Biz ezelden beri demokrat, hem de iliklerine kadar demokrat bir milletiz. Aşiretler, boylar halinde yaşadığımız zamanlarda, kurduğumuz ilk devletlerde; idare şekli hep demokrasi idi. Her boyun bir halk meclisi vardı. Her fert, bu meclisin tabii azası idi. Aşiret reisleri, boy beyleri, hanlar, yani devlet reisleri bu meclisler tarafından seçilirdi. Bunlardan işlerinde başarı göstermeyenler yine halk meclislerinin kararıyla yerlerinden atılırdı. “İl mi yaman, bey mi yaman” sözünden de anlaşıldığı gibi bütün kudret, salâhiyet meclislerde idi. Beyler, hanlar onların kararlarını yerine getirmek vazifesini yüklenmiş kimselerdi. Bunlar daima halk arasında yaşarlar, halkın dertleri, ıstırapları, arzu ve ihtiyaçları, düşünceleri hakkında doğrudan doğruya bilgi edinirler, ilgi gösterirlerdi. Onların şahsi servetleri yoktu. Neleri varsa hepsi devletin, milletin malı sayılırdı. Sık sık şölen denilen umumi davetler yaparlardı. Bu davetlere ayırtsız herkes giderdi. Açlar doyurulur, çıplaklar giydirilir, fakirlerin borçları ödenirdi. Davetin sonunda han, karısının, hatunun kolundan tutarak meydana çıkar, davetlilere, “bundan başka neyim varsa hepsi sizindir,” der, varını yoğunu yağmalattırırdı.

Bu hal de gösteriyor ki beyler hanlar; servetlerinin, mallarının, sürülerinin sadece birer bekçisi idiler. Hiç kimseye karşı kötülük yapamazlar; garaz, düşmanlık besleyemezlerdi. Çünkü bulundukları mevkiye, makama halkın seçimi, iradesiyle ve yalnız onun hayrını, faydasını kollamak, dirliğini düzenini korumak için getirilmiş, oturtulmuş olduklarını çok iyi bilirlerdi. Bu yolda yürüdükleri müddetçe de millet onları candan sever, sayar, başının üstünde taşırdı. Onlara, çocukları arasında her bakımdan eşitliği sağlamak ve korumak hususunda pek titiz davranan şefkatli bir baba gözü ile bakardı. Hâsılı, idare edenlerle idare olunanlar arasında çatlaksız karşılıklı bir güven hüküm sürerdi. Böyle olduğu için de bir taraf diğerine karşı vehme kapılmaz, ondan çekinmezdi.

İşte biz uzun yüzyıllar boyunca böyle yaşadık, böyle idare olunduk. Sırf dışarıdan gelecek saldırılara, tehlikelere karşı yurdu, milleti korumak; içeride barışı, emniyeti, dirliği düzeni, umumi menfaatleri sağlamak maksadıyla devletler kurduk ve yalnız bu maksat uğruna şahsî ve ailevî hürriyet ve istiklâlimizden fedakârlıklarda bulunmaya rıza gösterdik.

Bundan ötürüdür ki amme hizmetlerini görmek, yürütmek işine seçip ayırdığımız kimselerden, şahsi menfaat düşüncelerinden, mevki hırsından, gururundan, kinden, düşmanlıktan uzak kalmalarını; tahakküme, zulme, haksızlığa kalkışmamalarını; ellerine emanet ettiğimiz devlet, hükümet nüfuzunu şunun bunun meşru olmayan istifadelerini temine âlet yapmamalarını isterdik. Hanlar, beyler, memurlar; o hakikatleri tanıdıkları, bu isteklerimize ayak uydurdukları müddetçe de devlet sağlamlığını muhafaza eder, millet huzur ve emniyet içinde yaşardı.

Osmanlı devletinin kuruluş devresinde de işler bu yolda yürümüştü. Osman, Orhan, Murat beyler bu milli ananelere, geleneklere, âdetlere uygun hareket etmişlerdi. Kuvvet ve kudretlerinin, şeref ve itibarlarının milletten geldiğine inanıyorlar; her işte ona danışmayı, onun fikir ve düşüncelerini hesaba katmayı ihmal etmiyorlardı. Onların bu hal ve hareketlerinin Osmanlı devletinin inanılmayacak, tarihçileri şaşırtacak kadar kısa bir zamanda gelişip genişlemesi sebepleri arasında çok esaslı bir yeri vardır.

Fakat birbirini takip eden büyük başarıları, kendisine sultan unvanının verilmesi Beyazıt beyi gurura düşürdü. O artık kimseyi dinlemez, herkesi küçük görür olmuştu. Bu yüzden de felâkete uğradı. Timur istilâsı, şehzadelerin on yıl süren post kavgaları memleketi de yaktı, yıktı, her şeyi altüst etti, değiştirdi. Nihayet ikinci Murat’tan sonra hükümdarların gözlerine gururdan, azamet ve ceberuttan, dalkavukluktan, yaltaklıktan, riya ve yalancılıktan örülmüş bir perde inmeye başladı.

Kanuni Süleyman’dan sonra bu perde büsbütün kalınlaştı. Artık onlar doğruyu, hakikati, halk arasında olup bitenleri göremez olmuşlardı. Doğru ve haklı sözlere; zulümler, haksızlıklar, idarî iktisadî kötülükler yüzünden yükselen feryatlara; şikâyet âvazelerine de kulaklarını tıkamışlardı.

Tabiatıyla milletle hükümetin arasında derin uçurumlar açılmıştı. Karşılıklı güven parçalanıp dağılmış, yerini emniyetsizlik almıştı. Hükümdarlar milletten korkar, çekinir olmuşlardı. Millet de onlardan nefret ediyordu. Bu acıklı hallerin; yurdun ve milletin başına sağanak halinde felâketler, musibetler yağmasına sebep olduğunu biliyoruz.

Milli Savaş sonuna kadar tam beş yıl sürmüş bulunan Anadolu şahlanmalarının, ayaklanmalarının, büyük ihtilâllerin sebepleri de bu hallerdir. Osmanlı devri tarihçilerinin iddia ettikleri gibi şekavet, çapulculuk, soygunculuk, zındıklık, rafızılık, Kızılbaşlık değildir. Türkler anarşiyi, kargaşalığı değil, huzur ve sükûn içinde yaşamayı, çalışmayı severler ve isterler. Tarihlerinin her devrinde yurtları içinde, hatta bütün dünyada barışın, emniyetin, dirlik düzenlik, hak ve adaletin hüküm sürmesini istemişler, bunu sağlamak için uğraşıp durmuşlardır. Bu iddianın en büyük delili onların ilk kurdukları devletin adıdır. İl’in bir manası da barıştır. Şu halde il devleti sulh devleti demektir. Gördüğümüz gibi İl devleti dört tanrılı bir dine dayanıyordu. Bu da gösteriyor ki Türkler barışa kutsi bir mahiyet de vermişlerdi.

İskender’in, Romalılarınkini gölgede bırakacak muazzam imparatorluklar, yer yer parlak medeniyetler kurmuş ve yaşatmış olan insanların dimağları, ruhları her telkini, her söylenileni, kendi hayat ve ahlâk düsturlarıyla uyuşmaları ihtimal dışında bulunan hurafeleri, karmakarışık ve esrarlı akitleri, ayinleri hemen kapıp muhafaza edecek doldurulmamış boş bir gramofon plağı, üzerine her şey yazılabilen bir yazar bozar tahtası olamazdı. Alevilik, Bâtınilik, Hurufilik gibi akitler de o dimağlarda, kalplerde oturup hüküm sürecek yer bulamazlardı.

İşte Anadolu’daki Alevi denilen zümrenin Osmanlı devletini, hükümetlerini tanımamalarının, kendi aralarında meclisleri, kanunları, örfleri, adetleriyle “İl devleti”ni yaşatmalarının ikinci mühim sebebi de mezhep ihtilâfları değildir; Osmanoğullarının milli geleneklere, Türkün en eski çağlardan beri alışmış, kaynaşmış bulunduğu demokrasiye, halk idaresine aykırı hareket etmiş olmalarıdır. Devlet babalığını bırakıp müstebit sultanlar şeklinde milletin başına bela kesilmiş bulunmalarıdır.

Taassup:

Biz Türkler, şu veya bu hayvanı, ağacı, nebatı ungun edinmek yani mukaddes, mübarek tanımak demek olan totemcilikten başlayarak, ruhlara, tabiata tapmak dinlerinden geçtikten sonra Şamanlık dininde uzun zaman kaldık. Sonra batıya doğru yürürken ve işgal ettiğimiz ülkelerde yolumuza, karşımıza çıkan daha pek çok dinlere girdik çıktık, sonunda dinlerin en mükemmeli olan ve temel inancı Tanrı’nın birliğine, Hazreti Muhammed’in onun elçisi olduğuna inanmaktan ibaret bulunan Müslümanlıkta karar kıldık. Artık onu bırakmadık. Çünkü bu din, sadeliği, tabiliği bakımından Türklerin dünyayı her gün olduğu gibi gören bu tabiat çocuklarının ruhlarına uygun düşmüştü. Ona kalplerinin bütün samimiliği ile bağlanmışlar, pek çok seçkin ve dâhi evlâtlarını vücuda getirdikleri ölmez eserlerle yeni ve taze bir hayat ve kuvvet vermişlerdi.

Bir garplı bilginin dediği gibi, Türkler, Cenabı Muhammed’in ashabına hayat veren, şevk ve heyecandan daha ziyade ateşli bir şevk ve heyecanla işe girişmişler; dinin, hem de hiçbir söz götürmez bir ehl-i sünnetlikle bahadır ve karşılarında durulmaz kahramanları olmuşlardı.

Biz bu dinlerin hiçbirinde taassuba düşmedik. Dini bir vicdan işi bildik. Herkesin tanıdığı, taptığı Tanrıya ulaştıracağını sandığı yolu seçmekte hür ve serbest kalması gerekeceği kanaatini taşıdık. Kendi dinimizden başka din tutanlara karşı düşmanlık gütmedik. Onları dininizi bırakınız, bizim dinimize giriniz diye hiçbir vakit zorlamadık. Bu iddia delillerle ispata muhtaç olmayacak kadar açık ve herkesin gözünün önünde duran bir gerçektir. Uzun yüzyıllar idaremiz altında kalan ve bugün yaşamakta olan pek çok milletler çeşitli dinlerini muhafaza etmişler, onların hükümlerini, emirlerini yerine getirmekten alıkonulmamışlardır. Din bahsinde hiçbir türlü yasağa uğramamışlardır. Tersine olarak bu hususta bizden daima yardım görmüşlerdir. Daha dün denecek kadar kısa bir zaman önce Balkanlarda mezhep anlaşmazlıkları yüzünden birbirlerini yiyen Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar, Yunanlılar arasında barış aracılığı yapmış, parasını kendi kesemizden harcayarak onlara kiliseler yaptırmıştık.

Bu öyle olduğu halde ne yazık ki biz kendimiz, tarihimizin son dört yüz yıllık devri içinde gelip geçmiş padişahların, hükümetlerin bazen sahici, çok defa sahte, yalancı taassupları yüzünden sonsuz ıstıraplar, cefalar çektik. Dayanılmaz acılar gördük. En kötüsü, fena idareler, haksızlıklar, zulümler yüzünden uğradığımız maddi zararlar yetmiyormuş gibi manevi huzurumuzu ve birliğimizi de kaybettik.

Eski büyük Türk Hakanları bütün dinler karşısında mutlak bir tarafsızlık güderlerdi. Milletin vicdan hürriyetine el uzatmazlar; onu, şu veya bu dini, şu veya bu mezhebi kabul edeceksin diye zorlamazlardı. Selçuk Sultanları ile Hindistan’da büyük Türk İmparatorluğunu kurmuş olan Babür ve Ekber Şahlar ve İkinci Beyazıt’a kadar Osmanlı Padişahları bu geleneğe ayak uydurmuşlardı. Fakat İkinci Beyazıt, İstanbul’da, Cihangir’deki evinin damından yıldızların hareketlerini inceliyor diye Tokatlı büyük bilgin ve riyaziyeci Mevlana Lütfi’yi dinsizlik, zındıklıkla suçlandırarak idam ettikten sonra, işlerin rengi, gidişi birden değişmişti. Vicdan, düşünce serbestliği yok edilmek, dimağlara kilit vurulmak yoluna girilmişti.

Yavuz Selim Halife unvanını alınca da Müslümanlık Cengiz yasasına, milli geleneklere aykırı olarak devletin resmi dini olmuştu. Yani din ile devlet birleşmiş ve bu birleşmenin tabii neticesi olarak resmi taassup da başlamıştı. Daha sonraları padişahlar millet babalığını temelli bir köşeye atıp müstebit, zalim sultanlar haline girince de milletle araları açılmıştı. Haksızlıklar, kötülükler yüzünden yer yer ve zaman zaman ayaklanan milletten korkar, çekinir olmuşlardı. Onu daima baskı altında tutmak, ezmek için de dini âlet olarak kullanmak yolunu tutmuşlardı. Din adamlarının dini değil kendi çıkarlarını düşünen cahil ve yobaz kısmı da bu yolda onlarla ittifak etmişlerdi. Bu yobazlara göre padişahlar yeryüzünde Tanrı’nın gölgesi idiler. Daima Tanrı’dan ilham alırlardı. Şu halde kendilerine karşı koymak, emirlerine uygun hareket etmemek en büyük günah ve cinayet sayılmak ve ona göre cezalandırılmak gerekirdi. Padişahlar sıkıya geldiler, kendilerinden hak ve adalet istemek cesaretini gösterenlerden kurtulmak istediler mi hemen müttefiklerine başvururlar, onlar da kaleme kâğıda sarılarak fetvalar düzerlerdi. Bu fetvalar üzerine de yüzlerce, binlerce masumun başları uçurulurdu. Yobazların kendilerine gelince, onlar Nebilerin varisleri idiler. Bu itibarla din namına söz söylemeye yalnız kendileri yetkili bulunuyorlardı. Devletin resmî ve fertlerin hususî bütün işlerinde onların fikirleri, düşünceleri sorulup alınmalı, bu fikirlere ayak uydurulmalıydı.

Büyük Veli Mevlana Abdurrahman Cami, Nefehat’ında der ki: “Zahir uleması üç taifedir: Müftüler, vaizler, kadılar. Müftüler de iki taifedir: Birinci taifeden olanlar Allah’tan korkarlar. İşlerini bilgilerine uydururlar. Fetvalarını takvaları ile bezerler. Bilgiyi ruhanî mertebelere yükseltmek, manevî kurtuluşa ermek için tahsil ederler ve yayarlar. Gözlerini dünya malına ve mevkilerine çevirmezler.

İkinci taifeden olanların Hak’tan korkuları yoktur. Bilgi edinmek ve yaymaktan maksatları ahiret sevabı kazanmak ve Tanrı’ya yaklaşmak değildir, mal ve mevki sahibi olmak, halkı başlarına toplamaktır. Eğri yola giderler, takva ehli bilginlere haset, iftira ve eza ederler, Hakka itaat etmezler. Laf ebeliği ile bâtılı hak suretinde gösterirler.

Vaizler de iki türlüdür: Bunlardan bir taife, bir nice manasız ve uydurma sözler ezberlemişlerdir ki onlarda din bilgisinden bir eser bile yoktur. Bu gibiler başlarına adam toplamak, servet yığmak, mevki ele geçirmek, şöhret kazanmak için âlemde dolaşır dururlar. Padişahların, devlet, hükümet adamlarının, nüfuzlu kişilerin meddahlığını yaparlar. Kâh halka hoş gelir sözler söylerler, kâh onu dalâlete düşürürler, doğru yoldan sapıtırlar. Kâh olur ki dünyayı halka zindan ederler, ta ki onlar terk edip kendileri alalar. Kâh her işte her sözde dine aykırılık bularak ahiret azabı emrinde mübalağa ederler. Ta ki halkı ye’se, hayrete düşürürler. Bazen de her harekete izin verirler, her şeyi helâl gösterirler. Ruhsat kapılarını ardına kadar açarlar. Böylelikle insanların kalplerinden Allah korkusunu kaldırırlar. Uydurma hadisler naklederek fitneler ve taassuplar gösterirler. Müslümanları taassuba teşvik ederler, azdırmaya çalışırlar. Cehennemin ateşini alevlendiren bunlardır.”

İşte böyleleri daha Selçuklular devrinde İslam âleminin her tarafından Anadolu’ya akın etmeye başladılar; köylere, kasabalara yerleşerek Molla Cami’nin dediği gibi, Türkler arasına fitneler salmaya, taassuplar sokmaya koyuldular.

İslâmiyet kolaylık dini olduğu, zoru yasak ettiği halde bunlar kendi kendilerine Tanrı’nın yasakçıları sıfatını takınarak hemen her gün, her bahane ile Türkün karşısına dikilirler. Böyle yapma kâfir olursun, şöyle söyleme dinden çıkarsın, bu şekilde hareket etme cehennemde yanarsın gibi sözlerle onun çalışma kudret ve kabiliyetine inmeler indirmeye, her isteklerini ağız açmadan yerine getirsin diye milleti gevşekliğe, miskinliğe sürüklemeye çalışırlardı. Bunların başka memleketlerden gelmiş olanları, başka milletlere mensup bulunanları da din ve mezhep hükümleri, gerekleri diye bize köhnemiş, bozulmuş inançları, ruhumuza uygun olmayan yabancı âdetleri, kanunları yutturmaya, yani milli ruhumuzu, benliğimizi parçalamaya çabalardı.

İşte Anadolu Kızılbaşları bütün bu rezaletlere, kepazeliklere dayanamayıp isyan eden Türklerdir. Onlar padişahların ve yobazların takiplerine uğramamak, kanlı kılıçlarından, uydurma fetvalarından korunmak için gizli toplantılar yapmak zorunda kalmışlar ve bu toplantılarda, gördüğümüz gibi millî inançları, gelenekleri, örf ve âdetleri, yasaları yaşatmışlardır.

Nevcivan Özel
+ Son Yazılar