Umudun yokluğu umutsuzluk değildir. Umutsuzluğun karşıtı da umut değil, imandır. Umutsuzluğun karanlık kuyusuna düşmeden de umudun “beklenti çengeli”ne kalbi geçirmeden de yaşanabilir. Bunun için gerekli olan imandır, aşkla dolu bir iman. Birbirini çağıran, er ya da geç birbirine yer açan umut ve umutsuzluk ikileminden çıkışın yolu imandan geçer.
Hayatı “asıl sahibi”ne teslim ederek yaşayabilmeyi imanıyla içselleştirmiş bir kalpte, umut ve umutsuzluk yalnızca bir “itaatsizlik meselesi”dir. Ondandır ki umut, imanın hakikatine erebilmiş bir insan için son derece kullanışsızdır. Böyle biri “uman özne” konumuna mesafelidir. Umut eden kimseyse kendi dışındaki koşullara bel bağlamış süreğen bir “umuş” dolayısıyla “bekleyiş” içindedir.
Bu anlamda, salt bir bekleyişi öneren çaresizlik içinde olmayı önceler umut. İçine düşülen bu çaresizliğin üzerimizde oluşturduğu basıncın, umut ediyor olmaktan dolayı azalacağı da açıktır.
Şöyle ki umut, çaresizliği “çıkışsız” olma niteliğinden, “olası çıkışlı” olma niteliğine dönüştürerek yaşatır. Çaresizlik böyle dönüştürülemediğinde umutsuzluk üretir. Yani bir bakıma umutsuzluk çaresizlikle kaçışsız, doğrudan yüzleşmektir.
Takdir edersiniz ki çaresizlikle hiçbir umut olmaksızın yüzleşmek çok sert bir durumdur. Ne var ki umutsuz çaresizliğin amansız kuşatıcılığında uç verecek tefekkürün kişinin varoluşsal hakikatine hiç olmadığı kadar nüfuz etmesine yol açacak bir derinlikte ve içerikte olma olasılığı da yükselir. “Umut dehlizleri” açmadan, çaresizliğin karanlığıyla yüz yüze gelebilen insan ancak, hakikatini ona cömertçe sunacak olan “acziyetini” kökten tecrübe etme şansını ele geçirebilir. Acziyete ilişkin tecrübeler yaşanmadan insanın “imansal varoluşu” gerçekliğine aktarabilmesi pek mümkün olmaz. Buradan yapılması gereken çıkarsama, umudun çaresizlikten çıkış vaadinin yarattığı oyalayıcı “çaresizliğe katlanma” kolaylığını, umutsuzluğun çaresizlikle yüzleşmesinin yarattığı tesellisiz “acziyetini kavrama” kolaylığına tercih etmemek olmalıdır.
Bazen işimizi kolaylaştırıyor görünen şey zorlaştırıyor, zorlaştıran şey kolaylaştırıyordur. Böyle şeyler söyleyerek umudu hayatınızdan çıkarın, umut kötü bir şeydir, demek istemiyoruz. Dünya gailesi içinde umudun nasıl yapıcı bir işlevi olduğunu da görmezlikten gelemeyiz. Ama işte umudun tam da bu işleve içkin bir işlevselliği daha vardır ki insanın hakikatiyle buluşmasını erteler, ruhun buna hazır olma olgunluğuna bir an önce ermesini geciktirir. Biz, imansal bir varoluş içinde, hakikatine doğru yürümeye gönül koymuş biri için umudun pek kullanışlı bir şey olmadığını hatta aşılması gerektiğini vurgulamaya çalışıyoruz.
Kendi çölünde kararlılıkla yürüyen hakikat yolcusu için umuda tutunmak, ruhunu delik deşik edecek dikenli bir kaktüse tutunmak gibi bir şeydir. Hakikat yolunda umut ederek yürünmez, umutsuzluğa düşerek de yürünmez. İnançla yürünür, umudun ve umutsuzluğun ötesinde bir inançla.
Umut eden imanın hakikati eksiktir. Umut, imanı nefsanileştirerek, köşklü, hurili, yemişli “cennet beklentisi”ne indirger. Hakikat eri, cennete gönül indirmez, cennet vaadiyle kanmaz. Ona göre, dünya rüyamsı bir duyusal yanılsama dokusudur. “Cennet” de dünyevilikten yeterince arınamamış imanın, bu duyusal yanılsamayı bir “üst ideal”den sürdürmesinin karşılığı olan “hazsal manzarasıdır.”
Cennet dünyevi bir umuttur. Dünyevilikten umut kesilmeden hakikatten haber alınamaz. Hakikat erinin “mutlak irade” ile birliği, “güç eksikliği- arzu sürekliliği” eksenine oturan umudu “yersizleştirerek” doyma noktasını esnetebilen bir “kanaatkârlık” üretir. Umut kanaatkâr kalpte barınamaz, doyumsuz nefste barınır. İtaat ve kanaat etmesini bilen bir kalbin sularında umudun yelkenlisini yüzdürecek arzu rüzgârları yeterince güçlü esemez.
Peki ama umut olmadan hayata bağlanmak zorlaşmaz mı?…
Umudun bizi diri tuttuğu, direncimizi artırdığı, hayata dönük ve istekli kıldığı düşünülürse böyle bir soru yerinde bir sorudur. Ama umudun bizi hayata bağlaması, arzularımızın nesnesinin ele geçirilme olasılıkları üzerinden olduğundan söz konusu “bağlanma” nefsani/bensel varoluşumuzu alabildiğine merkezileştirir. Nefsani varoluşumuz bizi hayata “içgüdüsellik” üzerinden bağlayan “hayvansal varoluşumuz”un bir üstüdür, ama bizi “iman” üzerinden hayata bağlayan “ruhani varoşlumuzun” da altıdır.
Umut aracılığıyla hayata “imansal/ ruhsal” bağlanmayı katışıksız olarak kuracak yaklaşımı gerçekleştirmek mümkün değildir. İnsanın umutları gerçekleşse de gerçekleşmese de bu sonuç değişmez. Umudun gerçekleşmesi durumunda, arzulananın ele geçirilmesinin doğasındaki geçicilik gereği, bir “sönme”, umudun gerçekleşmemesi durumunda ise bir “hayal kırıklığı” bizi bekler.
Yalnızca ruhanî varoluşumuzla, hayatla “kalıcı” bir bağ kurulabilir. Çünkü ruhumuz “Ebedî” olanı tanır, O’na “dokunabilir.”
Zaten ruhumuzun hayatla doğrudan bir bağ kurmak gibi bir derdi yoktur, tersine hayatta olmak gibi bir derdi vardır. Adına hayat denilen bu değişken, geçici, yanılsamalı “yaratılmışlık” içinde, yaratılmamış ama “üflenmiş” varlık olarak ruhun derdi, hakiki bir bağ kurabilmek, hakikatiyle olabilmek yani kendi olabilmektir.
O yüzdendir ki hakikat ehli, Yaratılmamış’a, Tanrı’ya yönelir, Tanrı’yla “birlik” olmaya çabalar. Bunu yaparken hiçbir umuda kapılmaz. Umud’un Tanrı’yı nesneleştirerek hakikat yolunun “dosdoğruluğunu” nefsanîleştirip eğip bükeceğini sezer.
Umut yoktur, kanaatkârlık vardır.
Baş etmek yoktur, sanatkârlık vardır.
Ben yoktur, kendi vardır.
Arzu yoktur, aşk vardır.
Aşk, arzuya masumiyetini yeniden hediye etmektir.
Hedef, Tanrı’yla bağ kurmak olmalıdır, hayatla bağ kurmak değil. Tanrı’yla bağ kurabilecek olan insanın, hayatla bağ kurmasını kolaylaştırıp sağlıyor diye, umuda yapışıp durması, çiçekten çiçeğe uçabilecek bir kelebeğin kendini at sineği sanması dolayısıyla, ruhunun “latif” özünü açığa çıkaracak “ilâhî potansiyeli” heba etmesine katkı sunabilecek bir tavrın içine girmesidir.
Hem umut ederim hem de Tanrı’yla bağımı kurarım, diyenlere de karşı koyacak değiliz. Böyle de yapılabilir elbette. Ama tahmin edersiniz ki Tanrı’yla kurulacak bağın kendi içinde pek çok dereceleri mevcuttur. Bu bağın, adeta sizi kelebek hafifliğine eriştiren bir “hakikat neşesini” ruhunuza dolduracak bir yükseklik derecesinde kurulmasını yeğliyorsanız zaten “umudu” kendiliğinden gerilerde bırakacaksınızdır.
Bu makama gelebilmiş bir kişinin alışveriş ettiği hayat pazarında “umut” artık “tedavülden” kalkmıştır.
Şu beyitle bitirelim:
Hala edip umut ey talip bekleme gelir diye
O dolmuş iken sineye dışarı bakman niye.