması tarihinde Fransa’da felsefenin başlangıcını yapmayı uygun buldukları R. Descartes’i ele alırsak, onun Fransa vatandaşı olduğunu ve Fransa’da yetişmiş biri olduğunu biliyoruz. Ancak Descartes felsefesini Fransız dilinde bildirmek yerine Latin diliyle ortaya koymuştur. Böylece Descartes Fransız felsefesinin başlangıcını gerçekte Latin dilinin kavramsallığı ile mi yapmaktadır? Bu görüş modern felsefenin ortaya koyduğu bir görüştür ve onlara göre Descartes Fransızca yazdığı bir mektupla bu başlangıcı yapmaktadır. Eğer böyleyse, yüzyıllardır Latin dilinde kökleşmiş bir felsefe ruhu ile, ki Batı felsefe geleneğinin Latin diline özgü biçimlenmiş yapısı içinde, ortaya koyulan bir kavramsallığı Fransızca çevirisinden okuyarak anlamaya veya anlamlandırmaya ve giderek Batı dillerinde o geleneğin ruhunu kavramsallaştırmaya çalışmak ne kadar gerçekçi olabilir? Öncelikle bu olanaklı mıdır? Eğer olanaklıysa, tarih içinde ne gibi çalışmalar ve üretimler yapılmıştır. Bu bağlamda biz kendi felsefemizi üretirken, Anadolu’yu kavram dili açısından derinden etkileyen İslama özgü terimleri kendi öz Türkçemizle iç içe barındıran Anadolu Tasavvuf felsefesi, ki bu onun Hermetik bağına uygun olmalı, nasıl bir yolla güzel Türkçemizde arı kavramsallığa taşınabilir?
Felsefenin doruk sorunu kavram dili sorunudur ve gerçek anlamda bir felsefe yalnızca ve yalnızca arı kavramsal düzeyde gerçekleştirilebilir. Çünkü felsefe en yalın biçimiyle şöyle betimlenebilir: Bilinç için açıklık ve netlik bilincin farkındalığıdır ve en yetkin düzeyini kavramla ortaya koyan felsefe, kavramı deyim yerindeyse özgürleştirmektedir.
Öte yandan deniyor ki, “Fransa’da felsefe bir evre değildir ve bir okul ile özdeşleştirilemez.” Yukarıda da belirttiğim gibi Batı aydınlanmasının ve Fransa’da felsefenin başlangıcı Descartes ile yapılmaktadır. Ancak biz diyoruz ki, Descartes eleştirel içerikli mektuplarını değil, kavramsal felsefesini Latin diliyle ortaya koymuş ve Latin dilinin felsefi geleneği içinde eğitim görmüştür; hem de köklerini Antik-Ezoterik Öğretilerden alan bir şövalyelik kurumunda. Bu geleneksel kurumu o dönemde okul olarak salt Fransa’yla sınırlayamayız. Çünkü adını gül ve haç simgeselliğinin birliğinden alan ve dışrak anlamda Doğu ve Batı öğretilerinin birliğine işaret eden bu kurum, aynı yüzyılda hemen hemen bütün Batı krallıklarında örgütlenmiş durumdadır ve kendi iç örgütlenmelerinde kullandıkları anlaşma dili, felsefe, sanat ve bilim dili Latince’dir. Bir dil ki, koskoca Batı ekinini Ortaçağdan miras aldığı Grek dünyasının kavramlarıyla, o kavramları ayrı bir dilde örgütleyerek kavram dili olarak etkilemiştir.
Bir başka saptama şudur: Fransız felsefesinin devlet okulları ile değil de ezoterik bir felsefe okulu ile bağının kesilmesiyle acaba felsefenin ezoterik gelenekle ilişkisine mi son verilmek istenmektedir ve bildirilmiş felsefeyi modern Fransız felsefesinin başlangıcına koyup böylece çeviri yoluyla bir felsefenin olumsallığı mı ortaya atılmaktadır? Çünkü her ekin böyle bir oluşuma alt yapı olarak hazırdır.
Bu sorunsala ilişkin başka bir görüş ise, çeviri yoluyla bildirilen felsefenin gerçek anlamda bir edebiyat olduğudur. Ancak bildirilmiş olsun veya olmasın, bir kavramın tarihsel köklerine bağ kurularak bütün gelişim sürecini içerecek bir biçimde yeniden üretilip bilinç için kavramsallaştırılması, onu kavramsal bir düzleme taşımaktadır – böylece bir ekinin belirli bir dilde bildirdiği felsefe bir edebiyat metni olmaktan çıkar. Bu üzerinde sık sık duracağım bir yargıdır. Başka ekinlerdeki felsefi oluşumların da bir ve aynı sürece iye olduklarını düşünürsek ya da farklı ekinlerle ilişkiye sokulan kavramlar her ne kadar semantik ayrılıklar gösterse de, içerik açısından bir ve aynı tarihsel oluşum ve gelişim sürecini barındırdığından, ortaya koyulan felsefe ve onun kavramsal dizgesine bağlı olan kavram dili, ne özdeğin belirlenimi ile, ne de dilin semantik kullanımı ile sınırlanabilir. Çünkü o dil artık evrensel bir platforma taşınmıştır ve kavramın imlediği kendinden başka bir şey değildir; arı olarak kendinde kavram, evrenin her köşesinde bir ve aynı olan arı bilinçtir. Artık kavram dili ekinlerüstü Uygarlığın ürünüdür ve kendisi bir sessel biçim olsa da gösterdiği içerik dolayısıyla bütünün bir parçasını imler. Bütün en evrensel olan varlıktır ve dil, varlığın sözel olarak kendini anlatabildiği semantik biçimler alanıdır, bu alanda dilin özdeksel yanından etkilenmeden kalamaz, çünkü özdek de varlığın dışlaşma biçimlerinden biridir.
Bunun anlaşılabilmesi için o dilin gelişim evreleri iyice taranmak ve dile ait sözcüklerin varlık-bilimsel olguları yansıtıp yansıtmadığı iyice irdelenmelidir. Çünkü bir dil özünde varlığa bağ kurmuyorsa gerçekte var-olmayan bir dildir, gerçi hiçbir dil yoktur ki sonsuz özü içinde barındırmasın. Ancak yine de gündelik dil bu özden oldukça uzaklaşmış ve kendine yabancılaşmış durumdadır. Çünkü bilinç dilinin ayırdında değildir ve bu yabancılaşma dili donuklaştırmakta ve dil böylece anlamdan uzaklaşmaktadır.
Bilincin aynası dildir ve insanlar beyinleriyle düşündüklerini sanırlar, tersine beyin düşünme işleminin yaşambilimsel kasası gibidir, düşünme ise kavramlarla gerçekleşir ve dil kavramın bilinç aynasında kendini seyrettiği yansıma alanıdır. Bu bağlamda dilin ve düşünmenin kaynağı arı bilinçtir ve kavramdır. Kavram dili sorunu dil-düşünce ilişkisi sorunuyla da bağıntılıdır.
Yukarıda söz konusu bağıntılı sorun ile ilgili olarak Anadolu’dan Yunus Emre’yi ve Mevlana’yı örnek verirsek, Yunus bilge-ozan yönüyle ortaya koyduğu tasavvuf felsefesinde bilindiği üzere Türkçe dilini kullanmıştır. Mevlana da Fars dilini kullanarak eşsiz eserlerini yazmıştır. Ancak her ikisinde de ortaya koyulan kavramlar Anadolu’nun kendine özgü tasavvuf dilini yansıtmaktadır; hem içerik, hem biçim, hem de biçem açısından Anadolu ekininin oluşum sürecini içermekte ve aynı özü, geleneği barındırmaktadır – bilgelik geleneğini. Böylece kullanılan Fars dili Mevlana’yı İranlı yapmadığı gibi, Türkçe dili de Yunus’u daha çok Türk yapmamaktadır. Her ikisi de evrensel insan ülküsü ve projesi doğrultusunda bilgeliklerini bir tasarım, bir biçem ve bir idea dizgesinde evrensel boyuta taşımışlardır. Hem de güzel bir yolla, felsefi bilginin imgelem ve ölümsüzlük bulduğu şiir yoluyla.
Bir dilin semantik kullanımı o dilin biçimsel yanıyla ilgili olup, kavramsal kullanımı o dilin az önce de değindiğimiz varlıkbilimsel içeriğini ilgilendirmektedir. Ayrıca, kavramsal kullanım, ekinsel ortam içinde oluşmuş terim ve sözcüklerin tarihsel köklerine bağlar kurularak içeriklendirilmesi, anlamlandırılması ve bilgi-kuramsal bir disiplin içinde yer alması ve bilince içeriğinin konu olmasıyla ilgili olup, bu aynı zamanda görüngübilime bir geçiştir. Böylece görüngübilimin birliği gerçekte dilde gerçekleştirilmiş olur ve bilinç varlığın kavramsal birliğini dilde kavrar. Bu noktada göstergebilim, varlıkbilimin, bilgibilimin ve görüngübilimin birliği olarak varlığı ilk kez tarihte kendi kendini edimselleştiren Özgür-insan-projesi olarak tanır.
Bütün bu açıklamalardan sonra Batı felsefe tarihi içinde bir evre olarak oluşan, ama bunun karşısında yer alan bir felsefe farklı ekinsel süreçlerde oluşmuş düşünceleri kendi dillerinin terimleriyle kavramsallaştırdığında nasıl bir süreç izlemiştir? Bu bağlamda örneğin Fransız ekininin özünü yansıtan bir içeriklendirilme yoluna mı gidilmiş, yoksa çeviri sırasında bir terim kendi öz yurdunun ruhuyla mı diriltilmiştir? Tüm bu sorunlar bütün dillerin ana sorunu olup, kendini çağdaş gören her insan uygarlığa ve aydınlanmaya katkı bağlamında bunun sorgulamasını yapmalıdır. Hiç olmazsa kendi ekin tarihini ve onun sorunlarını anlamak bağlamında.
Biz şimdilik ek bir çalışmayla sorunun evrelerini göstermeye çalıştık. Bu çalışma üzerinde derin bir araştırma yapıldığında sorunun daha geniş bir düzleme yayılacağını biliyoruz. Gerekli olan şey tutku, özveri, dikkat ve sabırdır. Çünkü bilgi nesnemiz dildir ve dilin düşünce tarihinden kopuk ele alınamayacağı bilinmelidir.
Bir kavramın ekin ve dil içinde tarihsel olarak oluşum, gelişim ve üretim sürecinin evreleri / kavram ve terim ayırımı / tanımlama işlemi ve kavramsallaştırma sorunsalının ana çizgileri:
1. Evre: Örneğin A ekini ve dili içinde bir kavram üretilir ve bu kavramın A’nın tarihsel ve ekinsel gelişim süreci içinde tanımı yapılır. Şimdi bu kavram B ekininin diline aktarılmak istendiğinde bir terim olarak alınır; olduğu gibi ya da karşılığı bulunarak alınır, karşılığı bulunamıyorsa dilbilimsel kurallara göre yeni terim türetilir.
2. Evre: Tanımlama işlemi
a) A’daki kavramın tanımı B’ye olduğu gibi çevrilir. Böylece B bir kavram dili yerine bir ansiklopedik sözlükçe oluşturur; literatür aktarımı tam da böyle yapılır.
b) A’daki kavram için B’de karşılığı bulunan ya da türetilen terim, B ekini ve dili içinde tanımlanmaya çalışılır. Bu durumda A’da üretilmiş olan kavram kendi gerçek dizgesinden sapmaya uğratılır, kavram olmaktan çıkar. B’deki terimin tanımı üretilmiş olsaydı, onun terimi daha şimdiden B’de var olacağından, evrik olarak B’nin dizgesinde de bir sapma gerçekleşir.
3. Evre: İdeal olan, bir terimin kendi ekin ve dili bağlamında tarihsel köklerine bağ kurularak yeniden üretilmesi ve o terimin farklı ekinlerin kavramlarıyla ilişkiye sokularak olgunlaştırılması ve toplumsal anlamda yaşatılmasıdır; bu aynı zamanda evrensel olan kavramın açılım sürecidir. Bu sürecin bilgisi ideal olandır, Kavramdır, Logosun dilde açılımıdır.
Bu arada karşımıza çıkan bilgi-kuramsal bir soru daha vardır: Kavram evrensel olansa, neden başka bir ekinin diline aktarıldığında anlamlandırma sorunu doğmaktadır? Bu sorunun yanıtı yukarıdaki açıklamalar ışığında şöyle açıklanabilir: A’nın kavramı B’ye aktarılırken evrensel içeriğini korumakta, ancak o kavramın üretim sürecini tam olarak yansıtamadığından ya da örtük olarak barındırdığından, bildirilmiş olan ekin o kavrama yabancı kalır. Çünkü doğal dilin hem biçimsel yanıyla sınırlıdır, hem de içerik açısından ekinsel yabancılık taşıdığı için o kavramın kendisinde bulunan üretim süreci B dili tarafından apaçık bir biçimde kavranamaz. B’nin yapması gereken, A ile tanışıklık kurup, kendi tarih, ekin ve diline sadık kalarak ve onlardan dayanak alarak kavramlarını anlamlandırmak ve o kavramları düşüncenin tarih süreci içinde kazandığı değişik biçimleriyle ilişkiye sokarak bilincinde ve dilinde yeniden üretmektir. Kavram dili bu bağlamda şu veya bu ekinin ve dilin sınırlayıcı özelliğinden sıyrılıp anlamlandırma ve kavramsallık bağlamında evrensel bir boyuta yükselir.
Bütün bunların ötesinde, bir dilin başka bir dile çevirisinin içerik açısından yabancılık yarattığı bir gerçektir. Ancak son dönemlerde dilbilim açısından gündemde olan bir konu vardır. ‘Her dil bir çeviridir’ ve bir dilin kavramlarının anlamlandırma sorunu, çevirinin çevirisi olarak düşünüldüğünde bir çıkmazı doğurmaktadır. Bizim bu çıkmaza ilişkin önerimiz, bir dil -eğer kavramsallığından pekin isek- arı kavramsal bir boyutta üretilemedikçe çeviri olmaktan kurtulamaz, e.d. kendi toplumu bile diline yabancılaşır. Yalnız, arı kavramsallık, örneğin Alman felsefesinin çok iyi bir Türkçe çevirisi olarak düşünülmemelidir. Çünkü biricik sorun şudur: Üretim mi yoksa çeviri mi kavramı anlamlı kılmaktadır? Üretimle birlikte çevirinin getirdiği sorun ortadan kalkmaktadır ya da az önce verdiğimiz örneği dayanak alırsak, arı kavramsal bir dil başka dillere çevriliyor ve bilinçler tarafından anlaşılmaya çalışılıyorsa, o gerçekten arı kavramsal bir dildir ve yeniden üretilmedikçe anlaşılmayacaktır.
Kısaca düşünce tarihine bir göz attığımızda, Antik-Yunan olarak bildiğimiz bilgelik tohumlarının Antik-Mısır’ın Hermetik okullarında atıldığını görüyoruz. Bu okullarda yetişen Thales, Solon, Orpheus ve Pythagoras gibi doğa filozofu, hukukçu, matematikçi, felsefeci ve sanatçılar daha sonra İonya’ya yerleşip ekoller halinde düşüncelerini yaymışlardır. Antik-Mısır Bilgeliğinin bir kolu da Musa kanalı ile Ortadoğu’ya taşınmıştır. Daha sonra Antik-Yunan filozofisi ile Musa öğretisi İskenderiye’de buluşmuş ve bir sentez öğretiye varmıştır. Antik-Mısır’ın simgesel ve hikmete dayalı sezgisel bilgi boyutu Antik-Yunan’da kavramlara taşınmış, Musa ise bu sezgisel boyutu ezoterik-çadır öğretisi biçiminde korumuştur. İskenderiye okulu bir yandan sezgisel boyutunu, diğer yandan da Antik-Yunan’ın arı düşünsel kavramlarını birleştirerek ezoterik bir sentez öğreti oluşturmuştur.
Sonra bu okulun ekoller biçiminde İspanya kanalıyla Batıya aktığını görüyoruz. İspanya’dan yine ekoller biçimiyle ezoterik yapısını koruyarak Avrupa ülkelerine yayılanlar, yerleştikleri bölgelerde örgütleşerek okullaşmalara gitmişlerdir.
Batıya böyle bir kanal ile giren ezoterik hikmet’in yanı sıra Antik-Yunan felsefesinin hem Atina’da hem de İtalya’da yine okullar biçimiyle sürdürülmesi, daha sonra bu okulların Ortaçağ olarak adlandırılan dönemde kilise okullarına dönüşmesi, Antik Yunan’da işlendiği gibi özgür düşünmenin -felsefenin- kurama taşınması ve böylece kilise babalarınca hem ezoterik hem de filozofik bir yapıyla geliştirilen tarihsel ve kültürel sürecin Rönesans ve Reform hareketleriyle Aydınlanma çağı olarak adlandırılması ve Batı Aydınlanmasını oluşturması dikkate değerdir. Böylece Reform ve Rönesans (yeniden biçimleniş ve yeniden doğuş) ve Batı Aydınlanması olarak literatüre aktarılan Batı Düşünce disiplininin bu evresi Fransız felsefesine kadar böyle bir süreci içermektedir. I. Metafizik Aydınlama olarak adı geçen Antik-Yunan filozofisi bize bu geçiş sürecinden sonra tekrar geriye dönülüp yine aklın aydınlanmasını (eleştirmesini ve sorgulamasını ortaya koyarak) oluşturmuştur. Bu süreç içinde dikkate değer diğer bir konu da Antik Yunan olarak bildirilen I. Metafizik Aydınlanma döneminin köklerinin Mısır’a, Ortadoğu ve Doğu kültürüne ve Kuzey Kafkas Kültürüne kadar dolaşmasıdır. Ayrıca şu bir gerçektir: Ortaçağda Antik-Yunan’ın genel olarak teogonisi ve kozmagonisi, bir teoloji ve kozmagoni olarak biçimlenmiş ve dünyaya bakış açısı Platon ve Aristo düşünce disiplinleri üzerine kurulmuştur. Ortaçağ düşünürleri Antik-Yunan, Farabi, İbni Sina ve İbni Rüşt gibi Antik Mısır’dan gelen mirası İslama özgü kavramlarla biçimlendiren ünlü Türk ve İslam filozoflarından öğrenmişlerdir ve daha sonra Horasan’da bir okul olarak Anadolu topraklarına yerleşen Alp Erenler olarak bilinen Oğuz- Türkmen boyları, Ahi Teşkilatlanmaları biçiminde örgütlenmiş ve Anadolu’da çeşitli kültürlerin ezoterik-irfan öğretileriyle kaynaşarak halklaşmış ve ekollere bölünmüştür. Bu bölünmenin bir uzantısı yine ekoller biçiminde Batı topraklarına yerleşerek yine orada halkla içiçe düşünürler, sanatçılar ve bilim adamları yetiştirmiştir. Böyle bir sürecin ilk oluşumunu Rönesans sırasında kültürün bütün alanlarındaki yeniden bir yapılanmada görüyoruz.
Bu bağlamda tarihsel bir felsefi oluşuma zemin oluşturan aydınlanma sürecini Fransa’da Descartes ile başlatırken, Fransız felsefesinin bir evre olmadığını ya da bir okul ile özdeşleştirilemez olduğunu ileri süren Vincent Descombes nasıl bir sorun ortaya koyuyor bunu görelim:
“Fransız felsefi geleneğinden uzak bir noktada durdurduğunu kabul ettiğim okulunu bugün Fransa’da felsefi tartışma olarak bilinen şeyin dili ve sorunları ile tanıştırmak istiyorum” derken herhalde Fransızca bildirilmiş olan bir felsefi sürecin kendi kavram dilini oluşturması açısından, kendi terimlerinin özel içeriklendirilmeleri bağlamında, tarihsel bir sürecin varlığını ne denli göz önünde bulundurmuş olduğunu ve buna bağlı olarak o dilde üretilen kavramların ya da o dile devrilen felsefi düşüncelerin, ne denli düşüncelerin kendi kültürel-tarihsel ve toplumsal gelişim süreçlerinde köklerine kadar soyutlanıp sorgulandığına ilişkin sorunsalı ortaya koymak ve bu sorunsaldan hareketle çağdaş Fransa felsefesinin oluşum sürecini kendi toplumuyla tanıştırmak istediğini dile getiriyor. Eş deyişle günlük dilde kullanılmasına rağmen bir terimin anlamlandırılması ve bir dizge altında başka terimlerle ilişkilendirilerek kavrama taşınması, ki bu felsefenin konusudur, o kavramın aynı zamanda içeriklendirilmesi sorununu ortaya koymaktadır. Şöyle ki Alman düşüncesindeki bir kavram Fransız diline salt bir terim olarak çevirilir -ki o daha önceki evrede, yani Alman düşüncesinde belirli bir kültürel ve tarihsel miras ve toplumsal ilişkilerin bütününü yansıtacak bir biçimde içeriklendirilmiştir- ve çevrilen terim hangi kültürel içerik ile doldurulursa gerçek anlamda bir kendi öz olabilir ya da olmayabilir; gerçekte felsefenin ana problemlerinden biridir bu. Buna biz “Anlamlandırma”nın kuramda ve uygulamadaki sorunudur diyoruz.
Şimdi Fransız felsefesi açısından ele alınan Dil sorunu evrensel bir sorundur ve daha önce belirttiğimiz gibi onun gündelik-duyusal bilincin kullandığı biçimiyle değil de felsefi gelenek içinde oluşmuş kavramsal dili ile yakından ilişkidedir.
O halde çağdaş Fransız felsefesi “Fransa’da geliştirilen ve bugünün kamuoyu tarafından felsefi olarak görülen söylemlerin toplamı ile çakışır” dendiğinde, anlatılmak istenen acaba Fransız felsefesinin tarih içinde oluşmuş ve gelişmiş bir sürecin evresi olmadığı mıdır, böylece acaba Fransa’da felsefenin temelleri mi atılmaktadır, ya da “okul ile özdeşleştirilemez” önerisi onu tek biçimci bir gelişimden kurtarma girişimi midir? Bu soruların yanıtları ile genel olarak Fransız felsefesini ya da Fransa’da felsefenin temellerini önümüzdeki incelemelerde bulacağız.
Yine de Vincent Descombes’in çağdaş Fransız felsefe alanında tam anlamıyla bir kılavuzluk yaptığını unutmayalım. Bu konuyla ilgili olarak şunlar söyleniyor: Her şeyin yoluna girmesi için henüz yapılacak çok şey vardır; karşılıklı bilgisizlik, yakın zamana dek süren geleneğin tüm ağırlığı ve akademik izlence gibi kurumlardaki süre durumlu güç tarafından desteklenmiş olarak, henüz üstesinden gelinemeyecek denli sağlamdır.