Okuma süresi: 18.27 mintues

Böcekler

“…cinnet ve dehşet.”
–Leonid Andreyev, Kızıl Kahkaha

Geçtiğimiz bahar mutfak tezgâhının üstünde küçük kıllı bacaklarıyla gezinen bir böcek gördük bir gün, ama önemsemedik. Günler geçip böcekler yayılmaya ve gürbüzleşmeye başlayınca harekete geçmemiz gerektiğini düşündük. Ev arkadaşım böcekleri ürememeleri ve büyümemeleri konusunda konuşarak ikna edebileceğimizi iddia etti ve bunu gerçekten denedi. Karşılığında hayatlarını onlara bağışlayacaktık; böceklerden daha büyük ve daha güçlüydük ama diğer taraftan, görüldüğü gibi, gerçekten harekete geçme isteğinden yoksunduk aslında. Anlaşmamız yatmıştı, böcekler büyümeye ve yayılmaya devam ediyorlardı. Yaz aylarında banyoda da görmeye başladık onları, evin girişine ve koridora zaten yazın başlarında gelmişlerdi. Dışarı çıkarken, en azından odalarımıza girmesinler diye kapıları kapatıyorduk, bundan dolayı eve girer girmez rutubetli bir atmosfer karşılıyordu bizi ve gün boyu kendini çürüten havayı çekiyorduk içimize. Böceklerin devletinin gökyüzü de böyle kokuyor olmalıydı. İdeal devletlerin bürokratları gibi soğukkanlılıkla çalışıyorlardı işlerinde. Kendilerini güzelleştirmeye çalışmıyorlardı, kahverengi kavruk kabuklarını doyurmanın peşindelerdi: Görünmez yerlerde yeni yuvalar kuruyor, ürüyor ve yavrularını besleyip büyütüyorlardı –kusursuz organik toplumu kurmuşlardı.

Sonbahara geldiğimizde işler çığırından çıkmıştı. Evi ilaçlamaya karar vermiştik ama geç kalmıştık belli ki. İlaçlamanın öncesinde ve sonrasında yaptığımız detaylı temizlik de boşunaydı. Dahası temizlik baş düşmanımız kalorifer böceklerinin dışında evimizde başka böcek türlerinin de yaşadığı gerçeğini ortaya çıkardı: Çekmecelerden çıkan tahtakuruları ve eski eşyaların altındaki ve aralarındaki küçücük, kapkara ve parlak kabuklu böcekler –bu son bahsettiğim eski eşyalar bizden önce de buradaydılar. Kim bilir kaç kiracı görmüşlerdi, kaç kişi bu böcekleri fark etmeden veya fark edip önemsemeden onlarla yaşamıştı bu evde. Ekmeklerinden kemirip eşyalarını çürütmüşlerdi –ve sırtında evin bir kambur gibi devredilmiş bu problem bize. Gece yarısı bizim için temizlik, böcekler için katliam bittiğinde yatağıma geçtim. Eve ilaç ve çamaşır suyu kokusu sinmişti. Hiç değilse, dedim kendime, odamda değiller. Bu düşünce bana görece bir güvenlik ve başarı duygusu vermişti. Erken konuşmuştum. Az sonra göbeğimin üstünde bir kaşıntı hissettim ama paranoya yapma, dedim yine kendi kedime. Önce kaşımadım ama kaşıntı eğri büğrü bir doğrultuyla göbeğimden göğsüme doğru ilerlemeye devam edince elimi ortaya götürdüm. Parmaklarıma sert bir şey değdi, alelacele elimin tersiyle ittirdim ve karşılaşmaktan çekinir gibi ağır ağır gözlerimi açtım. Yastığımın üzerinden gözlerimin içine içine bakıyordu. Bir peygamber gibi parlıyordu kapkaranlık odada. Baş ve işaret parmaklarımla bir fiske attım suratının tam ortasına. Gardıroba çaptı. Sersemlemişti ama yatağıma doğru yürümeye başladı. İsyanı ateşleyecek son şeyi ise bugün elde etmişlerdi –yetersiz temizliğimizle– hınçlarını körükleyecek mazlum anlamı: Nefret –kaybedilenlerin hatırası, güçsüzlüğün kutsallığı ve çokluğun gücü. Kölenin köle olarak isyanı ve iktidarı. Evi ateşe vermeliyiz, diye düşündüm.

***

Düşünceler de böceklere benzemiyor mu? Başta önemsiz, zayıf ve zararsız gibi görünen bir düşünce –örneğin iyilik düşüncesi– kulaktan giriyor ve beyne yerleşiyor. Başta çok güçsüzken, kalp atışları bile duyulmuyorken günler geçtikçe beyni ele geçiriyor. Henüz zayıfken gündüzleri görünmez, sinsi sinsi saklanır beynin girintilerinde, geceyi bekler çıkmak için. Karanlıkta kalmayı, yatağa yatmayı, yalnızlığı… Şimdi saldırabilir işte, çünkü gece ve yalnızlık güçlendirir onu, ancak ışığın ve köşelerin yokluğunda beyni bir uçtan bir uca dolaşıp gözleri büyüleyebilir. İlk olarak geceden geceye vicdanın yuvasını yapar ve azap zehrini salar sonra –hedefi iradeyi kırmaktır. Vicdan çift taraflı çalışır, kendinden güçsüzlerin varlığının yarattığı kendi kendinden utanç duygusu ve kendinden güçlülerin varlığının yarattığı küstahça hınç –birbirini besleyen bir devridaim. Hayata anlam kazandırmak yaşama sevincinin zembereğini paramparça eden bir sürekli kendini suçlama ve peygamberane yüceltme döngüsüyle mümkündür ancak. Bütün düşünsel böcekler insanın yaşam enerjisiyle beslenip büyürler: Vicdanla, istenç ve neşeye ulaşan enerji yolları daraltılıp tıkanır ve anlamla, bütün yollar yeniden bağlanır. Anlam hayatı ahlakileştirir; şimdi ışık, Caravaggio’daki gibi, cisimleri karanlıktan çıkartan, görünür kılan, yaşamın fiziksel ve trajik dayanağı değildir. Şimdi ışık idealizmin kutsal haleyle taçlanmış tanrısıdır, lütufkâr elini değdirir değdirmez cisimlerdeki gizli anlamları açığa çıkarır –değişmez ve bozulmaz anlamlar, gizemli düşmanlar ve gizli dostlar. Çürütme Tanrısı Işık’ın kendi halinde, anlamsızca, doğup öldüğünü söylediği şu acınası haldeki ağaçlara “Bir daha bak,” der Işığın İdealist Tanrısı, “Rüzgârlar ne de gaddar değil mi? Güçlüleri korumak için güçsüzleri deviriyorlar. Şu taşlara ne demeli peki? Burada durmalarının bir anlamı olmalı muhakkak, bu bir tehdit veya teşvik!” Göründüğü gibi anlamsız değildir dünya, kendi halinde dönüp durmaz; şans ve rastlantı uydurmacadır, nedenleri ve anlamları unutma; bildiğin ve bilmediğin şeylerin hepsi şu ikisinden biridir kesinlikle, doğru–iyi–güzel veya yanlış–kötü–çirkin –düşünsel böceklerin perspektifi. “Seni seçtim,” der idealizmin tanrısı, “Çünkü çocuğum değerlisin sen, sözlerimi taşıyacaksın. Düşünceleri düzelttim ve yepyeni gözler bahşettim çünkü gözlerin göremiyordu derinlerde gizlenmiş gerçekleri. Ayakların kanayana kadar yürümeye devam et yeryüzünde ve lütfumu taşı güçsüzlere ve cahillere, sözlerime uymalarını söyle –doğru yola gelirlerse, beklesinler, bir gün belki de affedebilirim onları.”

***

Burada duralım ve bunun doğru olduğunu düşünelim. Yaşam anlamlıdır ve anlam üstündedir her şeyin, diyelim bir defa. Nedir yaşamın anlamı? Doğrunun daimiliği –İdealizm. Kan ve etin şarkısının söylendiği dünyayı beğenmeyip geçmiş veya gelecekteki değişip bozulmayan, yani yaşamayan, hiç yaşamamış ve hiç yaşamayacak bir dünyayı işaret eden düşünceler ancak anlam yükleyebilir yaşama. Anlam atamak için insana sonlu süreçler şarttır. Bundan dolayı geçmiş, gelecek ve şimdi zamansal kategoriler olarak kurulur. Geçmiş ve gelecek arasında kalan şimdi sınırlandırılmıştır, daha doğrusu, aslında sonlandırılmıştır. Şimdi yaşanamayandır ve yaşanamayacaktır asla. Böylece şimdinin değersizliğinden yaşamın anlamı üretilmiştir –tikellerden tümellere. Oysa yegâne yaşam şimdidedir. Geçmiş ve gelecekle sınırlandırılmadığında şimdi, sonsuzdur ve bütün duyumsamaların gerçekleştiği zamansal zemin olmasının gücüyle anlamları içine çökerterek aşındırır. Şimdinin sonsuzluğu Çürütme ve İçe Çökertme Tanrılarının tahtıdır. Hayatın trajedisi anlamlı hiçbir şeyin canlı ve güzel, canlı ve güzel hiçbir şeyinse anlamlı olmamasından doğar. Bütün düşünsel böcekler görmezden geldirir bu deneyimi, onlara göre şu dördü birdir: Anlamlılık, doğruluk, iyilik ve güzellik. Doğru, iyi ve güzel olan ne varsa anlamlı ve anlamlı olan ne varsa doğru, iyi ve güzeldir. Dolayısıyla düşünsel böceklerin perspektifleri, münasip – namünasip anlam grupları nedeniyle estetik ve epistemolojik olarak kasten bozuktur, onlar Ares’le Afrodit’in ilişkisinin üstünü örtmeye çalışırlar –hâlbuki bu hikâye dahi Grek perspektifinin en temiz örneklerinden biridir belki. Bütün düşünsel böcekler haklıyken bile haksız duruma düşmüş, yüzüne gülünmüş ve aşağılanmış bunak demirci Hephaistos’un öcünü almaya çalışır.

Düşünsel böcekler gelişimlerini tamamladığında, bu evredeki birini yaşama geri kazandırmak imkânsız değilse de zordur: Doğruluk, iyilik, güzellik koşutluğunu kırması, vicdanından ve anlamlarından arınması, yaşamsal enerji yollarını tekrardan ruhuna bağlaması gerekmektedir ve bütün bunları bizzat yapmalıdır. Yaşama geri dönmenin zorluğu buradadır, eşitliklerin mutlak tutarlılığına kaptırınca kişi kendisi artık hayatın trajedisi kabullenilmez görünür. Anlaşılmaz veya absürt, der düşünsel böceklerinin perspektifinden bakarak. Bu durumda büyüyü bozacak bir travma/cezbe tutulma gerekir. Bu da genellikle yanlışla güzelin tesadüfi bir birlikteliğine tanık olunduğunda gerçekleşir. Travmanın etkisinin büyüklüğü, yıkıcılığı bastırılmış yaşam enerjisinin büyüklüğüne bağlıdır. Bundan böyle “doğruluk, iyilik, güzellik” düşünsel dizgesi dağılmış, boşalan alan birbiriyle anlamlı bir bağı bulunmayan güç ve güzellik deneyimleriyle doldurulmuştur. Yine de unutulmamalıdır, bu bir yeniden doğuş değil, tedavidir –çiçek hastalığının yüzde bıraktığı gibi bırakır insanın ruhunda izlerini. O halde önlem alalım ama öncesinde şöyle detaylı bir temizlik gerçekleştirelim. Ateşe verelim ve ruhumuzdan üfleyerek yeniden yaratalım.

Perspektifler

“Bilinç, hayvanı insan insanı da iblis yapmış, ama daha kimseyi Tanrı’ya dönüştürmemiştir;
her ne kadar dünya bir Tanrı’yı çarmıha göndermekle övünse de.”
-Emil. M. Cioran, Umutsuzluğun Doruklarında

Yaşam enerjisinin güneşten bedene, bedenden parmaklara gürül gürül ve hudutsuzca aktığı dönemi geride bıraktık. Rousseau gibi deli değilse biri bu dönemin geçtiğine şükretmelidir aslında. Hayatta kalıp gününü geçirmeye çalışan acınası insancıklar çağı: biyolojik olarak bir dile sahip ama aslında dilsiz, gözü var göremiyor… İlk kelimeyi gerektirecek eylemle başladı her şey ve gerisi geldi; kavramlar, kavramlar arasındaki ilişkiler ve kamusal hayat. Bozulma mıydı bu? Aksine güç gösterisiydi âdemoğlunun, tesadüflerin ve iradesinin harika bir kombinasyonuydu ama bir mecburiyet değildi! İnsanın ikinci büyük trajedisi böylece doğdu: İlki ölümdü, ikincisi kamusallık. Anlamı, ölüm aşındırırken kamusallık kuruyordu. İlkinin trajedisi, istenci başta gelip geçici görüp dışlıyor –çünkü Ölüm bütün eylemleri yutan bir kara delik gibidir– ama ardından onu, yaşamdan ayırmasıyla aynı nedenden dolayı bambaşka bir düzeyde hayata geri kazandırıyordu, katharsis olarak. Ölümün öldürücülüğüne bir gün çare bulunsa dahi değişmeyecektir bu –ölüyor olmakla ölemiyor olmak bir değildir. Katharsis dokunaklı güzelliğin keşfidir. İkincinin trajedisi ise güçlüye güçlü denilebilmesini doğurmuştur. Sınırı aşabilen güçlüdür, kısaca. Önce sınır olmalıdır. Güç, bağlanmalıdır ki görünür kılınabilirsin. Kamusallığın trajik karşıtlığı güçle bastırma, görünürde ise hürriyetle kanunlar arasındadır. Bundan dolayı kamusallık bir pharmakondur: zehirlidir ve şifalıdır. Şifalı tarafıyla hümanizmi doğurmuştur. Tarihin ilk kısıtlaması, ilk hümanist atılımdır –insanın insana boğun eğdirmesi. Zehrini saldığındaysa über – hümanizm hastalığı çıkmıştır ortaya. Bundan dolayı, uzun süredir neredeyse herkes ağır hastadır, geri kalanıysa ayakta atlatmaktadır.

***

Hümanizm kavramını tarihsel ve dar anlamıyla ele almıyorum, onu kavramsal hudutlarına dayandırıyorum. Kavramın hudutlarında karşılaştığımız şey Orta Çağ ile Rönesans arasındaki bir dönem veya skolastisizmin karşısındaki bir eğitim metodu olmanın çok ötesinde. En geniş ve en yalın haliyle hümanizm tanrıların tekelinden alınarak yaratıcılığın insana verilmesidir. Buradaki yaratıcılık bir masa – sandalye işlemek değildir. Yaratıcılık, değer yaratmaktır. Bu, üst düzeyde adalet kavramıyla karşılanır, adaletin altındaki düzeylerdeyse çeşitlenir değerler –güçlü, güzel, doğru, iyi ve uygun gibi. Yaratıcılık bu değerleri tanımlayabilme gücüdür. “Bu adil değil,” demez yaratıcı güç, “adaletim budur artık,” der. Değerleri tanımlayabilen insan, onları süreklileştirir yasalar sayesinde. Yaratıcı insan, yasalarında en çok kendisini kayırır, bağımsız bir kişi olarak kendisi –benzer durumdakileri bile değil. Bütün benzerleri (ailesi ve aynı sınıftaki diğer insanlar) sadece bu benzerlikleri sebebiyle kazançlı hale gelirler yasalardan. Diğer taraftan kamusal hayat korku ve kederi süreklileştirir ve yaratıcı insan, diğerleri tarafından gücünün bir gün elinden alınabileceği korkusuna kapılırsa bencilce bir düşünceyle diğerkâmlaşabilir. Yasaların, yasa koyucuyu kayırmıyormuş gibi göründüğü durumlar bundan dolayıdır. Bahsettiğim bu durum dahi, hala hümanistçe, pek hümanistçedir. Büyük üstat ve öncü hümanist Protagoras’ın buyruğu burada devreye giriyor, “Bütün şeylerin ölçüsü insandır, var olanların var olmalarının ve var olmayanların var olmamalarının.” Değerler artık tanrıların bildirdiği, insanların öğrendiği bir şey olmaktan çıkıp belirlenen olmuşlardır –hümanizm ve laïcité birbirine göbekten bağlıdır. Sorumluluğunu aldığı sürece herkes her değeri belirleyebilir. Değeri belirlemenin sorumluluğu diğer belirleyicilerin gücüyle karşılaşmak, onların gücünün üstünden gelmek veya uzlaşmaktır. Hümanizmi kabaca böyle özetleyebileceğimizi düşünüyorum. Hümanizmin en geniş ama özgün perspektifini en iyi yansıtan haliyle kamusalın insanca inşasıdır. Bu da thesmoinin, yani tanrısal yasaların yerine nomoinin, yani insan yasalarının geçirilmesidir. Çöküşün semptomlarıysa çok geçmeden ortaya çıkar.

***

Çöküşün, perspektifin çözülüşünün semptomunun adı Sokrates’ti: Delphoi’nin ışıldayan tanrısı Apollon’un bilgelikle kutsadığı koca burunlu, felsefe tarihinin ilk über-hümanisti. Nietzsche, Sokrates Sorunu’na onun canavarsı çirkinliğini anlatarak giriş yapar. Nietzsche’nin bu cesur başlangıç noktası çok önemlidir çünkü güçsüzlüğün ve çirkinliğin über-hümanist perspektifi nasıl doğurduğunu, iki arasındaki ilişkiyi, doğrudan gösterir: Görüntüdeki çirkinlik daima toplumsallaşmak için fazladan bir çabayı gerektirir çünkü çirkin, tercih edilen değil mevcudiyetiyle mecbur kılınan kişidir. Dolayısıyla topluma dâhil edilmesi için mevcudiyetini gerekçelendirmelidir. “Dışlamayın beni,” der çirkin kişi, “Çünkü ben erdemli biriyim; yalan söylemem, kimsenin de kötülüğünü asla istemem.” Bunları derken parmakları aşkın referans noktasını gösterir, gözleriyse kendi gibilerin; dışlanmışların, güçsüzlerin, çirkinlerin potansiyel desteğinin beklentisiyle parıldar. Eşitsizliğin doğal olduğu dünyamızda eksikliklerin üstünü örtmeyi hedefleyen her çaba aşırıdır, bundan dolayı da güvenilmezdir. Çirkin, toplumsallaşmak için ya çok iyi, ya da tam tersine çok kötü olmayı tercih edecektir. Kötü çirkinler dışlanmışlıklarını ve düşmanlıklarını sahiplenerek toplumsallaşırlar, çünkü bu şekilde toplum onları negatif olarak tanımaya mecbur olur. İyilikleriyse bir yanılsamadır, çünkü bütün güç potansiyelinden feragat edince iyilik vasfı bahşedilmiştir. Çirkin kişiyse bu hadım edilmeyi aşkın referans noktasına atıfla meşrulaştırır kendi kendine. Güçsüzlüğü ahlaki gücü olarak görmeye başladığındaysa referans noktasını genelleştirir ve dünyayı iyileştirmek için kendisi dahil herkesi iyi ve kötü olarak ikiye ayırabileceği ahlaki kriter haline gelir. Sokrates ise bu iki kusursuz tipin arasındaki bir geçiş dönemi böceğidir.

***

Sokrates sokakta çene çalan diyalektikçinin biriydi. Ömrü insanlara aslında hiçbir şey bilmediklerini kanıtlamaya çalışarak geçti. Kanıtlar ve ikna Sokrates’in sosyalleşmek için tek çaresiydi –Sokrates’in Savunması: Beni neden öldürmemelisiniz… Emretmenin yerine erdemi ve gerekçelendirmeyi getiriyordu. Böylece fiili failinden bağımsızlaştırıyordu: özneyi parçalamış, bedeni değersiz bir kabuk haline getirmiş ve eylemi erdem düzleminde yeniden tanımlamıştı. Gücü ikinci kez bağlıyordu Sokrates, ama şimdiki bir öncekinden çok daha sinsi ve sıkıydı, gücün edimselleştirilmesini bütünüyle ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Hümanizmin ürünü nomoi, gücü diğerlerinin gücü dolayısıyla bağlıyor ve bundan dolayı da güçler dengesine dayanıyordu. Denge durumunda değişmiyor, denge bozulduğundaysa güçlünün çıkarına göre tekrar düzenleniyordu çünkü aşkın bir referans noktasını bulunmuyordu –yaşayan yasalar. Sokrates ise insanlar bunun bilgisine sahip değillerse bile aşkın referans noktasının bulunduğunu düşünüyordu ama ürkekliğinden dolayı daimonion’unu genelleştirmekten çekiniyordu. Aşkınlığı işaret etmiş ama asla tanımlamaya yeltenmemişti çünkü önce diyalektik akıl tutulmasını yaygınlaştırması gerekiyordu. Sokrates, bütün polisi büyüleyemedi ama onun öğrencisi Platon bunu başarabildi çünkü ürkmeden, çekinmeden referans noktasını tanımladı.

***

Şimdiye dek yazdıklarımdan über-hümanizmin idealist bir perspektif olduğunun anlaşıldığını düşünüyorum. Bununla birlikte über-hümanizm, idealizmden insanın üstün konumunu –görünürde– aktararak (daha da doğrusu paylaştırarak) onu olduğundan daha da üste yerleştirmesiyle ayrışır. Bu geriye bir gelişme, idealizmi içererek onun ötesine geçme olarak görülmelidir. Ayrışma noktası insanın üstünlüğüdür. Über-hümanistlerce insandan daha üstün bir şey veya şeyler vardır. Şey, kendi haklarını koruyamamaktadır. İnsan, über-hümanist perspektife göre bu şeyin taleplerini dile getiren ağız, haklarını koruyan el olmalıdır. Bu perspektiften bakıldığında insan doğadaki üstün pozisyonundan geri çağrılıyormuş gibi görünmektedir ama aslında gerçekleşmekte olan tam tersidir. Kendi haklarını koruyamayanın savunucusu insan, şeyin varlığını ve meşruluğunu onun gücünü göstermesiyle değil, diğerlerinden daha duyarlı oluşuyla bilmektedir. Şeyin dışsal ve doğrudan bir müdahalesinden bahsedemediğimiz bu durumda duyarlılık, hakikate duyarlılık anlamına gelmektedir. Aşkın referans noktası (edimsel olarak) gözlemlenemese de kalıcı hakikati ön-varsaymaktadır çünkü dışsallaştırılmış, kalıcı hale getirilmiş bir hakikattir mevcudiyetinin koşulu. Tamamen rastlantısal olarak gerçekleşmekte olan çeşitli olayların (zamansal ve mekânsal anlamda) çerçevelenip küçük kompozisyonlar haline getirilmesiyle nedensel olarak anlamlandırılabilen olaylar dizgesi hakikati üretmektedir, sonrasındaysa bütün süreçler buna göre değerlendirilir. Über-hümanistin bütün bu süreçlerde gördüğü güçlünün zayıfa zorbalığıdır, güçlü gaspçıdır. Düşük düzeyli bir über-hümanizm zayıf ve mazlum insanların haklarını korumaya girişir. Yaşam, biyolojik (bilinç de biyolojik donanımızın girift bir çıktısıdır) dayanağından bağımsızlaşmış, güç mücadelesinin yerine hayatta kalma mücadelesi geçilirmiştir. Bu yerine geçirmenin düşünsel dizgesi çift taraflı işlemektedir: İnsanın biyolojik üstünlüğü değersizleştirilip üstünlüğü sosyolojik bir oluşuma devreder ama yerine geçirmeyi yapanın yine aynı insan olması sebebiyle onu kendisini küçümsediği oranda ve özdeşleştiği sosyolojik oluşumla bütünleştiği düzeyde över ve yüceltir. Haliyle über-hümanizmin, hümanist perspektifin insanın biyolojik üstünlüğü kabulüne getirdiği eleştiri, eninde sonunda insanın –biyoloji varlığını yadsımak pahasına– daha da üstünleştirilmesiyle sonuçlanmıştır. Bugün über-hümanist perspektif doğayla insanı bütünleştirmesiyle köle ve köylü direnişlerinde olduğundan daha ileri bir noktaya gelmiştir. Dediğim gibi bu geriye bir gelişmedir, doğanın biyolojik varlığı yadsınmış ve doğa, bir öz olarak tekrardan üretilmiştir. Onun yüceliği oranında insan, biyolojik olarak değersizleştirilirken doğaya duyarlılığı derecesinde üstünleştirilmiştir.

Bu yazıyı Gabriel Fauré’a ithaf etmekten onur duyarım. Pavane Op. 50’yi bestelememiş olsaydı okuduğunuz bu yazı da yazılmamış olabilirdi.

Bozkurt Toral
+ Son Yazılar